SABIR ve ŞÜKÜR

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

 

Cenâb-ı Hak bir kuluna; ilim ve takvâ ehli, sâlih ve sâdıklarla bir olmayı ve onları dost edinmeyi nasip etmişse, bu hâl o kul için çok şükretmesi gereken büyük bir nimettir.

 

Çünkü; ilim ve takvâ ehli insanlarla bir olmak insanın istikamet üzere yaşamasına, iyi ve güzel bir ahlâka sahip olmasına da vesiledir. Peygamber Efendimiz; 

 

“Kişi dostunun dîni üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 19; Tirmizî, Zühd, 45) buyurarak bunun önemini bildirmiştir.

 

Biz bu duygu ve düşünceyle, ilim ve takvâ ehli hocalarımızın derneğimizde yaptıkları «mütevelli» toplantılarını ve sohbet programlarını şükredilmesi gereken bir nimet olarak görür, ilim ve feyizlerinden yararlanmayı güzel bir nasip olarak kabul ederiz.

 

Bir gün böyle bir toplantıda muhterem bir hocamız bana hitap ederek;

 

“–Hocam sana bir soru soracağım, az çok edebiyatla ilgileniyorsun.” deyince;

 

“–Buyur hocam, sorabilirsin.” dedim.

 

Hocamız; bir konuya girmek için önce ortaya bir soru atar, sonra da o konuyu îzah ederdi. Bazen de okuduğu eserlerden önemli gördüğü yerleri not eder, o notları bize aktarırdı. Bazı zaman da arkadaşlar hocamızı konuşturmak onun ilminden faydalanmak için soru yöneltirler ve bu sayede önemli bilgiler edinirdik.

 

Ama bu sefer soru hocamızdan geldi. Bana;

 

“–Söyle bakalım;

 

Derman arardım derdime,

Derdim bana derman imiş.

Burhan sorardım aslıma,

Aslım bana burhan imiş.

 

diyen Niyâzi-i Mısrî ne demek istemiş. Bu şiirden ne anladın, bize îzah et?” dedi. Ben de; 

 

“–Hocam; bunun cevabını siz daha iyi bilirsiniz, ama yine de ben bildiğimi söyleyeyim dedim ve şöyle açıkladım: 

 

Bu konuyu iki şekilde açıklayabiliriz, birincisi;

 

Buradaki dert bizim bildiğimiz bir hastalık değil. Burada anlatılan; Hak dostlarının Allâh’a gerçek bir kul olma, Hakk’ın rızâsını kazanma, Hak aşkıyla yanma, fenâfillâh mertebesine erme derdidir. Bu derde kavuşması da onun devâsı oluyor ve yine tasavvuf âlimlerine göre; «Biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.» «Aslımız ne, nereden geldik, nereye gideceğiz?» gibi soruların cevabı da buradadır.

 

İkinci olarak da şöyle îzah edebiliriz:

 

Hasta olmak bazı insanları Hak’tan uzaklaştırır. Derdine sabredemez; «Niye bu dert beni buldu?» der. Hâline isyan eder, kaybedenlerden olur. Kâmil mü’minleri, ârif zâtları da dertler daha çok Hakk’a yaklaştırır. Bunun bir imtihan olduğunu bilir, hâline sabreder ve kazananlardan olur. Yani tasavvuf ehli büyük zâtlar için hastalık; «Hakk’a vuslat vesilesidir.» Bu dertlere sabredip Hakk’a yakınlık elde ederler. Bu sayede gayelerine ererler. Dertleri onların dermanı olur.”

 

Bu sırada bir arkadaşımız; 

 

“–Hocam; konu dertten açılmışken, sabır mı zor, şükür mü zor? Bize îzah etseniz.” dedi.

 

Hocamız da şöyle îzah etti:

 

“–Arkadaşlar aslında sabır da zordur, şükür de zordur. Bunlar biraz da kişiye göre değişir. Bizim gibi avamdan olanlar için «sabır» zordur. Meselâ yola çıksanız karşılaştığınız kişilere bunu sorsanız, belki de bin kişide bir kişi «şükür» zor der. İnsanların çoğu ise «sabır» zor der. Belâ ve musîbetlerin altından kalkmak kolay değildir. Her insan bunu kaldıramaz. Belânın da ilk ânında gösterilen tavır önemlidir. Peygamber Efendimiz’in de;

 

«Sabır, ancak musîbetin ilk başa geldiği anda olanıdır.» (Buhârî, Cenâiz, 231; Müslim, Cenâiz, 15) buyurması bunu gösterir.

