Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -20- TAHSİLİN USÛLÜ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

YORDAMIYLA ÖĞRENMELİ

 

Müellifimiz sadece tasavvuf ehli değil, bütün ilim yolcuları için geçerli, ilim tahsilinin usûl ve esasına dair bir kaideyle devam ediyor:

 

Yirmi Dokuzuncu Kaide:

 

“Her şeyin bir yolu, yordamı vardır.”

 

Her şeyin bir yolu, yordamı, usûlü ve âdâbı vardır. Yolu ve yordamınca yapılırsa netice verir. Usûlüne uyulmazsa neler olacağı da kaidenin devamında dile getirilecektir. 

 

“İlmin başlangıcında onun şartı, dinlemek ve kabul etmektir.” 

 

Şart, varlığı şart koşulduğu şeyin varlığına bağlı olan demektir. Dinlemek ve kabul etmek varsa ilim vardır. Talebe dinlemez ve kabul etmezse ilim yolculuğunda daha baştan kaybeder. 

 

Binâenaleyh ilim talebesi, yeni eğitim alıyorsa önce oturacak, hocanın dizinin dibinde hocasının söylediklerini dinleyecek, kabul edecek, baş tâcı edecek. Daha baştan itiraz etmeyecek. 

 

Şimdi «sorgulayan talebe» ve benzeri övücü lâflarla, talebenin ilim yolculuğunu daha baştan mahvediyorlar. Sorgulamak, itiraz etmek, sebebini ve hikmetini araştırmak yok mu? Var ama daha işin ABC’sinde değil. Önce temellerin oturması lâzım. Önce dinlemek ve kabul etmek gerekir. 

 

“Sonra tasavvur gelir, yani talebe zihninde o ilmi canlandırabilecek.”

 

Öğrendiklerine zihninde bir sûret verecek, zihninde evirip çevirebilecek, yani «dinlemek ve kabul etmek» meselesini, idrâk ile derinleştirecek, benimseyecek. 

 

“Sonra tefehhüm gelir, yani anlayacak.” 

 

İyice anlayacak, sindirecek ve hazmedecek. 

 

“Sonra ta‘lîl ve istidlâl gelir, yani gerekçelerini, sebeplerini bulacak. Delillerine dayandıracak.” 

 

Başta kabul vardı, şimdi sebepleriyle ve delilleriyle öğrenecek.

 

“Sonra amel ve neşir gelir. Yani o öğrendikleri ile amel edecek. Sonra bildiklerini, öğrendiklerini, amel ettiğini yayacak.” 

 

Amel; tatbik etmek, uygulamaktır. Bir ilmi, başkasına yayacak, anlatacak, öğretebilecek seviyede bildiyse, ancak o zaman öğrenmiş demektir. 

 

Daha önce başka bir maddede, amel-ilim münasebetini ele almıştı. İlmiyle âmil olmayan birinin öğretmesi, problemli bir öğretme olur. Bu zâhirî ilimlerde de böyledir. Teorinin pratik hâle aktarılmaması, o bilginin âfâkî, kâğıt üzerinde, tatbikten uzak bir proje olarak kalmasıyla neticelenir.

 

Binâenaleyh;

 

“Bu sıralama bozulacak olursa, kişi, ilmin hakikatine ulaşmaktan mahrum kalır. Çünkü usûlünce hareket etmemiştir.”

 

Demek ki; 

 

Hakikî mânâda ilim tahsil edebilmek için bu sıralamaya riâyet etmek gerekir. 

 

İlmin başında dinleme ve kabul olduğuna göre; talebeler, o dönemde işin tam mânâsıyla ehli hocalarla muhatap edilmeli. Hâlbuki ekseriyâ tersi düşünülür: «Bunlar daha acemî; stajyer bir hoca, idare eder.» denilir. Stajyerlerin acemîliği, verileni sorgulamayacak bir talebe grubuna yansıtılmış olur ki, bu doğru olmaz.

 

Bilâkis, bu dönem, hoca ne diyorsa dinleyip kabul etme merhalesi olduğu için; usta, ne dediğini bilen ve işin özünü tam mânâsıyla verebilen öğreticiler olmalıdır. 

