IRMAKTAN BİR AVUÇ İÇENLER

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

 

Cemiyet olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Dünyevîleşmenin bu kadar zirvede yaşandığı ve hastalık boyutuna geldiği bir devri bendeniz hatırlamıyorum, yaşı müsait olup hatırlayan varsa da bilemiyorum. Bu dünyevîleşme hastalığına çevremizde ne kadar insan varsa, kimi az kimi çok yakalanmış durumda. Kimseye aldığı yetmiyor, daha fazla kazanmak için yoğun bir çaba sarf ediyor. Herkesin dünyası; almak, satmak, gezmek ve dünyevî zevkleri sonuna kadar yaşamak olarak çerçevelenmiş durumda. Ticaretle uğraşan da sabit maaşı olan da hattâ yüksek maaşla çalışan da bu hastalığın pençesine düşmüş durumda. Gezdiğimiz, gördüğümüz, çalıştığımız muhitlerin hemen hepsinde; mevzu hep para, iktisat, dolayısıyla dünya.

 

Hâlbuki, bitmez tükenmez bir hazinenin anahtarını, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz elimize vermişti. Ne yazık ki kanaat hazinesinin anahtarını unutup, gönül dünyamızın kapısına kilit üstüne kilit vuruyoruz. İnsanlar; yaşadıkları sıkıntıları, başlarındaki dertleri elbette konuşmalı, paylaşmalı, bu sıkıntıların giderilmesi için çareler aramalılar, lâkin bütün enerjilerini bu yola hasredip, asıl meseleyi de ıskalamamalılar. Bu noktada kendimize; «Bu problemleri sadece biz mi yaşamışız? Bizden önceki insanlar ne yapmışlar, nasıl yaşamışlar, bu tür problemlerle karşılaştıklarında nasıl davranmışlar?» diye sormak îcap ediyor. 

 

Allah Teâlâ, Kur’ân’da kıssalar yolu ile bize çok güzel malûmatlar veriyor. Biz; kıssada anlatılan vâkıayı okurken veya dinlerken, hem o döneme ait tarihe şâhitlik ediyoruz, hem de o vâkıayı yaşayanların tecrübelerinden istifade edip eksikliklerimizi tamamlayabiliyoruz. 

 

Kur’ân’da anlatılan bu ibretli kıssalardan bir tanesi de Tâlût ve Câlût kıssasıdır. Bakara Sûresi’nde geçen kıssaya göre; idarecilerinden zulüm gören bir millet, başlarında bulunan peygamberden, kendilerine bir lider tayin etmesini talep ediyorlar ve başlarındaki idarecilere karşı mücadele edeceklerine dair söz veriyorlar. Kendilerine emir tayin edilip, savaş emri gelince, çok azı hariç çeşitli bahaneler ile va‘dlerinde durmuyorlar. Savaşa gidenler ise yolda çeşitli imtihanlara tâbî tutuluyor, çok az bir kısmı düşman ile karşılaşıyor ve Allâh’ın yardımı ile zafere ulaşıyorlar. 

 

Bu kıssa; madde ile mânânın gücü kıyaslandığında, mânânın galebe çaldığı çok güzel sahneler sergiliyor. Yine bu kıssa; insanın zaafları noktasında, ne kadar âciz bir mahlûk olduğunu da ibretle müşâhede ettiriyor. 

 

İnsan iki türlü şeyle sınanıyor. Ya elinde bulunanın şükrü ile veya elinde olmayanın sabrı ile. Zayıf düştüğünde; elinde imkân olmadığında, acziyetini fark edip önce kendinden güçlü ve kudretli bir varlığa sığınıyor, sonra da; «Bir gün bu imkânlar elime geçerse, şöyle yapacağım, böyle yapacağım…» diye bazen boyunu dahî aşacak sözler ve va‘dlerde bulunuyor. Bu hâli îzah sadedinde bir mütefekkirimizin; “Allah insanı iddiasından vurur.” gibi güzel bir ifadesi var. Tecrübe ile sabit, zaman dönüp dolaşıyor ve verilen sözlerin tutulma vakti geliyor.