 

İnsanlar «şükür» deyince dil ile yapılan şükrü yeterli zannediyor. Bu sebeple «şükrü» kolay zannediyor. Hâlbuki hikmet ehli ârif zâtlara göre «şükür» zordur. Çünkü Allâh’ın nimetleri sayamayacağımız kadar çoktur. «Bir nefese bile iki şükür gerekir.» fikrini düşünürsek sayısız nimetler karşısında insan, hakkıyla şükretmekten âciz kalır. Bunu bilen büyük zâtlar der ki: 

 

«Sabır her mü’minin, şükür er mü’minin kârıdır.»

 

Meselâ, seksen yaşına gelmiş bir insana; 

 

«–Sadece ‘göz’ nimeti için bu yaşa kadar hiç şükrettin mi?» Veya; 

 

«–Nasıl şükrettin?» diye sorulsa, alacağımız cevap belki de «hiç»tir. Seksen senede sekiz saat bile oturup «göz» nimeti üzerine tefekkür edip şükretmemiştir. Allâh’ın bize verdiği bu nimetleri O’nun rızâsına uygun kullanmak şuuruna bile ermemiştir.

 

Kur’ân’da; 

 

«…Ne kadar az şükrediyorsunuz?!.» (el-A‘râf, 10) buyurulmasından da şükrün zorluğunu ve insanların gafletini anlıyoruz. Ayrıca; 

 

«Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla yardım dileyin. Allah sabredenlerle beraberdir.» (el-Bakara, 153) beyanları da sabrın önemini bildirmektedir.

 

Sabır ve şükür konusunda Hak dostları için ise durum daha farklıdır. Onlar için belâ ve musîbetle nimetin farkı yoktur. Her iki durumda da rızâ hâlinde olurlar. Bu konuda Şakîk-i Belhî ve İbrahim bin Edhem arasında geçen şöyle bir konuşma var:

 

Şakîk-i Belhî, İbrahim bin Edhem’e;

 

«–Geçim konusunda ne yaparsın?» der. 

 

İbrahim bin Edhem;

 

«–Nimeti bulunca şükrederim, bulamayınca sabrederim.» der. Bunun üzerine Şakîk-i Belhî;

 

«–Bunu Horasan’ın köpekleri de yapar.» deyince, İbrahim bin Edhem ona;

 

«–Sen ne yaparsın?» der. 

 

O da;

 

«–Bulunca şükreder ve infâk ederim, bulamayınca da yine şükreder ve sabrederim.» der.

 

Bu konuda Yûnus Emre Hazretleri de;

 

Ne varlığa sevinirim,

Ne yokluğa yerinirim,

Aşkın ile avunurum;

Bana Sen’i gerek Sen’i.

 

diyerek duygularını ifade eder. Yani; ne varlık, ne yokluk, ne nimet, ne külfet onları ilgilendirmez. Onların tek istediği Allâh’a kavuşmaktır.

 

Bir başka Hak dostu da Hak’tan gelen her şeye râzı olduğunu şöyle ifade eder:

 

Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül yahut diken,

Ya hil‘at ü yahut kefen;

Nârın da hoş, nûrun da hoş,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Yalnız şunu da unutmayalım, böyle bir rızâ hâline sahip olmak herkesin harcı değildir. Biz; «Belâya sabır, nimete şükür» konusunda gayretli olmaya çalışalım.

 

Şunu da unutmayalım:

 

«Kahır gibi görünen birçok hâdise vardır ki, neticesi lütuftur. Lütuf gibi görünen bazı durumlarda vardır ki, neticesi acı bir hüsrandır.» Toplumda bu durum; «Hayır bildiğinde şer, şer bildiğinde hayır vardır.» diye söylenir.

