MÜSLÜMAN EVİNİN MÂNEVÎ SİGORTASI

Hasan TOPBAŞ hasantopbas87@gmail.com

Geçtiğimiz ay ülke olarak, son asırda eşi görülmemiş çok büyük bir âfeti hep beraber yaşadık. Fakat, yedisinden yetmişine halkımızın göstermiş olduğu muazzam dayanışma neticesi; Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki, mahzun gönüllerin yaraları süratle sarılmakta. Rabbim aziz milletimize sabr-ı cemil ihsân eylesin; bu müşkül dönemden daha kuvvetli bir şekilde çıkabilmemizi nasîb eylesin.

 

Öteden beri zelzele ve yangın gibi âfetlerle ecdâdımızın da defalarca karşı karşıya kaldığı muhakkaktır. Buna rağmen, hâdiseler onların metânetini bozmamış; verenin de, alanın da O -celle celâlühû- olduğunun idrâki içerisinde, işlerini hakkıyla yapmaktan asla yılmamışlar ve en nihayetinde Cenâb-ı Hakk’ın muhafazasına muhtaç olduklarını da eserlerinde tam bir tevâzu ile göstermişlerdir.

 

Dolayısı ile, en güzel isimler kendisine ait olan Rabbimiz’in «Hafîz / حفيظ» yani «her şeyi koruyan» esmâsı ile bezenmiş hat levhalarını, evlerinin dış cephelerine asmaya ayrı bir ehemmiyet vermişlerdir. Zira, bina dahî olsa; her varlığın zâhirî bir yanı olduğu kadar bir de mânevî veçhesi vardır. Mevzubahis levhalar ile hem binalar ayrı bir zarâfete kavuşur, hem de görenler tefekküre ve ibret almaya sevk edilirdi. 

 

Sultan Abdülaziz devrinin meşhur devlet adamlarından, nüktedanlığı ile nam salmış Keçecizâde Fuad Paşa ile İngiliz sefîrinin arasında geçen şu nükteli konuşma, halkımızın bu mevzuya verdiği ehemmiyeti ne güzel anlatır:

 

Bir gün İngiliz elçisi İstanbul’u gezerken, hemen hemen her evin dış cephesine asılmış bu levhaların ne mânâya geldiğini sormuş, Fuad Paşa ise hiç teklemeden şu cevabı vermişti: 

 

“–Bunlar Osmanlı sigorta şirketinin levhalarıdır, ekselâns!”

 

Bu cevap üzerine hayreti daha da artan sefir ise;

 

“–Cirosu yüksek bir şirket olsa gerek, çünkü bütün evlerde görüyorum.” demekten kendini alamamıştır.

 

Ayrıca, «Yâ Mâlike’l-mülk / Ey Mülk’ün Sahibi» ve «Lehu’l-Mülk / Mülk onundur.» ve «Mâşâallah» levhaları da medeniyetimizde bina süslemelerinde yer almıştır. 

ESERE DAİR;

 HATTATI: Tuğrakeş İsmail Hakkı (ALTUNBEZER) Bey (1873-1946).

 

Hattat Mehmed İlmî Efendi’nin oğlu olarak 1873’te dünyaya geldi. Beş kuşağa kadar hattat yetiştirmiş olan Trabzonlu bir aileye mensuptur. İlk ve orta mektep tahsili esnasında, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin talebelerinden biri olan babasından hüsn-i hat dersleri aldı.

 

1890’da Dîvân-ı Hümâyun kaleminde vazifeye başladıktan sonra da hat sanatının zirve şahsiyetlerinden olan Sâmi Efendi’den sülüs ve dîvânî celî yazıları ile tuğra çekmeyi öğrendi. Buradaki mesaisi esnasında Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin resim ve hakk (oymacılık) şubelerine devam ederek 1897’de birincilikle mezun oldu. Önce babasından ve daha sonra Bahâeddîn Efendi’den tezhip sanatının inceliklerini öğrendi.

 

Hüsn-i hattaki kudreti sayesinde, resmî vazifesinde terfî ettiği gibi; ilâve olarak 1898 yılında «Üsküdar İdâdîsi»nin hüsn-i hat ve «Topkapı Rüşdîsi»nin resim muallimliğine tayin edildi. Bir süre sonra «Galatasaray Sultânî»si yazı muallimliğine nakledildi ve yedi sene hizmet etti. 1912’de tayin edildiği «İstanbul Dâru’l-Muallimîn»i yazı muallimliğine de on sene devam etti. Ayrıca «İstanbul ve Üsküdar Kız Sanat ve Nümûne İbtidâî»leri, «İstanbul ve tekrar Galatasaray Sultânî»lerinde hüsn-i hat ve resim hocalıklarını deruhte etti. Ayrıca «Medresetü’l-Hattâtîn»in kuruluşunda tayin edildiği tuğra çekme ve celî sülüs yazısı hocalığını, medresenin kapatılmasına kadar sürdürdü.

