Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -21- GAYELER ve MEŞREPLER

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

YARDIMLAŞMAK NEREDE, KİMİNLE?

 

Müellifimiz; ilim tahsiliyle alâkalı bâbın sonunda, yardımlaşmanın ehemmiyeti ve kimlerden istifâde edilebileceğini dile getiren bir kaideyle devam ediyor:

 

Otuzuncu Kaide:

 

“Bir şey üzerinde yardımlaşmak, onun talebini, (elde edilmesini) kolaylaştırır. Nefse zor gelen meşakkatleri, yorgunlukları hafifletir.”

 

Yani talebeler birbirlerine yardım ederlerse; o ilimde talepleri, netice almaları kolay hâle gelir.

 

“Bundan dolayı insanlar, yardımlaşmaya alışmışlardır.” 

 

Nefisler sağladığı kolaylık sebebiyle yardımlaşmaya ülfet ederler.

 

“Öyle ki; 

 

«-İyilik ve takvâ üzere» yardımlaşmak, 

 

«-Günah ve taşkınlıkta, saldırganlıkta» ise yardımlaşmamak emredilmiştir. Her hususta bu esasa riâyet etmek gerekir.” 

 

Müellifimiz şu âyet-i kerîmeye atıfta bulunmakta:

 

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰىۖ  وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۖ

 

“…İyilik ve (Allâh’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın!..”
(el-Mâide, 2)

 

Binâenaleyh iyilik ve takvâ olan her sahada yardımlaşmaya dikkat etmek lâzım.

 

“−Ben kendi işimi kendim hallederim. Kimseye ihtiyacım yok! Ben tek başıma bu işleri çözerim!” dememek lâzım.

 

Niye? Çünkü emr-i ilâhî; “Birbirinizle yardımlaşın!” diyor. Tek başına yapabilecek olsan dahî, Cenâb-ı Allâh’ın emrini tutmak adına muhakkak o işte başkalarıyla iş birliği yapmaya gayret etmelisin. Fakat yanlış, günah ve kardeşliğe zarar veren bir meselede ise yardımlaşmak olmaz. 

 

“Efendim Ebû Abdullah bin Abbâd* -rahmetullâhi aleyh-’in şu tavsiyesi de bu bâbda söylenmiş bir sözdür:

 

«−Size öyle bir tavsiyede bulunmak istiyorum ki; 

 

•Onu ancak idrâk etmiş ve yaşamış kimse takdir eder, anlar, kıymetini bilir. 

 

•Ancak gafil olup, gözü perdelenmiş olan bir kimse bundan uzak durur, bunu ihmal eder. 

 

(Nasihatim şudur):

 

İlmi tahsil edeceğiniz kişi, beraber ilim okuyacağınız kişi şunlardan biri olmasın:

 

−Mütekebbir: (Böbürlenen, kibirlenen, caka satan)

 

−Bid‘atçi: (Sünnete uymayan, bid‘atler çıkaran)

 

−Mukallit: (Kendisi işin uzmanı olmayıp bir başkasının sözlerini ve görüşlerini tekrar eden)

 

Kibirli biri(yle ilim hususunda yardımlaşmayın.) 

 

Çünkü; kibir, âyet ve ibret konularını anlamaya mâni bir karakterdir.” 

 

Cenâb-ı Allah, tevâzu ehline sırlarını açar. Tevâzu ehli; âyetleri idrâk eder, hikmet ve ibretlere âşinâ olur. 

 

Binâenaleyh bir kimse kibirli ise; onda istifâde edilecek bir ilim ve ibret yoktur ki, onunla yardımlaşmaya gerek olsun.

 

“Bid‘at, (yani ehl-i sünnet yolundan sapmak, sahibini de yardımlaştığı kişileri de) büyük belâlara düşürür.”

 

Bu belâları maddî ve mânevî olarak düşünebiliriz. Böyle bir kişi, hak ve hakikatten uzaklaşacağı gibi, yanındakileri de -Allah muhafaza etsin- sapıklığa sevk eder.