 

Cenab-ı Hak da bu durumu Kur’ân’da şöyle beyan eder:

 

«…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir siz bilmezsiniz.» (el-Bakara, 216)

 

Bunun üzerine ben de hâfız kursumuzda şâhit olduğum ibret alınacak ve gıpta edilecek şu olayı anlattım:

 

Hâfız kursumuzda odamda otururken bir kızımız kapıma geldi;

 

“–Hocam müsaade ederseniz sizden bir isteğim olacak.” dedi.

 

“–Buyur kızım, ne istiyorsun?” dedim. Kızımız;

 

“–Hocam, hâfızlığı bitirmeme bir ay gibi bir zaman kaldı. Ama çok zorlanıyorum. Tamamlayamam, diye korkuyorum. Sizden duâ isteyecektim.” dedi.

 

“–Kızım korkma, ümidini de yitirme, zaten sona gelmişsin. Şimdiye kadar başarmışsın bunu da Allâh’ın yardımıyla başaracaksın.” dedim. Sonra da ona;

 

“–Sen bu hâfızlığa isteyerek mi geldin, ailenin zoruyla mı?” dedim. Ailesinin zoruyla gelenlerden bazılarının yapabilecek kabiliyetleri olduğu hâlde tamamlayamadıklarına şâhit oluyordum.

 

Kızımız durumunu şöyle özetledi:

 

“–Hocam biz kalabalık ve fakir bir aileyiz. Irgat olarak tarlada çalışırız, çapaya gideriz. Ben ortaokul son sınıftaydım, ailemle beraber çalışmaya ben de gitmiştim. Çapayı hızlıca yere vurunca ucu bir taşa denk geldi ve çapanın küçük bir parçası koparak şu gözüme girdi. Durumumuz iyi olmayınca özel hastahânelere gidemedik. Üç-dört gün böyle geçti. Gözümün ağrısı çok artınca da borç para bulup beni doktora götürdüler. Doktor da; «Geç kalmışsınız, yapacak bir şey yok!» dedi. Demir parçasını çıkardı ama, bir gözümü kaybettim.”

 

Kızımızın bu hâline çok üzülmüştüm. Üzüntümü yüzümden okuyunca bana;

 

“–Üzülmeyin hocam, ben başıma gelen bu felâketten dolayı Rabbime şükrediyorum. İyi ki gözüme bu demir parçası girmiş. Ben açık saçık bir kızdım. Dinle, îmanla ilgili hiçbir bilgim yoktu. Bu olay başıma gelince okulu bıraktım. Evimize yakın olan Gülistan Kur’ân Kursu’na yazıldım. Kur’ân’ımı ve dînimi öğrendim. Daha sonra hâfızlık yapan ablaları gördüm, onlara imrendim ve; «Ben de hâfız olacağım.» dedim. Şu anda hâfızlığım bitmek üzere. İşte hocam, başıma gelen bu felâket sebebiyle ben hem dînimi öğrendim hem tesettüre büründüm hem de hâfız oluyorum. Bu sebeple başıma gelen bu kazadan dolayı Rabbime şükrediyorum. Benimle birlikte şimdi ailem de İslâm’ı daha iyi yaşıyor ve beni de baş tâcı ediyorlar.”

 

Kızımızın bu belâya hem sabretmesine hem de şükretmesine gıpta ettim. Rabbimin ne güzel kulları var, dedim. Sonunda kızımız hâfız oldu gitti. Rabbim ondan râzı olsun.

 

Hamdolsun ki bir mütevelli toplantısı daha böyle ilim meclisine dönüşerek bizlere unutulmaz anlar yaşattı. Üç güzel hocamızdan faydalı bilgiler, güzel hâtıralar dinledik. 

 

Velhâsıl bu hocalarımızı hem dinledik hem de dinlendik. Onları dinleyerek güzel konular öğrendik. Tabiri câiz ise hem de demlendik. Çayın demini alıp kıvâma gelmesi gibi onların ilminden, takvâsından hisseler alarak feyizlendik. Huzura ve sürûra ermek için hâlleriyle hâllenmeye çalıştık.

 

Rabbim bu muhterem hocalarımızın; ömürlerine bereket, hizmetlerine bol ecir, çalışmalarına muvaffakiyetler ihsân eylesin. İlim ve takvâ ehli olanlarla her iki cihanda da beraber olmayı, onlarla dost olmayı ve dost kalmayı nasip eylesin.