GÖLGENİN GÖVDEYE SADÂKATİ

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

İnsanlık tarihi boyunca, geçmiş ve gelecek olan insanlar arasında, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kadar sevilen, kıymet verilen, uğrunda nice ezâlara, cefâlara katlanılan başka bir insan olmadı. Bu hususiyeti ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tarihte ikinci bir örneği olmayacak şekilde bu âleme silinmez izler bıraktı. 

 

İnsanlık ailesinden çeşitli kavimler ve kabîleler gelmiştir. Allah Teâlâ, bu toplulukların irşâdı için peygamberleri vasıtasıyla ilâhî dinler göndermiş ve yeryüzünde nizam ve intizamı sağlamıştır. Gönderilen diğer peygamberler, belli kabîlelere vazifelendirilmesine rağmen Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa, tebliğ için vazifelendirilmiştir.

 

Allah Teâlâ’nın gönderdiği bütün peygamberler; kendilerine tebliğ vazifesi verilene kadar, içinde yaşadıkları cemiyet tarafından sevilen, sayılan, kıymet verilip el üstünde tutulan insanlardı. Ne zaman ki insanları uyarmaya ve Hakk’a çağırmaya başladılarsa, yanlarında olanları karşılarında bulmuşlardır.

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de içinde yaşadığı cemiyette; doğruluğu, dürüstlüğü ile dillere destan olmuş ve «el-Emîn» lakabını almıştı. O günkü cemiyet tarafından böylesine kabul gören bir insan; 610 yılının bir pazartesi gününün Kadir Gecesi’nde, Cebrâil -aleyhisselâm- ile Hirâ mağarasında görüşüp, ilâhî kelâmın muhatabı olunca, bütün hayatı değişecek; O’na dost olanlar, bir anda düşman olacak; sözüne itibar edenler, O’nun sesini duymamak ve duyurmamak için harekete geçecek; O’nunla ticaret yapmak için birbirleri ile yarışanlar, O’nunla akrabalık bağlarını güçlendirmek için iki kızını birden gelin alanlar, hem O’nu, hem de çevresindekileri yok etmek için her türlü baskı ve zulme başvuracaklardır.

 

İşte böyle bir ortamda, îmân eden ve müslüman olanların önüne çıkan ilk imtihan; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmek ve O’nu canlarından, mallarından ve sahip oldukları her şeyden daha üstün tutmaları olacaktır. Böyle bir imtihanın hem sınırlarını hem ölçüsünü hem de ayarını belirleyen Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“De ki: «Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, Peygamberi’nden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allâh’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fâsık topluluğu doğru yola erdirmez.»” (et-Tevbe, 24) buyurarak insanların önüne müşahhas bir örnek koymuştur. Bu îkaza ek olarak; Rabbimiz, gönderdiği Peygamber’e uymanın, kendi sevgisini kazanmanın ve günahlarımızın bağışlanmasının yolu olduğunu da ifade etmiştir. (Âl-i İmrân, 31)

 

Câhiliyyenin kirinden, pisinden kurtulup, İslâm’ın nûru ile şereflenen sahâbe efendilerimiz; çok ağır şartlar altında, insan tâkatinin yetmeyeceği işkence ve zulümlere katlanarak, ağır imtihanlardan geçmişler ve nihayetinde, insanlık tarihinde eşine nâdir rastlanacak bir teslîmiyet ve muhabbetle Efendimiz’e ittibâ etmişler, canlarını ve mallarını O’nun getirdiği dîne fedâ edip, bir saâdet asrı yaşamışlardır.

 

O gün, sâhabe efendilerimiz tarafından nümûne gösterilen muhabbet ve teslîmiyet ne kadar mühim ve kıymetliyse, bugün ondan daha fazla ehemmiyetli hâle gelmiştir. Zira o gün müslümanların nefesini kesmek için mücadele edenler, bugün de şekil ve rol değiştirerek karşımıza dikilmekteler. Bugün sadece Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmek yetmiyor. Çünkü modern çağda, sevgiler birbirine karıştı. Artık önceliklerimiz ve neyi seveceğimiz, îman hassâsiyetimizin bir ispatı olacak. Bugün sevgi ve muhabbette Allah Teâlâ dışında, yeryüzünde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rakipsiz olarak sevmemiz ve O’na tam mânâsı ile ittibâ etmemiz gerekiyor. 

 

Bu kadar kafa karışıklığında; «Kimi ve nasıl sevmemiz gerekiyor?» diye baktığımızda, önümüze bir işaret taşı olarak çıkan âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Allah;

 

Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. O’nun eşleri de mü’minlerin analarıdır…” (el-Ahzâb, 6) buyurmuş, yine bu hususla alâkalı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; 

 

“Sizden biriniz, ben; kendine babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli/sevgili olmadığım müddetçe tam îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân, 8; Müslim, Îmân, 69-70) buyurarak bize yön göstermiştir. 

