Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -31- SATIR ve SADIR

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

İKTİDÂ NÛRU

 

Müellifimiz bu kaidede ilim ve irfan tahsilinde üstâdın ehemmiyetini tebârüz ettirmekte. 

 

Tahsil için her ne kadar kitaplar, ilmî dokümanlar bir yere kadar yeterli zannedilse de asıl mesele o tahsilin bir âlimin dizinin dibinde oturmakla elde edilmesidir. 

 

Nitekim tek başına kitap yeterli olsaydı Cenâb-ı Allah sadece Kur’ân-ı Kerîm’i gönderir; «Bununla amel edin!» derdi.

 

Fakat Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’i tâlim etmek ve hikmeti ilkā etmek üzere onunla beraber uygulayıcı bir peygamber de gönderdi ki Kur’ân-ı Kerîm’in tam anlaşılmasının ancak bir muallim sayesinde olduğunu izhâr etti.

 

Kırk Altıncı Kaide:

 

“Her bir kimsenin fütûhatı ve nûru, (ışığı, aydınlanması) onun tâbî olduğu kişinin (üstâdının, mürşidinin, hocasının) fütûhatı ve nûru kadardır.”

 

Kimin yolundan gidiyorsan, kimin talebesiysen, kime iktidâ etmişsen onun ufku kadar bir ufkun olur. Onun bakış açısı gibi bir bakış açın olur.

 

Eğer Buhârî’nin talebesiysen hadisleri onun gibi şerh edersin. Eğer Ebû Hanîfe’nin talebesiysen onun baktığı nazarla bakarsın, Ebû Yûsuf olursun, Muhammed olursun, Züfer olursun, Hasan bin Ziyâd el-Lü’lüî olursun.

 

Ama eğer mahalle mektebindeki hocanın talebesiysen, senin ufkun mahalleyle sınırlı olur.

 

Binâenaleyh her bir kişinin fethi, nûru, yani onun ufku ve ışığı; tâbî olduğu, bağlı olduğu kişinin ufku ve ışığı kadardır. 

 

Binâenaleyh;

 

“Kim ilm-i hâlini (içinde bulunduğu hâlin ilmini) mücerred bir şekilde âlimlerin görüşlerinden, sözlerinden alırsa, hangi âlime tâbî olmuşsa onun fethi ve nûru onlardandır. 

 

Her kim hâl ilmini, doğrudan Kur’ân ve Sünnet nasslarından alırsa ve bu kişi Kur’ân ve Sünnet’ten istinbat etmeye ehil ise, (kaide çıkarmaya muktedir, yeterli olan bir kimse ise) o zaman onun ufku ve nûru tamdır. 

 

Fakat bu kişi, iktidâ etmenin nûrunu ve fütûhatını kaçırır.” 

 

İslâmî ilimlerin kaynağı Kur’ân ve hadistir. Asırlar sonra gelen bir kişi; «Ben bu ilmi bana taşıyan hocalardan, yollardan istifade etmek zorunda değilim, direkt kaynağa bağlanayım.» dese, buna da gerçekten ehilse, buna söylenecek söz yoktur. Doğru kaynaktan ehil bir şekilde beslenmiştir. Fakat iktidâ sırrını kaçırmıştır. Kendisini o kaynaklara bağlayan mânevî silsileye intisâb etme, onların tecrübelerini de paylaşma imkânından mahrum kalmıştır. 

 

Bundan dolayı bizim medeniyetimizde herkes hocasıyla anılır. «Filânın öğrencisi» denir. İcâzet meselesine ehemmiyet atfetmişlerdir. 

 

Kimin talebesisin? Kimin rahle-i tedrîsinden geçtin? 

 

Eskiler; «Hangi bahçenin gülüsün, hangi bağın goncasısın?» derlerdi. Yani;

 

“−Sen bu terbiyeyi hangi dergâhtan aldın?”

 

Binâenaleyh bir aidiyet, bir intisâb meselesi; bizim medeniyetimizde mühim bir mesele. Bu yönüyle kendimizi bahtiyar addetmemiz lâzımdır. Bu bir iktidâ meselesi, tâbî olma meselesi… 

 

Hattâ ilimde, bir âlimin rahlesine oturmadan, sadece kitaptan okuyan kişilere «sahafî» denilir ki, böyle kimselerin -ne kadar yetişmiş olurlarsa olsunlar- çeşitli zühulleri, ifrat ve tefritleri görülür. 

 

“Bundan dolayı imamlarımız bu iktidâ meselesine özen göstermişlerdir.”

 

Kuzey Afrika muhitinde yetişmiş bir âlim olması hasebiyle Müellifimiz, Mâlikî mezhebinden isimlerle bu ittibâ silsilesine bir misal veriyor:

 

“Hattâ İbnü’l-Medinî -rahimehullah- (v. 234) diyor ki:

 

«(Hadis hâfızı ve fakih Abdurrahman) İbnü’l-Mehdî (v. 198) İmam Mâlik’in (v. 179) görüşlerini kabul ederdi. 

