Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -18- İLİM ve İRFAN TÂLİBİNİN VASIFLARI

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

NASIL İSTEMELİ, NASIL SORMALI?

 

Müellifimiz; metodolojiye, usûl meselesine temas eden mühim bir kaide ile devam etmekte: 

 

Yirmi Yedinci Kaide:

 

“Talep yönünü muhkem tutmak; (neyi istediğini, neyi talep ettiğini kişinin sağlam bir şekilde ortaya koyabilmek) matlubu (istenilen, arzu edilen şeyi) tahsile yardımcı olur.”

 

Ne aradığını bilirsen onu bulursun. Ama ne aradığını bilmezsen bulsan da sana faydası yok. Gözünün önünden geçer, bakar görmezsin. Niye? Ne aradığını bilmiyorsun çünkü.

 

Eğitim sistemimizin en temel problemlerinden bir tanesi de budur. Kişi ne olmak istediğini tespit edene kadar, istîdâdını, kabiliyetini bulana kadar neredeyse 50-60 yaşına geliyor. Geçmiş olsun! Bu 15 yaşında tespit edilmeli ki, bir ömür tahsil ve gayretlerle hedefe ulaşılabilsin.

 

Nasreddin Hoca’ya biri sormuş:

 

“–Buradan filân yere kaç saatte giderim?” demiş.

 

Hoca cevap vermemiş. Adamın canı sıkılmış yoluna devam etmiş. Hoca arkasından seslenmiş:

 

“–Bir saatte varırsın!”

 

“–Niye az önce söylemedin de, şimdi söylüyorsun.”

 

“–Yürüyüşünü görmemiştim.”

 

Varmak, yürüyüşe göre çünkü. 

 

Kişi ne aradığını önce tespit etmeli. Sen nasıl bir şey istiyorsun? Bunu bilirsen ona göre matlubunu, aradığını tahsil etmen kolaylaşır.

 

“Bundan dolayı güzel soru sormak ilmin yarısıdır.”

 

Hazret-i Ömer’e nisbet edilen (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 152) bu kaide çok muazzam bir prensibi ortaya koymaktadır. 

 

“Zira sorana verilecek olan cevap, sorunun ne kadar düzgün olduğuna bağlıdır.”

 

Yani adam soruyu soruyor, fakat kendisi de ne soruduğunu bilmiyor. Şimdi bu adama nasıl cevap vereceksiniz? Sizin de ona vereceğiniz cevap; ortaya karışık bir cevap olur, bir şey anlaşılmaz. Bunun için önce suâlin düzgün bir şekilde, başı sonu belli olarak düzenlenmesi gerekiyor. Soru sormayı iyi bilmek gerekiyor. Sorunun cevabı ile ilgili de bir kanaat sahibi olmak gerekiyor. Yani; «Şunu söylerse anlarım, şunu söylerse anlayamam.» diye bir düşüncenin insanda oluşması lâzım.

 

Bu noktada Cibrîl hadîsi çok güzel bir misal. Cibrîl -aleyhisselâm- geliyor, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dizinin dibine oturuyor. Sonra sorular soruyor. Hocaya sualleriyle gelen bir talebe nümûnesi. Onun için hakikî bir talebe, soruları olan bir talebedir. Fırsatını bulduğunda, yerini, zamanını, adamını bulduğunda suallerini sorar.

 

Binâenaleyh soruyu güzel sormak önemlidir. 

 

“(Endülüslü sûfîlerden) İbnü’l-Arîf -rahimehullah- (v. 536/1141) şöyle demiştir:

 

«Hakikî ilim talebesi, şu üç haslete mutlaka sahip olmalıdır:

 

Birincisi: İnsaflı olmayı bilecek. (Yani kimseye haksızlık yapmayacak. Dengeli ve istikametli olacak. Bir talebenin, ehl-i ilmin taşıması gereken, güzel ahlâk, sabır ve sebat gibi) vasıflara sahip olacak. 

 

İkincisi: Suâlini net bir şekilde, her türlü karmaşadan ayıklayarak ifade edecek.»”

 

Yani vuzûha kavuşmuş bir soru ortaya çıkaracak. Bütün yönleriyle yanlış anlaşılmaya ihtimal vermeyecek şekilde soruyu hazırlayacak. 

 

Eğer bir talebenin soruları varsa, cevabı bulduğunda artık o cevap onda kalıcı hâle gelir. Çünkü aradığını bulmuştur. Sorusu yoksa bulsa da kıymetini bilmez.

 

Anlatılır: 

 

Bir adamcağız varmış. Elindeki misketleri çocuklara verirmiş. Bir müddet sonra öğrenmiş ki onlar misket değil, onlar gayet kıymetli inciler imiş. Öğrendikten sonra verir mi? Vermez. Ama eğer bir insan ne aradığını bilmiyorsa, bulsa da ona kıymet vermez.