 

Sevgi ve muhabbette sınırları belirleyen Allah Teâlâ, Rasûlü’ne karşı insanların nasıl davranması gerektiğine de bir ölçü koymuş, Peygamber’in önüne geçmeyi yasaklamış, böyle yapılmasını Allâh’a karşı gelmek olarak tavsif etmiş, birbirimize seslendiğimiz gibi O’na seslenmeyi ve sesimizi O’nun sesinin üstüne çıkarmayı yasaklamış, buna uymazsak da işlediğimiz amellerin boşa gitme tehlikesine karşı uyarmış; Efendimiz’in huzûrunda sesini kısıp, edep ile hareket edenlerin ise mükâfâta nâil olacağını müjdelemiştir. (Bkz. el-Hucurât, 1-3)

 

Bu âyetlere göre; «Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önüne geçmeyin!» demek; «O’nun sesinin üstüne ses yükseltmeyin, birbirinize hitap ettiğiniz şekilde O’na hitap etmeyin!» diye sadece sahâbeyi muhatap alan emirler değildir. Allah Teâlâ Kur’ân’da;

 

“… İyi bilin ki Allâh’ın Rasûlü sizin aranızdadır.” (el-Hucurât, 7) buyuruyor. Bugün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek ve şerefli bedeni aramızda olmasa da; O’nun tebliğ ettiği din, bıraktığı mîras ve değerler, taptaze ve diri olarak aramızdadır. Bu minvalde karşılaştığımız her türlü problemde; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izini takip etmek, yürüdüğü yolda O’nu geçmemek, O’nun konuştuğu ve hüküm verdiği bir mevzuda O’nun sözünün üstüne söz söylememek, O’nun bir meselede söylediği sözü aktarıp; «ama, bana göre» gibi şahsî yorumlar katmamak, îmânî bir vazifedir. 

 

«Bugün, muhabbet ve teslîmiyet, İslâm’ın ilk yıllarındaki kadar ehemmiyetli hâle gelmiştir.» diye boşuna demiyoruz. Zira, son yıllarda birtakım akademisyen ve sözde ilim adamı görünümlü emperyal ajanlar tarafından; plânlı, programlı, şuurlu ve teşkilâtlı bir şekilde, Efendimiz’i ve O’nun sünnetini devreden çıkarıp, sadece Kur’ân âyetleri ile bir din oluşturma çabaları artmaya başlamıştır. Bu mihrakların görünüşteki hedefleri, her ne kadar sünnet olsa da asıl hedeflerinin Kur’ân âyetleri ve Allâh’ın hükümleri olduğunu anlamamak büyük gaflet olur. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmadan, O’nun sünneti olmadan, İslâm diye bir dînin hükümleri uygulanmaz.

 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i sevmek ve O’nu takip etmek; O’nun bizlere mîras bıraktığı Kur’ân ve sünnetine sahip çıkarak, o emirleri hakkı ile yaşayarak ve bizden sonraki nesillere de aynı arı duru bir şekilde aktarılmasını sağlamakla olacak. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“Size sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceğiniz iki emânet bırakıyorum. 

 

•Biri Allâh’ın kitâbı, 

 

•Diğeri ise benim sünnetimdir.” (Muvatta’, Kader, 3) buyurmuş ve bize hedefi göstermiştir.

 

Bugün idrâk etmemiz gereken hakikat şudur: Nasıl ki âyetler inerken Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sahâbenin arasındaysa, onlar karşılaştıkları herhangi bir meselede hemen O’na gidip bu meselelerine çözüm buluyorlardı ise, bugün de Efendimiz’in bıraktığı mîras taptaze ve diri olarak yine aramızdadır. Biz de tıpkı bizden evvelkilerin yaptığı gibi; dünyaya ve âhirete dair her meselemizi O’na götürmeye ve O’nun getirdiği, tebliğ ettiği dînin hükümlerine göre bu meseleleri çözmeye gayret etmeliyiz. Efendimiz’i takip ve ittibâ hususunda; nasıl ki bir gölge gövdeyi takip ediyorsa, o gölgenin sadâkati gibi sâdık olmak ve bir gölge gibi Efendimiz’i takip etmek mecburiyetindeyiz. Unutmayalım, gölgenin varlığı gövdenin ispatıdır. Gövdenin canlılığı, gölgesinin kendisini takibi ile anlaşılır.

 

Rabbimiz; bize lutfettiği îman nimetini son nefesimize kadar muhafaza etmeyi, gönderdiği kutlu elçiyi bir gölge gibi takip etmeyi nasip etsin. Âmîn…