Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -30- SÛFÎ ve MEZHEP

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

MEZHEPSİZ OLMAZ!

 

Müellifimiz; önceki maddede, sahâbe, tâbiîn ve etbau’t-tâbiîn nesillerinin ehemmiyetini bildirmişti. Burada da mezhebe ittibâın ehemmiyetini şöyle ifade etmektedir:

 

Kırk Beşinci Kaide:

 

“Aslın şûbelere bölünmesi fer’in de böyle şûbelere, alt ayrımlara bölünmesine sebep olur. Bu sebeple de kişinin kendisini fıkıh, akîde ve tasavvuf sahasında bir temele bağlaması gerekir ki, ona müracaat edilebilsin.” 

 

Temelin dallara ayrılması, fürûatta da dallanmaya, alt bölünmelere yol açar. Bundan dolayı kişi fıkıhta amelî bir mezhebe intisâb etmelidir. Akîdede îtikādî bir mezhebe bağlanmalıdır. Tasavvufta da bir şeyhe, bir tarîkate müntesip olmalıdır. Böylece önceki maddelerde zikrettiğimiz; selefteki Peygamberimiz tarafından tezkiye edilmiş gruplardan birine, bir dala bağlanmış olacaktır. 

 

“Birçok kapısı olanın hiç kapısı olmaz.” denir. Yani gidecek çok yeri var ama sokakta kalıyor. Gidecek bir yeri varsa kişi, o eve sığınır girer.

 

Bu hakikati ifade için yine denilmiştir ki:

 

“Bir yerde sebatkâr olan, her yerdedir. Her yerde olan ise hiçbir yerde değildir.”

 

Bir başka ifade ile de;

 

“Sebât eden, nebat bulur, (meyve verir). denilmiştir. Sürekli saksısı değiştirilen bitkilerin ölmesi mukadderdir.

 

Yeter ki bulunduğu yer, şer‘-i şerîfe muvâfık bir terbiye mektebi olsun.

 

Öyle çok şeyhi olan kişi bocalar. Çünkü ittibâ için birini seçmediği için, karşılaştığı yol ayrımlarında bir yolu seçme işi nefsine ve şeytanına kalabilir. İşine gelmeyince; «Bağlı değilim.» deyip sıyrılır. Fıkıhta hep ruhsatları seçen birine dönüşür ki bu yolun sonu zındıklıktır, denilmiştir. 

 

Bu sebeple evvelâ tevhîd-i kıble yani bir mezhep, bir usûl, bir şeyh. 

 

–Bir insan birden fazla mürşidden, birden fazla tarîkatten istifade edemez mi? 

 

–Eder. Ama biri temel olur. Bundan dolayı eskiden ilmin bereketi, herkesin icâzet aldığı bir tane hocasının olmasıydı. Önünde diz çöktüğü, icâzet aldığı bir tane hocası olur. Ama tabiî ki ondan aldığı anahtarla herkesten istifade eder. Diğer icâzetler, teberrük icâzetidir. Yahut mertebe mertebe Fakat hep bir hocası olur, birinden ikmâl-i nüsah eder. Benzetecek olursak birinde ortaokulu bitirir liseye geçer. Diğerinde liseyi bitirir yüksek tahsile geçer. Fakat hep tevhid, yani birlik üzere…

 

Zerrûk Hazretleri; bu eseri daima tasavvufu, kaideler etrafında ele almak, tasavvuf fıkhını ortaya koymak üzere te’lif etmiştir. Onu bu ihtiyaca sevk eden anlayışları da şöyle tenkit ediyor:

 

«Sûfînin mezhebi yoktur.» diyenlerin sözü doğru değildir.”

 

“Sûfî arı gibidir, her çiçekten bal alır. Tek bir çiçekle yetinmez.” tarzında sözler üretilmiş. Fakat mezhebe ittibâ bir gerekliliktir, bir zarûrettir ve sûfîler de bundan vâreste değildir. 

 

Çünkü kişinin kafası karışır. Bir hasta da tedavi olacaksa bir doktora gider tedavi olur. Üç tane ayrı doktora gidip tedavi olursa; ilâçlar ve tesirleri birbirine karışır, muhtemelen hastalık daha da artar. Belki başka rahatsızlıklara yol açar. 

 

Meselâ, kanser tedavisinde -Allah muhafaza eylesin- farklı yollar, metotlar var.

 

Kemoterapi, kanserli hücreleri ilâçla yok ederek tedavi. 

 

Radyoterapi, kanserli hücreleri radyasyon ışınlarıyla yok ederek tedavi. 