 

Sıralama mühimdir. Benimsemeden, zihinde tasavvur edip, iyice anlamadan sebep ve delil arayışına girişmek, talebenin zihnini allak bullak eder. Zamanımızda ilâhiyat tahsilinde, henüz başlangıçtaki talebeye, birçok ihtilâf, şâz / istisnâî görüş boca ediliyor. Ortaya henüz ibaresini bile okuyamadığı âlimleri sorgulayan (!) talebeler çıkıyor. 

 

“Bu anlattığımız şekilde usûlünce tahsil görmediği hâlde âlim olduğunu iddia eden kişi, gülünç bir hâle düşer.”

 

Yani insanları kendine güldürür. 

 

Bu memleket, bir ıstılah olan «garîb hadîs»i, «tuhaf hadis» diye tercüme eden profesörler gördü. Maalesef günümüzde bu duruma düştüğü hâlde mahcup olmayan kişiler de var.

 

“Bir tahsil görmüş ama onu kendine mâl edememiş, tasavvur edememiş, zihninde oturtamamış, tam idrâk edememiş kimsenin de itibara alınacak bir yanı yoktur. 

 

Tahsil görmüş, zihninde de biraz canlanmış ama tam mânâsıyla anlamamış ise, bu kişi, bu ilmi başkasına anlatamaz, başkasına faydalı olamaz.”

 

Nasıl anlatacak? Kendisi hazmedememiş, kendi tam idrâk edememiş, kavrayamamış. Onun için derler ki:

 

“Yarım doktor, candan eder. Yarım hoca, dinden eder.”

 

Yarım üstat da adamı ilimden soğutur.

 

Hasan bin Ziyâd el-Lü’lüî adında Hanefî mezhebinin müçtehidlerinden, Ebû Hanife’nin talebelerinden bir zât vardır. 60-70 gibi ileri yaşlarda ilim tahsiline başlamış. Şöyle anlatıyor:

 

“−Ben filân hocaya giderdim. Anlatırdı, ben bir şey anlamazdım. Anlamadığımı söyleyince de; 

 

«–Sen git bir marangozun yanına çalış! Bir sanatkârın yanına git sanat öğren. Bu işler sana göre değil!» derdi. 

 

Fakat Ebû Yûsuf’un yanına gidince, o, tatlı lisânıyla bana anlatırdı ve ben anlardım.” -rahmetullâhi aleyhim ecmaîn-

 

Demek ki insanın, kendisi güzelce anlayınca başkasına da anlatabilmesi mümkün oluyor. 

 

Eğer bir hocanın anlattığı anlaşılmıyorsa; kendisinin de bir anlama problemi var, demektir.

 

“Kişide ilim var fakat delilden, hüccetten yoksun ise; muhatabı, gönül rahatlığıyla bu bilgiyi kabul edemez.” 

 

Hoca çok güzel anlıyor, anlatıyor ama; 

 

“–Neye dayanıyorsun, delilin ne?” diye sorulduğunda delil gösteremiyor, hüccet beyan edemiyorsa, talebelerinin dile getirdikleri itirazlarına ve dile getirmedikleri mukadder suallerine cevap veremiyorsa, gönülleri tatmin edemez. Soru işaretleri bırakır. 

 

“Meyve vermemiş bir ilim ise, akîmdir.”

 

Yani buraya kadar sayılan şartları taşıyan bir ilim var lâkin meyve vermemiş, yani amel yok. O da akîmdir yani kısırdır, faydasızdır, fayda vermeyen bir ilimdir.

 

Ağaçtan gaye, meyvedir. İlimden gaye de amel ve tatbikattır. Meyve vermesi gereken bir ağaç, yıllarca uğraşılmış, ağaç boylanmış, çiçek açmış, yaprak vermiş fakat meyve ortada yok, burada bir problem var demektir. Bütün emekler boşa gitmiş, çalışmalar hebâ olmuş demek değil midir?

 

Müellifimiz yine ilimle ilgili çok hayâtî bilgiler vermeye devam ediyor:

 

“Müzâkere etmek, ilmin hayatıdır.”