 

Taklit, (yani anlamadan, kavramadan bir başkasının sözlerini tekrar etmek ise) neticeye ulaşmayı, arzulananı elde etmeyi engelleyen bir bağdır.”

 

Sonuç alamazsın. Soru sorarsın; metnin dışına çıktığın için sorunun cevabını alamazsın. Binâenaleyh işin uzmanı birinden okumak, tahsil etmek gerekir.

 

“Sözünün devamında şöyle derdi:

 

“−Zâhir (ilim) ehlinden birine, bâtın (ilim) ehlinden biri aleyhine (konuşturacak) bir delil vermeyin!”

 

Mevzumuz, ilimde yardımlaşmak idi. Tasavvuf ehlinden biri; bu ilimden anlamayan, zâhir ulemâsıyla meseleleri müzâkere etmek isterse, çok dikkatli olmalıdır. İlk anda anlamakta zorlanacakları meseleleri zâhir ehli ile tartışmak yahut amelde gevşeklik göstermek, onların eline bir koz vermek anlamına gelir. 

 

Bu tavsiye ve nasihatlerden sonra Şeyh Ahmed Zerrûk diyor ki:

 

“Ben ise (buna ilâveten şöyle diyorum):

 

−(Mutasavvıfların) zâhir ilim erbâbını, (bâtın ilmi erbâbının) aleyhlerine değil, bilâkis, lehlerine hüccet kılmaya, (yani onları kendi taraflarına çekmeye, destek olacak hâle getirmeye) gayret göstermeleri gerekir.”

 

Yani tasavvuf ehli; fıkıh, kelâm gibi zâhir ehlini düşman bellememeli, onları kendi taraflarına çekmeye çalışmalı. Çünkü olması gereken budur. Buraya kadar birçok kaidede de bu beraberlik ve karşılıklı ihtiyaç vurgulanmıştı. 

 

“Çünkü zâhirden tecrid edilmiş her bâtın (arayışı) bâtıldır.” 

 

Fıkhın cevaz bulamadığı, şerîatin zâhirinin yaşanmadığı her türlü tasavvuf anlayışı; bâtıldır, geçersizdir, yok hükmündedir, zındıklıktır. 

 

Yani îtikad düzgün değil, âhiret anlayışı savrulmuş, sahâbeye dil uzatılıyor. Namaz yok, oruç yok; tesettüre riâyet yok. Ama neymiş bâtın ilmiymiş. Böyle bir bâtın ilmi, ehl-i sünnet içerisinde yok. Onun için bırakın; «Fukahâya malzeme vermeyelim, onlarla irtibat kurup sırlarımızı onlarla paylaşmayalım!» demeyi, bilâkis fukahânın dediklerini yapmalı ve tasavvuf erbâbı bu yönüyle fukahâyı yanlarına almalıdır.

 

“(Zâhire uymayan bâtın) hakikatten de uzaktır. Çünkü hakikat dediğimiz, şerîat ile bağlanmış olandır. Şerîate sıkı sıkıya bağlanmış olandır. Böyle anlamalıdır.”

 

Şerîat ile bağdaşmayan, şerîate bağlanmamış olan bir hakikat, hakikat değildir. Anla!

 

Zaman zaman tasavvuftaki «şerîat, tarîkat, hakikat, mârifet» mertebelerine atıfta bulunarak; sanki, hakikat ve mârifete ilerleyen, terakkî eden kişilerin, şerîatı artık geride bıraktığı şeklinde, son derece bozuk ve bâtıl bir anlayış ileri sürülüyor. Hâlbuki bu mertebeler birbiri üzerinde yükselen esaslardır. Yani en yüksek mertebe de, yine şerîat üzerinde yükselir. 

 

İmâm-ı Rabbânî’den bir misal verelim:

 

“İnsanın bâtını, zâhirini tamamlamaktadır. Zâhir ile bâtın, birbirinden kıl kadar ayrılmaz. 

 

Meselâ, 

 

Ağız ile yalan söylememek İslâmiyet’tir. (şerîattir) 

 

Yalan söylemek arzusunu; zahmet çekerek, uğraşarak, kalpten çıkarmak tarîkattir. 