 

İnsan, tabiat itibarıyla değişken bir varlık. Karşılaştıkları farklı durumlara göre, bazıları açık ve net tavır alıp, şahsiyetli bir duruş sergilerken, bazıları ise güç ve kuvvet karşısında hakkı olandan dahî vazgeçebiliyor. Hattâ; o güç sahibi ile anlaşıp, onun safına dahî geçebiliyor. Bahse konu kıssada da insanlar; kendilerine zulmeden, inançlarını rahat yaşamalarını engelleyen kişilere karşı bir mücadeleye girmeye niyetleniyorlar, ancak iş ciddîye binince, topukları üzerinde gerisin geriye dönüyorlar. 

 

Memleketimizde yaşayan müslümanların da dünyevîleşmekle alâkalı çetin bir imtihanları var. Uzun yıllar gerek eğitim gerekse inançların yaşanması noktasında baskılara maruz kalanlar, bugün rahatlık ve serbestliğin şükrünü edâ edememe noktasındalar. Başlarındaki örtü sebebi ile ağır bedeller ödeyenler, bugün o örtünün ciddiyeti ve ehemmiyeti noktasında ağır bir imtihan veriyorlar. Geçmişte; kıt ve kısıtlı imkânlar ile nice hizmetler yapanlar, infak ve sadakalar ile koca koca müesseseleri çevirenler, bugün sayısız maddî imkâna ve sınırsız güce kavuştuklarında verdikleri sözleri unutup, kısacık dünyalarını ve şahsî saltanatlarını süsleme telâşına düştüler.

 

Tâlût ve Câlût kıssasında en büyük imtihan, önlerine çıkan nehirdi; 

 

“Allah muhakkak sizi bir nehirle imtihan edecek…” (el-Bakara, 249) buyurmuştu. Nehre gelince, komutanları onların sadece bir avuç içmelerine müsaade etmişti. Bu emre çok azı itaat ettiler. Bir avuç içenler; doyup karşıya geçerken, fazla içenler bir türlü suya kanamadılar. İçtikçe içtiler, nihayetinde yürümeye dahî mecalleri kalmadı. 

 

Bizim imtihan ırmağımız da dünyalık imkânlar, maddiyat ve iktidarın gücü oldu. Az miktardakine kanaat etsek, nehri geçip donanımlı bir ordunun karşısına geçecek, Allâh’ın yardımı ile kalplerimizden korku alınacak ve; 

 

“Nice az topluluk, Allâh’ın izniyle sayıca çok topluluklara galip gelmişlerdir…” (el-Bakara, 249) müjdesine nâil olacaktık. Ama yapamadık. Önümüze çıkan ırmağın bir imtihan olduğunu hatırlayamadık. Allâh’ın kudreti ve nimetlerinin yanında bu ırmağın esâmesi bile okunmazken, biz çatlayacak kadar içmeyi ve tüm kaplarımızı doldurmayı mârifet zannettik. Hâlbuki biz âhirete tâlip olmalı ve az olana kanaat ederek, gerçek hayatımız için gayret etmeliydik. 

 

Allah Teâlâ; imkânları bazen daraltarak, bazen de genişleterek kullarını imtihan ediyor. Bugün müslümanlar olarak çok güçlü imkânlara sahibiz. Lâkin; imkânların az olduğu zamanlardaki gibi kaliteli insan yetiştiremiyor, bizden sonraki insanların istifade edebileceği eserler bırakamıyoruz. Zor zamanlarda yetişen insanlar; ilim-irfan dünyamızı beslerken, bu rahat ve bol ortamda, bizden sonraki nesillere, elle tutulur bir mîras bırakamıyoruz. Bunun en başlıca sebebi; karşımıza çıkan nehirden sadece bir avuç içmek varken, kana kana içmemiz ve karşı kıyıya geçemememizdir. 

 

İmtihan için geldiği dünya hayatında; karşısına çıkan maddî, mânevî düşmanlara karşı kalplerini sabırla dolduranlar ve Allâh’a olan îmanlarında sebat edenler, sonra da bu ikisine terettüp edenler, zafere ulaştılar. Bu insanlar Allah Teâlâ’ya olan itimatları sebebi ile muazzam güçleri tuz ile buz edebildiler. Yoklukta, sıkıntıda sebât eden ve Allâh’a itimat edenler, O’nun yardımına muhatap oluyorlar. Biz de karşımıza çıkan imtihanların bir hikmeti olduğunu idrâk etmeli ve nehrin karşısına geçmeye gayret etmeliyiz.

 

Allah Teâlâ karşımıza çıkan imtihanları gözlerimizi ve gönüllerimizi kaydırmadan hakkı ile atlatmayı ve kendi yardımına muhatap olmayı nasip eylesin. Âmîn.