EFENDİMİZ (S.A.S.)’DEN HOŞ LATÎFE

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

 

Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sütannesi ve dadısıdır. Kocası vefat edince Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Annemden sonra annem» buyurduğu bu yakınını Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- ile evlendirdi. Bu evlilikten Üsâme bin Zeyd dünyaya geldi. Yedinci asrın ortalarında vefat eden Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-’nın kabri Baki‘dedir.

 

*

 

Bir gün Ümmü Eymen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek; 

 

“–Bana binecek bir şey veriniz.” dedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“–Seni devenin yavrusuna bindireceğiz.” buyurdular. Ümmü Eymen; 

 

“–Yâ Rasûlâllah! O benim ağırlığımı çekemez ki, ben böyle bir binek de istemedim.” deyince Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“–Evet ben seni devenin yavrusuna bindireceğim, o seni çeker.” buyurarak kendisine latîfe etmişti.

 

Zira her deve, dişi bir deveden doğması sebebiyle devenin yavrusudur. (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, VIII/224; Ez-Zehebî, Siyer, II/225)

ZEHRE ŞİFÂ PANZEHİR

 

Hâtim el-Esam Hazretleri, Belh’te doğdu. Esam yani sağır denmesi; bir şey sormak için yanına gelen bir kadının bu esnada gayr-i ihtiyârî yellendiği, Şeyh Efendi’nin de kadını mahcup etmemek için o andan itibaren kadın vefat edene kadar; on beş sene, sağır taklidi yaptığı şeklinde bir hâdiseye mâtuftur. 

 

Horasan’daki hocalardan ilim, Şakîk-i Belhî Hazretleri’nden irfan tahsil etti. Çağdaşı Ahmed bin Hanbel, kendisiyle görüşerek ondan bazı tavsiyeler aldı. 

 

Zâhid, müttakî, muhlis, samimî, mütevekkil, mücâhid Hâtim el-Esam Hazretleri, 851’de Mâverâünnehir’de uzlet ettiği evde vefat etti. 

 

*

 

Bir gün hocası Hâtim’e şöyle bir sual sordu: 

 

“–Otuz senedir benimle berabersin. Bu süre içinde benden ne öğrendin?” Hâtim:

 

“–Şunları öğrendim ki bu da bana yeterli geldi. Çünkü ben kurtuluşumu bunlarla bekliyorum. 

 

1. İnsanların kendi hevâ ve heveslerine uyduklarını, nefislerinin arzularını derhâl yerine getirdiklerini gördüm. 

 

«Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için, şüphesiz cennet yegâne barınaktır.» (en-Nâziât, 40-41) âyetini hatırladım ve nefsimin arzularının hilâfına yöneldim. 

 

2. Bütün insanların, dünyanın sıradan şeylerini toplamak için koşuştuklarını ve avuçlarında onları sımsıkı koruduklarını gördüm. 

 

«Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir, Allah katındakiler ise bâkîdir…» (en-Nahl, 96) 

 

Bu âyeti öğrendiğimde; dünyadan elde ettiklerimi, Allah katında benim için bir hazine olması için sarf ettim ve ihtiyaç sahiplerine dağıttım. 

 

3. Bazı insanların şeref ve izzetlerinin kaynağının aşîret ve akrabalarının çok olmasında yattığını zannettiklerini ve bununla gururlandıklarını gördüm. 

 

«…Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, en çok takvâ sahibi olanınızdır…» (el-Hucurât, 13) 

 

Bunun üzerine ben takvâyı seçtim, Kur’ân’ın hak ve sâdık olduğuna inandım ve bu insanların bütün kuruntularının tamamen yanlış ve bâtıl olduğuna inandım. 

 

4. İnsanların birbirlerini kötülediklerini ve haklarında gıybet ettiklerini gördüm; Bunun sebebinin ise para, mevki ve bilgi konusunda birbirine duydukları hasetten kaynaklandığını anladım. 

 

«…Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık…» (ez-Zuhruf, 32) 

 

Bunun üzerine kimseye haset etmedim. 

 

5. Bazı sebeplerle insanların birbirlerine düşmanlık ettiğini gördüm. 

 

«Şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın…» (Fâtır, 6) 

 

Bu âyetten sonra anladım ki şeytandan başka kimseye düşmanlık etmek uygun değildir

 

6. Herkes aşırı bir gayretle rızık ve geçimleri için çalışıp çabalıyor; öyle ki bu hususta şüpheli ve haram olan şeylere giriyor, kendilerini alçaltıyor, değerlerini küçültüyorlar. 

 

«Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allâh’ın üzerinedir…» (Hûd, 6)

 

Bunun üzerine anladım ki rızkım Allâh’a aittir. 

 

7. Herkesin yaratılmışlardan bir şeye tutunup ona güvendiğini gördüm; kimisi paraya, kimisi mal ve mülke, kimisi de meslek ve sanata, bazıları da kendileri gibi olan diğer insanlara dayanıyordu. 

 

«…Kim Allâh’a güvenirse O, ona yeter…» (et-Talâk, 3) 

 

Bunun üzerine Allâh’a tevekkül ettim ve O bana yeter, dedim.” 