 

Sâmi Efendi’nin emekli olması üzerine «Dîvân-ı Hümâyun»da tuğrakeşliğe (resmî evraklara padişahın tuğrasını işlemekle mes’ûl vazife) terfî etti. Cumhuriyetin ilânında; 

 

“–Sizin vazifenizin karşılığı bizde yoktur, emekliliğinizi isteyiniz.” dendiğinden emekliye ayrıldı. 1928’de «Şark Tezyînî Sanatlar Mektebi»nde tezhip hocası ve ardından müdür muavini oldu. Mektebin 1936’da «Güzel Sanatlar Akademisi»ne dönüştürülmesi üzerine, «Türk Tezyînî Sanatlar Şubesi»nin tezhip muallimliğine getirildi.

 

Buradaki mesaisi esnasında hüsn-i hat ve tezhip sanatlarının yeni nesillere aktarılması için gayret sarf eden büyük üstad, son zamanlarında kanser hastalığına yakalanarak 1945’te vazifesini terk etmek zorunda kaldı ve 20 Temmuz 1946 tarihinde vefât ederek, Karacaahmet’te medfûn bulunan babasının yanına defnedildi.   

 

YAZILIŞ TARİHİ-İMZA BİLGİSİ: Hicrî 1353 – Mîlâdî 1935. Hattat İsmail Hakkı Bey, esere herhangi bir ibâre düşürmemiş ve ikinci ismi olan حقّي kelimesini imza olarak yeterli görmüştür.

 

YAZI TÜRÜ ve ESERDEKİ SANATLAR: Celî sülüs. Celî hat tarzı; sülüs hattına nazaran daha kalın ve iri yazıldığından bu isim ile bilinmekte olup, uzak mesafelerden de rahatlıkla okunabilmesi sebebiyle bilhassa son devir Osmanlı kitâbelerinde tercih edilir hâle gelmiştir.

 

Seçilen eseri tetkik edecek olursak:

 

Sanatkâr, «tetâbuk» adı verilen ve farklı harflerin benzer kısımlarının ortaklaşa yazılması şeklinde tarif edilen usûle müracaat etmiş ve يا kelimesindeki ا harfi ile ظ  harfinin müşterek kısımlarını birleştirmiş,

 

Ayrıca, eserin alt kısmında görülebilecek irtibatsızlığa mâni olmak maksadıyla, ح ile ف harflerini birbirine farklı bir tarzda bağlamış,

 

Yine, يا حفيظ ifadesinde bulunan iki adet ي harfine ait noktalarda ise, kare yerine dairevî bir form tercih edilmiş; bununla beraber ف ve ظ harflerine ait noktaların da karşılıklı olarak yerleştirilmesi neticesi, eserdeki estetik tamamlamıştır.   

 

TEZYİNAT UNSURU: Yazı çevresinde tezhip sanatı tatbik edilmiştir. Arapça «zeheb / altın» kökünden türetilerek sözlükte «altınlamak» anlamına gelen tezhip, yazma kitap, levha ve vesikaların bezenmesinde ezilmiş varak altın, çeşitli renkler ve motiflerin kullanılmasıyla tatbik edilen bir süsleme sanatımızdır. 

 

İslâm kitap sanatlarının en önemlilerinden biri olarak kabul edilen tezhip sanatıyla uğraşan kişilere «müzehhib» denilir. Türk-İslâm sanatları arasında asırlar boyu kullanım imkânı bulan tezhip sanatı; mimârîden yazma eserlere, cilt kapaklarından levhalara, madenî eşyalardan halılara varana kadar pek çok sahada sıklıkla kullanılmıştır. Kitap ve levha çalışmalarında birbirlerinden bağımsız düşünülemeyen, yazının bütünleyici bir parçası olan tezhipten bahsederken öncelikle hüsn-i hattan bahsetmek gereklidir. Hüsn-i hattı göz önüne almadan tezhip sanatının keyfiyetinin tam mânâsıyla anlaşılamayacağı da âşikârdır.

 

İlâveten, kendisinin de usta bir müzehhib olduğundan bahsettiğimiz Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey’in yukarıda zikrettiğimiz eserini kendisinin tezhiplemiş olması ihtimali yüksektir. 

 

Eserin çevresinden başlayıp, dıştan içe; yani yazının bulunduğu kısma kadar tafsilâtlı ve uyumlu bir şekilde bu sanatımız icrâ edilerek, yazının seyir zevkinin daha da yüksek bir hâle gelmesi sağlanmıştır.