KULAKLARINA EZÂNI ALLAH RASÛLÜ (S.A.S.) OKUDU

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

KULAKLARINA EZÂNI ALLAH RASÛLÜ (S.A.S.) OKUDU

 

İlk müslümanlardan Esmâ bint-i Umeys -radıyallâhu anhâ- Câfer bin Ebû Tâlib -radıyallâhu anh-’ın zevcesiydi. Ümmetin annesi Meymûne, Hazret-i Abbâs’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ve Hazret-i Hamza’nın hanımı Selmâ bint-i Umeys -radıyallâhu anhüm- kız kardeşleridir. Bu sebeple kendisine «enişte cihetinden herkesten şereflidir» denilmiştir.

 

Kocası Câfer -radıyallâhu anh- ile birlikte önce Habeşistan’a daha sonra da Medine’ye hicret etti. Kocası Mûte’de şehîd olunca Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile evlendi. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- vefat ettiğinde, vasiyeti sebebiyle onu yıkadı. Daha sonra Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile evlenen bu hanım sahâbî, hicrî 39-40, mîlâdî 659-661 civarında vefat etti. 

 

*

 

Esmâ bint-i Umeys -radıyallâhu anhâ- anlatır: 

 

“Hazret-i Hasan’ın ve Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anhüm-’ün ebesi ben idim. Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- doğunca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- teşrif etti; 

 

“–Oğlumu getir yâ Esmâ!” buyurdu. Onu Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e verdim. Sağ kulağına ezan, sol kulağına kāmet okudu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a; 

 

“–Oğlumun adını ne koydun?” diye sordular. 

 

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-; 

 

“–Yâ Rasûlâllah! Onun ismini koymakta sizin önünüze geçmem.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; 

 

“–Ben de oğluma isim vermekte Rabbimden öne geçmem!” buyurdu. O sırada hemen Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve; 

 

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Sana selâm ediyor ve Sen’in ile Ali’nin Musa ile Harun gibi olduğunuzu söylüyor. Oğlunun adını Harun’un oğlunun adı gibi koy, onun adı Şenber’dir. Mânâsı Arabî’de Hasen demektir.” dedi.

 

Bir sene sonra Hazret-i Hüseyin -radıyallahu anh- doğunca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine teşrif ettiler. Hazret-i Hüseyin’i kendilerine verdim. Onu yere koyup ağlamaya başladılar; 

 

“–Niçin ağlıyorsunuz yâ Rasûlâllah?” dedim; 

 

“–Bu oğlumu zâlim bir kavim şehîd edeceklerdir. Fâtıma’ya söyleme!” buyurdu. Hazret-i Ali’ye;

 

“–Oğlumun adını ne koydun?” diye sordu. Yine Hazret-i Hasan’ın isminin konmasında olduğu gibi karşılıklı konuştular. Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve; 

 

“–Yâ Muhammed! Oğlunun adını Harun’un diğer oğlunun adından koy. Onun adı Şenberre idi. Arabî’de Hüseyin demektir.” dedi. (Şevâhidü’n-Nübüvve, s. 324, 325)

ELÇİNİN DİLİ SÜRÇÜNCE…

 

Şânîzâde Mehmed Atâullah Efendi, on sekizinci asrın sonlarında İstanbul’da doğdu. Tıp ve mühendislik tahsil etti. Hekimlik, müderrislik, kadılık, evkaf müfettişliği ve vakanüvislik (tarih yazarlığı) yaptı. Dönemin iç siyâsî hâdiseleri, Şânîzâde’nin Tire’ye sürgün edilmesine sebep oldu. Şânîzâde Atâullah Efendi, 5 Ağustos 1826’da Tire’de vefat etti. 

 

*

 

Şânîzâde Mehmed Efendi gibi bir âlimin sürgün edilmesine râzı olmayan II. Mahmud, bir ferman yazdırarak onu affettiğini bildirdi. Bu fermanı ulaştırmak üzere yola çıkan elçi; Mehmed Efendi’nin kaldığı konağa ulaştığında, başta Şânîzâde olmak üzere herkesi bir heyecan sardı. Elçi içeri girip kendine kulak kesilenler karşısında fermanı okumaya başladı. Ne var ki hüküm bildiren kısımdaki «salıvermek» mânâsına gelen «Şânîzâde’nin ıtlâkına» yerine dili sürçüp «öldürmek» mânâsına gelen «Şânîzâde’nin itlâfına» deyince zaten diken üstünde duran Mehmed Efendi İstanbul’dan idam hükmü geldiğini zannederek fenalaştı, yere yığıldı. Etrafındakiler elçinin dilinin sürçtüğünü söyledilerse de Şânîzâde Mehmed Efendi iyileşemeyip kısa bir süre sonra vefat etti.

 

Sözün insan üzerindeki tesirine şâhitlik eden dair elîm bir hâdisedir. Lokman Hakîm;

 

“–Hastalarımıza ne yedirelim?” diye soranlara;

 

“–Acı söz yedirmeyin de ne yedirirseniz yedirin!” diye cevap verirdi.