 

Yalan söylemenin kalbe gelmemesi de hakikattir. 

 

Görülüyor ki;

 

Bâtın işi, yani tarîkat ve hakikat; zâhir işini, yani İslâmiyet’i tamamlamaktadır. (Onun dışında bir şey değildir.)

 

Tarîkat yolcularına, yolculuklarında İslâmiyet’e uymayan şeyler görünür ve gösterilirse, bunlar, o andaki sarhoşluktan ve hâl denilen şuursuzluğun artmasından dolayı olur. Sâliki (tasavvuf yolcusunu), bu makamdan geçirir, uyandırırlarsa, İslâmiyet’e uymayan hiçbir şey kalmaz.” (Mektûbât, 41. Mektup)

 

Şimdi akla şu gelecektir: 

 

Fıkıh, kelâm gibi zâhirî ilimler ile tasavvuf yani, ilm-i bâtın arasındaki fark nedir o zaman? 

 

Müteâkip kaidede Müellifimiz bunu anlatıyor:

 

Otuz Birinci Kaide:

 

“Fıkıh, umûm-ı nâs için ahkâmı ispat maksadıyla vardır.”

 

Yani fıkhın varlık sebebi; bütün insanlara Allâh’ın hükümlerini anlatmaktır, uygulamaktır. Fıkhın muhatap kitlesi bütün müslümanlardır. Hattâ bütün insanlardır. Nitekim fıkıh, İslâm devletinin hukuk nizamını teşkil eder. Orada müslüman olmayan teb’a da vardır. Onlara da fıkıh üzerinden dînin bazı hükümleri tatbik edilir.

 

“Fıkhın ekseni, sıkıntıyı bertaraf edecek olanı ispat etmektir.”

 

Yani fıkıh, insanları sorumluluktan kurtarmak maksadını güder. 

 

Meselâ;

 

“–Namazını şöyle kılarsan namazın sorumluluğu senden düşer. Orucunu şöyle tutarsan oruçla ilgili sıkıntı söz konusu olmaz. Alışverişini şu şartlara, şu kaidelere uygun yaparsan alışverişin geçerli olur.

 

Fıkhın muhatap kitlesi bütün insanlardır, bütün müslümanlardır. Hedefi de varmak istediği sonuç da insanları sıkıntıdan kurtarmaktır.

 

Hani muhasebeciler; devlete karşı mükellefleri, sorumluluktan, suçlu pozisyona düşmekten kurtarmaya çalışırlar. Avukatlar ve hukukçular da topluma karşı, devlete karşı müvekkillerini suçlu duruma düşmekten kurtarmaya çalışırlar.

 

Fıkhın maksadı da sıkıntıyı bertaraf etmektir. Allah katında ve toplum nezdinde sıkıntılı durumu ortadan kaldırmaktır. 

 

Yani dikkat edilirse, mükemmeli ve ideali aramaktan ziyade, asgarî çizgiyi belirliyor. 

 

“Tasavvufun ise beklentisi, uzak hedefi, kemâli talep etmektir.”

 

Yani hakikî anlamda kul olabilmektir. Cenâb-ı Allah bizi kul olmamız için yarattı. Binâenaleyh bizden kulluk bekliyor. İşte kâmil anlamda kul olabilmek, tasavvufun gayesidir.

 

“Onun nihâî kaynağı, varmayı hedeflediği nokta en mükemmeli gerçekleştirmektir. Hüküm ve hikmet bakımından en mükemmeli elde etmektir.”

 

Yani tasavvuf yoluna giren bir kimsenin hedefi hakikat-i Muhammediyye’yi yaşamaktır. Muhammed -aleyhisselâm-’da tecellî eden hakikî kul olabilme kıvâmına gelebilmektir. Hakikaten bunu gerçekleştirmek mümkün değil. Nitekim Efendimiz -aleyhisselâm- bile, bu noktada aczini ifade etmiş. Fakat tasavvuf bunu hedef olarak koyar. «Varamasam bile yolunda olayım.» der.