 

İmam Mâlik de Süleyman bin Yesar’ın (v. 107) görüşlerini kabul ederdi. 

 

(Medineli meşhur yedi tâbiîn fakihinden biri olan) Süleyman bin Yesar da Hazret-i Ömer’in görüşlerini benimserdi. 

 

Binâenaleyh, İmam Mâlik’in mezhebi, Hazret-i Ömer’in mezhebidir.”

 

Aynı şekilde;

 

Ebû Hanîfe’nin mezhebi de Hazret-i Ali ve Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anhümâ- Hazretleri’nin mezhebidir. Çünkü onların silsilesi de Hazret-i Ali’ye, Abdullah İbn-i Mes‘ud’a dayanıyor. Oradan da Efendimiz -aleyhisselâm-’a dayanıyor.

 

Zamanımızda -maalesef- mezhepleri ehemmiyetsiz addetmek için, şöyle soruyorlar:

 

“−Peygamberin mezhebi hangisiydi?”

 

Şu cevabı vermek lâzım: 

 

Peygamber «mezhep»tir. Mezhep gidilen yol demektir. Yani bütün mezhepler, Peygamber’e gitmeyi hedefleyen yollardır, usûllerdir. Gidilecek yer Peygamber -aleyhisselâm- iken; “Peygamber, Peygamber’e nasıl gider?” diye bir söz, abes bir söz olmuş olur. 

 

Demek ki; 

 

İmam Mâlik, Hazret-i Ömer’in yolundan Peygamber’e gidiyor.

 

İmam Şâfiî, İmam Mâlik’in talebesi. Bir yandan da Muhammed bin Hasen eş-Şeybânî’nin yani Ebû Hanîfe’nin talebesinin talebesi. 

 

Ahmed İbn-i Hanbel, İmam Şafiî’nin talebesi. Dolayısıyla hepsi Efendimiz -aleyhisselâm-’a bir silsile ile bağlanıyorlar.

 

Dikkat edilirse, mezheplerimiz, sahâbeye ulaşıyor. Sahâbe de, Kur’ân ve Sünnet pınarından doğrudan istifade edebilen bahtiyarlardır. Daha önceki maddelerde ifade edildiği üzere, Efendimiz tarafından tezkiye edilmiş nesildir. 

 

Tasavvufta da, tarîkat silsileleri dâimâ Hazret-i Ali, Selmân-ı Fârisî ve Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anhüm- Efendilerimize çıkar. Silsileler sık sık ehl-i beyt ile kesişir. Yani bütün yollar Rasûl-i Zîşân Efendimiz’e bağlanmış olur.

 

Fıkıh gibi daha zâhirî bir ilimde dahî bu iktidâ nûru ve fütûhatı lâzım ise, bâtınî / mânevî yönü çok daha hâkim olan tasavvufta bu bağın kurulması zarûrettir. 

 

Âşık Yûnus ne güzel hulâsa eder:

 

Niceler gittiler mürşid arayı,

Mürşide erenler, buldu çâreyi, 

Ne kadar okusan akı, karayı; 

Bir kâmil mürşide varmayınc’olmaz!

 

“Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, diyor ki:

 

«Hadis dinlemeyen (rivâyetle meşgul olmayan, nakil ile bir münasebeti olmayan), fakihlerle oturup kalkmayan (fıkıhtan bîhaber olan), ahlâk sahiplerinden de edep almamış olan bir kişi, kendisine tâbî olanları ifsâd eder»”

 

Demek ki; 

 

Kendisine tâbî olunacak bir kişi; rivâyetle meşgul olacak, dirâyetle meşgul olacak, bir de edep tahsil edecek… Bunları ikmal etmediyse, kendisine uyanları yoldan çıkarır. Çünkü onları nasıl sevk edeceğine dair nebevî, fıkhî ve ahlâkî ölçüleri tamamlamamıştır. Bilerek veya bilmeyerek yanlış yönlendirecektir. 

 

Müellifimiz, ittibâın ehemmiyetini bildiren şu âyet-i kerîmelerle bu maddeyi bitiriyor:

 

“Cenâb-ı Allah buyuruyor ki:

 

«De ki: «İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilerek Allâh’a çağırırız. Allâh’ın şânı yücedir. Ben, Allâh’a ortak koşanlardan değilim.» (Yûsuf, 108)

 

«İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun! 

 

Başka yollara uymayın! Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.» (el-En‘âm, 153)

 

Böylece anla!..”

 

Demek ki;

 

Hakka ittibâ edilecek;

 

Bâtıldan da içtinâb edilecek. 

 

Cenâb-ı Hak bizi Rasûlü’ne mânevî bir silsileyle bağlayacak hayırlı metbûlar nasîb eylesin. Nasib ettiği sâlih âlim ve mürşidlerin kıymetini idrâk edebilmemizi nasip buyursun!..