 

Yani medresede iki talebenin veya 4-5 arkadaşın baş başa verip bir mevzuyu kendi aralarında müzâkere etmeleri; birbirlerine tekrar tekrar anlatmaları ilmin can damarıdır, hayatıdır. İlim bu sayede canlanır. 

 

“Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan çıkar.” denilmiştir. Yani nasıl bulutlardaki elekt­riğin çarpışmasından şimşekler parıldıyorsa, fikirlerin çarpışmasından da hakikat pırıltısı ortaya çıkar. Bedîüzzaman, bu sözü «telâhuk-i efkâr / fikirlerin iç içe geçerek birbirlerinin eksiğini tamamlaması» diye yumuşatır. 

 

Müzâkere, bir miktar münâzara ve cidal de ihtivâ edeceği için Müellifimiz şu îkazda bulunuyor:

 

“Lâkin bu müzâkerede bulunan arkadaşlar, insaf ve tevâzu üzere olmalıdır.”

 

İnsaf, hakkāniyet demektir. Eğer arkadaşın bir meseleyi güzel anlattıysa onu kabul edeceksin, benimseyeceksin; “Ben daha güzel anlatırım, sadece ben anladım, sadece ben anlatırım!” demeyeceksin, tevâzu sahibi olacaksın.

 

“Tevâzu ve insaf; güzel ahlâk göstererek, hakkı kabuldür, gerçeğe teslim olmaktır, hakikate râm olmaktır.”

 

Güzel ahlâk olmazsa, işin içine rekabet, haset ve çekişme girer. Arkadaşının ortaya koyduğu hakikate sevinmez de;

 

“–Hadi be! Yine sen haklı çıktın!” diye üzülür. 

 

Ben şâhit olmuşumdur. Arkadaşın biri bir kitabı okurken takıldı. Bir başka arkadaşına; 

 

“–Şurayı anlayamadım, nasıldı?” diye sormak üzere eğildi, daha kitabı arkadaşına gösterecekken; 

 

“–Tamam ben anladım.” dedi. 

 

Niye? Çünkü tevâzu ile arkadaşının yanına kadar gidip diz çökünce Allah ilham ediyor. 

 

Binâenaleyh ilmin canlılığı müzâkerededir. Medresede, derslerden sonra akşama kadar müzâkereler sürer. Akademik câmiada; hocalar sadece kendi derslerine gidip gelirler, talebeler de yurtlarına çekilip giderler, müzâkere etmezlerse, ilmin hayâtiyeti kurur. 

 

Müellifimiz, bir tecrübeyi de yansıtıyor:

 

“Ama maalesef müzâkereye giren kişilerin sayısı çoğaldıkça insaf ve tevâzu kaybolur. Binâenaleyh; müzâkere edeceğin arkadaşların sayısını mahdut tut! Galip çıkmaya da çalışma.”

 

“Benim dediğim doğru çıktı!” şeklinde bir iddianın peşinden koşma. Sürekli kendini haklı çıkarmaya gayret etme!

 

“İlim talep et ve gevşeklik gösterme!” 

 

Kişinin şahsiyeti baskın bir karakter ise, daima haklı çıkmak ister. Yapısı itibarıyla geri plânda durmayı seven kişi ise, fikrini ileri sürmekten bile kaçınır. Bu sebeple Müellifimiz; «Haklı çıkmaya çalışma, fakat gevşeklik de gösterme!» îkazında bulunuyor. Dengeyi sağlayacak anahtar, güzel ahlâk… Güzel ahlâk ile ifade ederseniz, karşı tarafı incitmeden hakikatin ortaya çıkmasına vesile olursunuz. 

 

“Muvaffakiyet Allah’tandır.”

 

Medeniyetimizde; eserlerin mukaddimelerinde bilhassa yer verilen bu ifade, tevhid anlayışının ilme yansımasını ne güzel ifade eder. Bir hakikat ortaya çıkacaksa, bir mesele çözüme kavuşacaksa, bu Allâh’ın tevfîki olmadan asla gerçekleşemez. Hakikati söyleyen, münazarada kazanan, muvaffakiyeti Allah’tan bilirse mütevâzı olur, kardeşine de güzel ahlâk ile insaflı olur. 

 

İlim tahsilinde bu güzel esasları tatbik edebilenlere ne mutlu!