 

Binâenaleyh fıkhın alanı daha dar ve hedefi daha basittir. Yani insanlar Allâh’a karşı borçta olmasınlar. Allâh’a karşı suçlu duruma düşmesinler. Ama tasavvufun hedefi, suçlu olmak, borçlu olmak bir kenara Allâh’ın bizden murâdı olan hakikî bir kul olabilmektir. En azından onun için gayret etmek yani hükmen öyle olabilmektir veya o hikmeti yaşayabilmektir.

 

“Usûl, (akāid ilminin baktığı alan) nefy ü ispattır. Akāidin şartı nefy ü ispattır.”

 

Yani var olduğu bilinen şeyleri var kabul etmek. Yok olduğu bilinen şeyleri de yok kabul etmektir. Cenâb-ı Allâh’ı kemal sıfatlarıyla muttasıf görmek yani bütün güzelliklerin ve kemâlin Allah’ta olduğunu ispat etmek; bütün noksandan, kusurdan da berî olduğunu ikrâr etmektir.

 

“Kelâm / akāidin hedefi bu mücerred inancı gerçekleştirmektir, elde etmektir.

 

«Herkes kendi meşrebini anlamış, bilmiştir.» Sen de anla ve kavra!”

 

Son ifadelerinde İmam, Bakara Sûresi 60’ıncı âyetten iktibasta bulunmuş. 

 

Hazret-i Musa; kavmi kendisinden su isteyince, mûcize olan asâsını, Allâh’ın emri ile taşa vurdu ve 12 pınar fışkırdı. İsrâiloğullarını oluşturan 12 kabîleden her biri hangi pınarın kendi kabîlesine ait olduğunu bildi ve oradan içti. Meşrep kelimesi «su içilecek yer» demek olduğu gibi, Türkçemize de geçtiği mânâsıyla, «usûl, tarz ve tavır» mânâsına da gelir. Fakih, usûlcü ve mutasavvıf, her biri kendi tarz ve üslûbunu bilmiş, bulmuş ve oradan istifâde etmektedir. Her biri haktır. Sadece hitap ettikleri kitle, hedef, medar ve üslûp bakımından farklılıkları vardır. 

 

Hulâsa edersek;

 

Fıkıhçının hedef kitlesi çok geniş. Herkesi içine alıyor. Gayesi bu sebeple daha dar: İnsanları mes’ûliyetten kurtaracak, borçtan âzâd edecek noktayı öğretiyor. Bu sebeple derinleşmiyor. Zira en mükemmeli göstermeye yoğunlaşsa, büyük kitleden birçoklarına hitap edememiş olacak. 

 

Mutasavvıf ise, o büyük kitleden, sadece mes’ûliyetten kurtulmayı değil, en mükemmele ulaşmayı hedefleyen daha dar bir zümreye hitap ediyor. 

 

Usûlcünün işi ise, inanç sahasındadır. İkrâr edilecek, inanılacak ve reddedilecek esasları binâ ediyor. 

 

Bu mânâda en başta îman gelir, sonra amelin fıkhî çerçevesi bilinir, sonra mükemmellik aranır. 

 

Nitekim İmam Rabbânî Hazretleri de şöyle der:

 

“Tarîkattan önce ehl-i sünnet inancına sahip bir inanç sahibi olmak gerekir. Sonra fıkhın hükümlerini yaşayıp, tatbik etmek gerekir. Ondan sonra da tasavvufî incilere, hakikatlere yol almak gerekir.”

 

Cenâb-ı Hak, cümlemize; rızâsına erişmek yolunda, kendilerinden istifâde edeceğimiz, onlarla iyilik ve takvâ üzere yardımlaşabileceğimiz, hayırlı hocalar, talebeler ve kardeşler ihsân eylesin. Îman selâmetinden ve kulluktan ayırmasın, kâmil bir mü’min olabilmenin tâlibi eylesin. Âmîn…                    

 

________________________________________

 

* Ebû Abdillâh Muhammed bin İbrâhîm bin Abdillâh en-Nefzî er-Rundî (ö. 792/1390) Ğaysü’l-Mevâhib adlı eseriyle tanınan Şâzelî şeyhidir. Hayatı hakkında tafsilâtlı bilgi için DİA bakılabilir.