 

Üçüncüsü: Hilâf ve ihtilâfın arasındaki farkı hakikî şekliyle idrâk edecek.”

 

Hilâf nedir? İhtilâf nedir? Müellifimiz açıklıyor:

 

“Ben bu hususu şöyle açıklıyorum: 

 

Bir kökten kaynaklanan, (bir asıldan neş’et eden, bir asla kaynak olarak müracaat eden) ayrışmalar ihtilâftır. 

 

Dolayısıyla Allâh’ın hükmü; kişinin içtihâdı, çabası ve gayreti sonucu oluşan her hükümde tecellî eder.”

 

İhtilâftan bahseden ihtilâflı bir meseledir bu. Yani; 

 

“Hak birden fazla olur mu olmaz mı?” 

 

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu;

 

“Hak, birdir. Onu yakalayan isabet etmiştir. Onu yakalayamayan isabet etmese de sevap almıştır.” derler.

 

Onun için eskiler, bir meselede;

 

“–Hata ettin!” demezlermiş. 

 

“–Sen bu meselede bir sevap aldın.” derlermiş. Çünkü doğruyu tespit edebilen iki sevap alır Efendimiz -aleyhisselâm-’ın şu hadîsine binâen:

 

“Kim içtihâd eder, isabet ederse iki ecir alır. Kim de içtihâd eder yanılırsa o da bir ecir alır.” (Buhârî, İ‘tisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15)

 

İhtilâfın bir kaynağa râcî olmasına bir misal verelim:

 

Efendimiz -aleyhisselâm- Hendek Harbi’nin sonunda, bu savaş esnasında hıyânette bulunan Benî Kureyza Yahudilerinin cezasını vermek için harekete geçmiş ve ashâbına şu tâlimâtı vermişti: 

 

“Kimse Benî Kurayza’ya varmadan ikindi namazını kılmasın!” 

 

Yolda vakit girdi. Yetişememe ihtimali belirdi. Sahâbe Efendilerimiz iki gruba ayrıldı. Bir kısmı;

 

“–Vakit çıksa dahî oraya varmadan kılmayız. Tâlimat böyle!” dedi. 

 

Diğer kısmı ise; 

 

“–Bilâkis kılarız, Peygamberimiz bizden namazı kaçırmamızı istemedi. Sadece acele etmemizi işaret buyurdu.” dedi. 

 

Hazret-i Peygamber’e bu durum bahsedilince, onlardan hiç kimseyi kınamadı. (Buhârî, Meğâzî, 32; Müslim, Cihâd, 69)

 

Binâenaleyh bir kaynaktan neş’et ettiği için bu ayrılığa ihtilâf diyoruz. Herkes içtihâdında sevap alır. Namazı kılan gruba; 

 

“–Niçin durup namaz kıldınız?” diğer gruba; 

 

“–Niçin namazı kaçırdınız?” denmedi. 

 

“Ama görüş ayrılığı iki farklı kaynağa gidiyorsa ve iyice araştırıldığında bunlardan bir tanesinin bâtıl olduğu ortaya çıkıyorsa buna «hilâf» denir. Allah en doğrusunu bilir.”

 

İhtilâf, fikir farklığı iken, hilâf aykırılıktır. 

 

İbnü’l-Arîf’in tarifine dönecek olursak:

 

Bir ilim talebesi; hocasıyla veya akranlarıyla, arkadaşlarıyla zıtlaşmaya, hilâfa, aykırılığa düşmeyecek. Lâkin görüş ayrılığına düşebilir. Herkes kendi görüşünde ısrar etme hakkına sahiptir. Fakat hilâf olursa, zıtlaşma olursa, yani görüşünün bâtıl olduğunu, kendisinin haksız olduğunu bile bile ısrar ederse; bu, ilim talebesi olmaya lâyık değildir.

 

Dört mezhebin farklılıkları, çeşitli meşrep ve mekteplerin usûl değişiklikleri gibi ihtilâfları; bir rahmet ve genişlik olarak görmek ve bunlar üzerinden tefrikaya düşmemek gerekir. 

 

Zamanımızda modernistlerin ortaya attıkları aykırı görüşler gibi, hilâflardan ise kaçınmak ve uzak durmak lâzımdır. 

 

Rabbimiz; ilim ve irfânı hakkıyla arayanlardan, doğru sualler ile doğru cevaplara ulaşabilenlerden eylesin. İlim yolunda insafsızlıktan, dengesizlikten, içinden çıkılmaz müşkillere ve hilâflara dûçâr olmaktan muhafaza eylesin.

 

Âmîn…