 

İmmünoterapi; bağışıklık sistemini güçlendirmeye çalışarak, sağlıklı hücreleri takviye edip, hasta hücreleri bertaraf etmeye çalışan tedavi. 

 

Bu usûllerden hangisi, nasıl, hangi sırayla kullanılacaksa bir doktorun karar vermesi gerekir. Her biri ayrı ayrı karıştırılırsa, hiçbiri fayda vermez hâle gelir. Mes’ûliyeti de hiçbiri kabul etmez. 

 

Hazret; «Sûfînin mezhebi yoktur.» sözünü; «Ancak şu mânâda kullanılmışsa kabul edebiliriz.» diyor: 

 

“«Sûfînin mezhebi yoktur.» demek, «Bir mezhebin içinde, delilce veya maksatça veya ihtiyat bakımından vb. açılardan hâline uygun olan en güzelini tercih eder.» demektir.”

 

Meselâ sûfî, Hanefî mezhebindedir. Mezhebine göre abdestte başının dörtte birini mesh etmesi kifâyet eder ama ihtiyatlı olmak güzel olduğu için, sünnet olanı tercih etmek dervişliğe daha uygun olduğu için, kişi abdestte başının tamamını mesh eder. 

 

Başın tamamını meshetmek Mâlikî mezhebinde vâcibdir. Hanefî’de sünnettir. Bu kişi ihtiyaten sünneti, vâcib gibi devamlı yerine getirince Hanefîlikten çıkmış olmaz. Kişi bütün diğer mezheplerdeki; niyet, sırayı gözetme, besmele çekme, art arda kopukluk olmadan abdesti tamamlama gibi Hanefî’de şart olmayan esasları da yerine getirse, dört mezhebi cem ederek abdest almış olur. Daha ihtiyatlı hareket etmiş olur. 

 

Böylece anlıyoruz ki;

 

«Sûfînin mezhebi olmaz» sözü «Sûfîler; Hanefî olmaz, Malikî olmaz, Şâfiî veya Hanbelî olmaz.» değil, sünnet, müstehap, efdal bütün tamamlayıcı unsurları yerine getirerek, bütün mezhepleri cem ederek amel eder, demektir. 

 

Müellifin ifade ettiği «hâline uygun olan» kaydı mühim. 

 

Meselâ bazen -Allah muhafaza eylesin- kişi, vesvese hastalığına yakalanır. O zaman onun hâline uygun olan davranış, bu hastalığı bertaraf etmeye uygun olan mezhep neyse onu tercih etmektir. 

 

Meselâ adam; «Burnum kanıyor mu kanamıyor mu?» diye vesveseleniyor. Sürekli bakıyor, bakıyor… Namazda huşû kalmıyor. Ona denir ki:

 

“−Sen Şâfiîsin. Senin burnun kanadığında abdestin bozulmaz. Rahat ol!”

 

Bu durum vesvesesi geçene kadar devam ettirilebilir. Bu yaklaşım, Peygamberimiz’in vesveseyle mücadele hususunda hadîs-i şeriflerine de uygundur. Şeytana kapı aralamamak, prim vermemek lâzım.

 

İmam Zerrûk, büyük sûfîlerin dahî bir mezhebe intisâb ettiğine örnekler veriyor:

 

“İmam Cüneyd-i Bağdâdî (v. 270) mezhepte İmam Süfyân-ı Sevrî’ye (v. 161)

 

Ebûbekir Şiblî Hazretleri (v. 334), Mâlikî mezhebine; 

 

Ebû Muhammed Cerirî (v. 321) Hazretleri, Hanefî mezhebine; 

 

Hâris el-Muhâsibî (v. 243) Hazretleri, Şâfiî mezhebine bağlıydı. Bu zâtlar aynı zamanda tarîkat imamları, tasavvufun önderleri (olmakla beraber bir mezhebe de intisâb etmişler)dir.”

 

Bu diğer ilim sahalarında da mevcuttur. Kıraat imamlarının, akîde üstadlarının da fıkıhta birer mezhebe ittibâları vardır. Aksi de böyledir. 

 

“Bazıları da şöyle bir söz söylemektedir:

 

«Sûfîler fer’î meselelerde ehl-i hadîse tâbîdir.»”

 

Yani;

 

“−Onların mezhebi hadislerden okuduklarıdır.” veya bugünkü ifadeyle; “Selefîdirler.”

 

“Bu sözün anlamı;

 

«Bir sûfî, ihtiyata muhalif veya takvâya aykırı düşmedikçe, mezhebinin içerisindeki görüşlerden hadîse uygun olanla amel eder.» demektir.”