MOLLA GÜRÂNÎ, KURDUĞU VAKFIN SEVÂBINI BAKIN KİME BAĞIŞLADI…

 

Şemseddin bin Ahmed bin İsmail, nâm-ı diğer Molla Gürânî, 28 Ağustos 1410’da Gûrân’da doğdu. Tahsiline memleketinde başladıktan sonra; Bağdat, Şam, Kudüs gibi devrin ilim merkezlerine giderek din ve dil alanında tahsil gördü. Kahire’de bulunduğu bir zamanda Molla Yegân onu Osmanlı mülküne götürmeye râzı etti. Birlikte Edirne’ye gittiler. Molla Yegân, Molla Gürânî’yi Sultan II. Murad’la tanıştırdı. Ondaki ilmî birikimi takdir eden Sultan, Molla Gürânî’den oğlu Mehmed’e muallimlik ve mürebbîlik yapmasını istedi. Birçok hocanın tâlim ve terbiyede âciz kaldığı Şehzâde Mehmed’i terbiye edip yetiştirmek için yola çıkan Molla Gürânî Manisa’ya vardı. İlk derste Molla Gürânî’deki heybet, dirâyet ve haşmet karşısında mum gibi eriyen Şehzâde Mehmed, tahsilde ve terbiyede hızla mesafe katetti. Cülûsuna kadar Molla Gürânî’nin taht-ı terbiyesinde kaldı. Molla Gürânî, II. Mehmed tahta çıkınca önce kazasker oldu. Daha sonra da Bursa’ya kadı olarak vazifelendirildi. 

 

Molla Gürânî; şer‘-i şerîfi her şeyin üstünde tutar, devlet başkanından da gelse dîne uymayan bir adımı asla atmazdı. Nitekim Fatih Sultan Mehmed’in bir fermanını yırttığı, fermanı getiren çavuşu da huzûrundan kovduğu vâkîdir.

 

Molla Gürânî, 1488 yılında İstanbul’da vefat etti. Kabri, İstanbul/Aksaray’da kendi yaptırdığı caminin hazîresindedir. 

 

*

 

Molla Gürânî, 1484’te bir vakıf kurdu. Bu vakıf; bir mektep yaptırdı, bu mektebin muallimlerine maaş bağladı, mektepte okuyan talebeleri ücretsiz okutup masraflarını da ayrıca karşıladı. Bu vakfın tüzüğünde de şunlar yazılıydı:

 

“…Bursa’da vâkıfın (yani kendisinin) bahçeye bitişik olarak yaptırdığı dâru’t-tâlimîn (okulun) muallimine (öğretmenine) burada çocukları ücretsiz okutup sevâbını vâkıfın üzerinde hakkı olup da edâ edemediği ve gıybetini yapıp şerefine dokunduğu ve helâlleşmek istediği kimselere bağışlamak üzere Cenâb-ı Hakk’ın bunu vâkıfın günahlarına bir keffâret kılması ümidi ile her gün üç dirhem tayin etti…” (Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Tarihte İlginç Vakıflar eserinden yararlanılmıştır.)

 

 

İSLÂM TEFEKKÜR UFKU ve İSLÂM KÜLTÜRÜ

 

Fransız mütefekkir Roger Garaudy, 17 Temmuz 1913’te Fransa/Marsilya’da doğdu. Yetim bir çocuk olarak imkânsızlıklar içinde anneannesi tarafından büyütüldü. Gençken girdiği Komünist Partisi’nde yükseldi. Hitler’in yaptığı soykırıma itiraz ettiği için hükûmetle ters düştü ve sürgün edildi. Sürgün kampında kamp subayına karşı çıktığı için kurşuna dizilmekten müslüman askerler sayesinde kurtuldu. O askerler sayesinde kalbi İslâm’a ısındı. Daha sonra akademik sahada ilerleyen Garaudy, felsefe ve estetik profesörü oldu. Üniversitede dersler verdi. 1982’de İslâm’la müşerref olan Garaudy, Filistin dâvâsının cesur bir müdâfii idi. 13 Haziran 2012’de Paris’te vefat etti.

 

*

 

Batının insaflı entelektüelleri de İslâm düşüncesi olmadan dünya düşünce tarihinin eksik kalacağını itiraf etmişlerdir. Meselâ; bunlar arasında Roger Garaudy, felsefe sahasındaki derin bilgisine rağmen bir gün ders verdiği üniversitenin rektörüne giderek şöyle dedi: 

 

“–Ben bugüne kadar Antik Yunan’dan sonra on altıncı asırda Descartes gibiler ortaya çıkıncaya kadar hiç felsefe yapılmamış sanıyordum. Oysa gördüm ki bir Çin felsefesi var, bir Hint felsefesi var. Hele hele Avrupa’yı adam eden, bizi Orta Çağ karanlığından kurtaran bir İslâm felsefesi var. Ben İslâm felsefesini (İslâm tefekkür ufkunu ve hayatın tüm safhasını kaplayan İslâm kültürünü) bilmiyorum, onun için bundan böyle kesinlikle felsefe dersleri vermeyeceğim.”

 

Bu konuşmanın üzerine rektör iknâ oldu ve Garaudy de estetik derslerine girmeye başladı. Garaudy bu sözleri söyledikten yaklaşık sekiz sene sonra da müslüman oldu. Belki de onun müslüman olmasının en önemli sebebi İslâm’a karşı gösterdiği bu entelektüel insaf ve edebi olmuştur. (www.yenisafak.com/hayat/garaudynin-gozunden-bati-resmine-bakis-3839097; Ayr. Bkz. Nermin Hanay, Roger Garaudy’de İslam Algısı, Yüksek Lisans Tezi, s. 14; Cemal Aydın’dan iktibas)