 

Hocası, bunları dinledikten sonra şu değerlendirmede bulundu: 

 

“–Allah senin başarını arttırsın. Ben bütün vahiyleri inceledim. Onların da bu mevzular etrafında döndüğünü gördüm. Bunlarla amel eden, bu vahiylerin hepsiyle birden amel etmiş gibi olur.” (Gazâlî, Eyyühe’l-Veled, s. 279-280; İhyâ, I, s. 93-94)

ŞERÎAT TARÎKATIN, TARÎKAT HAKİKATİN KABUĞUDUR

 

Şeyh Şâbân-ı Velî Hazretleri, on altıncı asrın başlarında Kastamonu Taşköprü’de dünyaya geldi. Hem öksüz hem yetim kalınca bir kadın sahip çıktı. Kastamonu’da başladığı İslâmî tahsili İstanbul’da Fatih Medreselerinde sürdürdü. İcâzet aldıktan sonra; içindeki boşluğu doldurmak, huzur ve sükûnete ermek maksadıyla tarîkata yöneldi. Ne var ki mânen kimseye bağlanamayıp memleketine dönmeye karar verdi. Yolda Bolu’nun mânevî rehberlerinden Hayreddîn-i Tokādî Hazretleri’nin sohbetine katıldı. Bu sohbetten gönlüne gelen feyz ve rûhâniyet tam da onun aradığıydı. Derhâl intisâb edip mürîdi oldu. On iki sene şeyhinin yanında kalıp seyr u sülûkunu tamamladı. Daha sonra Kastamonu’ya giderek halkı irşâd etti. Anadolu’nun dört büyük Allah dostundan biri sayılan (1-Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 2-Hacı Bektâş-ı Velî, 3-Hacı Bayrâm-ı Velî, 4-Şâbân-ı Velî) Şeyh Şabân-ı Velî, 4 Mayıs 1569 tarihinde vefat etti. Kabri, Kastamonu’dadır. Vefatına; 

 

Allâh’a hayran, 

Yoluna kurban, 

Elif çıkıp der: 

HAZRET-İ İNSAN (1569)  

 

tarihi düşürüldü.

 

*

 

Şâbân-ı Velî; dînin farz, sünnet, müstehap ve âdâbına uymada son derece dikkatli davranır, bunları tatbik hususunda îtinâ gösterirdi. Aynı şekilde hakikatin ve kemâlin ortaya çıkışının sebebi olan tarîkat amel ve âdâbına da öylece dikkat ederdi. Ayrıca tasavvuf erbâbının dilindeki; «Şerîat, tarîkatın kabuğudur.» sözünün mânâsını şöyle îzah eder: 

 

“«Şerîat, tarîkatın kışrıdır.» demek mecâzen dış kabuğudur demektir. Ancak sakın ha tarîkatla hakikati elde ettikten sonra; «Şerîat artık gereksizdir.» diyerek ilhâda düşmeyiniz (gerçek inançtan dönmeyiniz). Sakın ha; «Badem olgunlaşınca kabuğu soyulur ve dışarı gider. Çünkü istenilen şey çekirdeğidir ve içindeki yağıdır, kabuk ziyan olur ve gereksizdir, şerîat da böyledir.» demeyesiniz. Bu söz açıkça yanlış bir inanç, sapıklık ve küfürdür. Her ne kadar bademden kastedilen çekirdeği ise de ancak kabuğunun varlığı ve sağlamlığı ile badem olur. Kabuğu olmadan badem olmaz.” (Ömeru’l-Fuâdî, Menâkıb-nâme, vr. 38b-39b.) 

 

CESUR DURUŞ

 

Sultan II. Abdülhamid Han, 21 Eylül 1842’de İstanbul’da doğdu. On yaşında annesi vefat etti. Perestû Hanımefendi onu sarayda ihtimamla büyüttü ve yetiştirdi. 1876’da tahta çıktı. Döneminde; Kānûn-i Esâsî’nin kabulü, Meclis-i Meb‘usan’ın teşekkülü, İttihat ve Terakkî hareketleri, İkinci Meşrûtiyetin ilânı, 31 Mart Vak‘ası gibi mühim siyâsî hâdiseler yaşandı. Ulaşım, sağlık, sivil toplum, maarif, ziraat, matbuat alanlarında gönlünün ulaştığı her yere, güç ve imkânını seferber etti. Devleti baba şefkati ve ince siyasetiyle otuz üç sene idare eden Ulu Hakan 1909’da tahttan indirildi. Selânik’e gönderildikten sonra Balkan Harbi’nin patlak vermesiyle, 1912’de tekrar İstanbul’a getirildi. II. Abdülhamid Han, 10 Şubat 1918’de vefat etti. Kabri, Fatih Divanyolu’ndadır.

 

*

 

Çanakkale Harbi esnasında düşman donanmasının Marmara Denizi’ni geçebileceği endişesi ile tedbir olarak padişah ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamid Han; durumdan haberdar olunca, bunu büyük bir cesaret ve şecaatle reddederek;

 

“–Ben Fatih Sultan Mehmed Hân’ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans İmparatoru Konstantin’den aşağı kalamam! Dedem Fatih İstanbul’u alırken, Konstantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler! Fakat bilinmelidir ki; o ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!” dedi.

 

Nitekim onun bu kararlılığı karşısında padişah ve hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.