 

Meselâ Hanefî mezhebinde namazda Fâtiha okumanın hükmü vâcibdir. Bir kişi unutup vâcibi terk etse, namaz içinde hatırlasa sehiv secdesi yapar. Namazdan sonra fark ederse vakit içinde iade etmesi lâzımdır. Vakit geçmişse kabul olması umulur. Bu bâbda şu hadîs-i şerif vardır: 

 

“Fâtiha okumayanın namazı yoktur.” (Buhârî, Ebvâbu’s-Salât, 14; Müslim, Salât, 34)

 

Hanefîler; başka bazı delillerden dolayı, delâleti zannî bulmuşlar ve Fâtiha okumanın farz değil vâcib olduğunu söylemişlerdir. 

 

Fakat sûfî için ihtiyata uygun olan; Fâtiha’yı unuttuysa, namazı vaktin içinde de olsa dışında da olsa iade etmektir. Böyle yapmak ihtiyata daha uygun olandır.

 

Yine mezheplerde ruhsat ile cevaz verilmiş bazı şeyler vardır ki, verâ yani takvâ hassâsiyetine göre o ruhsatı terk etmek daha uygundur.

 

“Fakat bunu yaparken (mezhebin görüşleri içinde hadîse uygun, ihtiyatlı ve verâlı hareket ederken) de şu hususlara dikkat etmelidir:

 

Âlimlere ithamda bulunmamak lâzımdır. 

 

Ruhsatların peşinde de koşmamak lâzımdır.”

 

Yani yukarıda verdiğimiz misâle dönersek; «Hanefî âlimler hadislere ehemmiyet vermiyor.» gibi tenkitlere girmemek gerekir. 

 

Yine Müellifimizin ihtiyat ve verâ şartını unutmamak gerekir. Sûfî; hadîs-i şerîfe uygun tercihi, kolayına geldiği için seçmemelidir. Çünkü bazen Peygamberimiz ruhsatı göstermiştir. Bazen rivâyet sahihtir, fakat mensuhtur. Mezhebin görüşü daha ihtiyatlı ve verâlı ise ondan ayrılmamak gerekir. 

 

“Sühreverdî’nin (v. 632) (Âdâbü’l-mürîdîn adlı) sûfiyyenin ortak kanaatlerini ifade ettiği eserde (s. 13’te) zikrettiği gibi…

 

Diğer taraftan;

 

Sühreverdî’nin sözü, burada anlattığımız şekilde anlaşılmalıdır. Kaldı ki başka tasavvuf erbâbı da bu sözü söyler. Allah en doğrusunu bilir.”

 

Yani sûfîler sünnete tâbîdirler. Peki sûfîler sünnete tâbîdirler de mezhep imamları başka şeye mi tâbîdirler?

 

Hayır fakat mezhep imamlarının sünnet anlayışı o kadar derin bir anlayıştır ki bazen ehl-i tasavvuf onu kavrayamayabilir. Nihayetinde insanlar kavradıkları şeyle mükelleftirler.

 

Binâenaleyh bu noktada ulemâyı tenkit etmek yerine;

 

“Onların bir bildikleri vardır. Ben onların seviyesine gelemedim ama bu hadis dururken de ben bu hadisle amel etmeden geçemem.” deyip ihtiyatlı olanı yaparlar.

 

Buna biz «fetvâ ile takvâyı cem etmek» diyoruz.

 

Takvâ nedir?

 

Takvâ mümkün mertebe bütün mezheplerle amel etmektir. Şöyle ki;

 

Mesela Hanefî mezhebinde abdesti bozan beş şey var, Şâfiî mezhebinde yedi şey var. Bir müslüman yedisinden de abdest alırsa takvâya riâyet etmiş olur. Âlimlerin usûl cihetinden delilleri değerlendirmeleri ayrı bir meseledir. 

 

Bilhassa günümüzde bir mezhebe ittibâ zarûreti, Müellifin yaşadığı döneme göre çok daha fazla oryantalist ve modernist hücumuna uğruyor. Keyfî davranışlar yayılıyor. Bu sebeple bugün sûret-i haktan bile gözükse mezhebe muhalefet hususunda temkinli olmakta fayda vardır. Kendi mezhebinin içinde sünnet ve müstehaplara titizlik göstermek, ekseriyâ bu bâbda yeterli olacaktır.

 

Cenâb-ı Hak; fıkıhta olsun, akîdede olsun, tasavvufta olsun, bizi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bağlayan en güzel silsilelerden, tarîk ve mezheplerden, o nurlu yolların son halkaları olan ilim, irfan ve irşâd ehlinden istifade ettirsin, onların rehberliğinden bizleri mahrum eylemesin. Âmîn…