Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -17- FIKIH: ÖNCE ve ÖNDE…

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

MUKAYESE

 

Müellifimiz; yine fıkıh ve tasavvuf karşılaştırması üzerinden kaidelerine devam ediyor: 

 

Yirmi Altıncı Kaide:

 

“Fıkhın hükmü herkes için umû­mîdir. Herkes için geçerlidir.”

 

Yani meselâ benim namazımı ne bozuyorsa büyük bir mürşidin namazını da o bozar. Ne bana ne ona bir istisnâ yoktur. Helâller, haramlar, hükümler böyledir. 

 

“Çünkü fıkhın maksadı; 

 

Dînin zâhirî kısmını ikāme etmek / ayakta tutmaktır. 

 

Dînin görünürlüğünü yüceltmek ve yükseltmektir.

 

Dînin sözünü hâkim kılmak ve üstün tutmaktır.”

 

Bu yönüyle fıkıh, herkes için umûmî esaslar ve kaideler bildirir.

 

“Tasavvufun hükmü ise husûsîdir. Ve husûsî bir zümreyi alâkadar eder. 

 

Çünkü tasavvuf; kul ile Rabbi arasında bir muâmeledir. Bunun dışında bir şey değildir.

 

Böyle olduğu için; 

 

Fakîhin (zâhirle meşgul fıkıh âliminin, bu husûsî durumu idrâk edemediği için) tasavvufçuyu reddetmesi geçerli kabul edilebilir. 

 

Fakat sûfî, fakîhi inkâr edemez, reddedemez.”

 

Tabiî ki, zâhirden bâtına dînini ikmâl etmiş bir fakih bunu söylemez. Ancak bâtına ulaşmamış bir zâhirî fakîhin bunu söylemesi tasavvur edilebilir. Bu durum kendi bakış açısı nâmına doğru kabul edilebilir. Çünkü umûmî ilmin mümessili, husûsî ilmi tanımamış, idrâk etmemişse, bu husûsî ilmin verilerini yadırgayabilir. Fakat tersi bir durum asla kabul edilemez, yani husûsî ilim ehlinin, umûmî ilmi reddetmesi söz konusu olamaz. 

 

Çünkü fıkıh umûmîdir. Herkesi ilgilendiren ilimdir. O ilme sûfînin de ihtiyacı var, sûfî olmayanın da ihtiyacı var. Fıkıh böyle bir ilim. Ama tasavvuf; kul ile Rabbi arasında özel bir muâmele olduğu için, bu özel olanı ona sahip olmayanlar reddedebilirler, kabullenmek istemeyebilirler.

 

“Abdest nedir? Namaz nasıl kılınır? Alışveriş nasıl yapılır? Fâiz nedir?” bu tür hakikatler için tasavvuf, fıkha müracaat etmek zorundadır.

 

Çocukça bir küskünlük içinde;

 

“Sen beni reddediyorsan, ben de seni kabul etmiyorum, ben de seni görmezden geliyorum!” diyemez tasavvuf ehli. 

 

Tasavvuf, fıkıhsız yapamaz. Hattâ eğer fıkıh yoksa tasavvuf yoktur.

 

Çünkü tasavvuf, fıkhın kemâli anlamına gelir. Kendisi yoksa kemâli nasıl olmuş olsun. Veya -teşbihte hata olmaz- fıkıh kaba inşaattır, tasavvuf da ince tezyinattır. Ortada bina yoksa tezyinat nasıl olsun?

 

“Fıkıhsız tasavvuf elde etmek mümkün değildir. Çünkü hükümler ve hakikatler bakımından tasavvufta fıkha müracaat gereklidir. Fıkhı reddetmek, terk etmek ve fıkıh olmaksızın tasavvufla yetinmeye kalkmak mümkün değildir. 

 

Fıkıhsız tasavvuf kifâyet etmez. 

 

Fakat tasavvufsuz fıkıh (kuru ve zâhirden ibaret de olsa) geçerli olur. 

 

Yani fıkıhtan tasavvufa yine fıkıhla dönülür.

 

Tasavvuf fıkıhtan mertebece daha yüksek olsa da hakikat böyledir. 

 

Çünkü fıkıh, daha selâmetlidir, maslahatı / faydası daha kapsayıcıdır.”

 

Fıkhın yani şerîat üzere hayatın selâmetini şöyle bir teşbih ile anlatmak güzel oluyor:

 

Fıkıh, şehirler arası, stabilize olan yolda yol almakken; tasavvuf, otobanda gitmektir. Stabilize yolda en fazla 80, 90 kilometre hız yaparsınız. Orada bir kaza olsa da çoğu kez ölümcül olmaz. Ama tasavvuf yolunda, otobanda eğer 300, 500 kilometre hızla gidiyorsanız en küçük bir hata -Allah muhafaza etsin- ölümcül sonuçlar verebilir. 

 

“Bundan dolayı demişler ki:

 

«Fakih sûfî ol ama sûfî fakih olma!»”

 

Yani önceliğin fıkıh, sonra sûfîlik olsun. Önceliği sûfilik sonra da fakihlik olanlardan olma!

 

Bu çok ince bir ayrıntı.

 

İmam Rabbânî Hazretleri, Mektûbât’ında yer yer şunu söyler:

 

“Ben medrese talebelerini çok seviyorum. Onlarla oturup Hidâye1 okumayı çok seviyorum. Çünkü onların ameli azsa da îmanları zirvededir. 

 

Bizim dervişlerin ise amelleri çoksa da îmanlarında zaman zaman problemler olabilir.”2 

 

Bu nasıl olur? Aşırı muhabbet taşkınlığı olabilir. Bazen pusulayı şaşırabilir. Allah muhafaza etsin. 

 

Tarihimizde, medrese ve tekke çekişmeleri yaşanmıştır. Fakat İmâm-ı Rabbânî ve müellifimiz Ahmed Zerrûk Hazretleri gibi zâtlar; yine de medreseden yani fıkıhtan, zâhirî ilimden, şerîattan yana bir duruş sergiliyorlar. 

 

“Fukahâdan tasavvufa geçenler, sûfîlikten fakihliğe intikal edenlerden daha mükemmel, daha bilgilidir.”

 

Yani önce fıkıhla iştigal edip, ondan sonra tasavvufa da intisâb edenler; önce tasavvuf erbâbı olup, sonra fıkıh öğrenenlerden daha bilgili ve kâmildir. «Sonra fıkıh» derken tasavvufu bıraktığı mânâsına gelmiyor.

 

“Çünkü önce fıkıh sonra tasavvuf neşvesi tadanlar, tasavvufla artık işin hakikatine ermişlerdir. Hem hâle ermişler hem ameli yaşamışlar hem de işin zevkini tatmışlardır. 

 

Sûfîlikten fıkıh öğrenmeye geçenler ise, ne ilmini ne de hâlini tam mânâsıyla gerçekleştirmiş olmaz. Bunun gerçekleşebilmesi yani ilim ve hâlde temekkün sahibi olabilmek, ilkeli durabilmek, sağlam yere basabilmek, sahih bir fıkıh ve sarih / açık bir zevkle olabilir. Bunlardan biri olmadan diğeri düzgün olmaz.”

 

Fıkhın sahih; zevkin, tasavvufî tadın, hissiyâtın da sarih olması, açık ve net olması gerekir. 

 

Bir misalle anlatıyor bize:

 

“Tecrübe olmadan, ilminin yetmediği, ilmi olmadan da tecrübesinin yetmediği tıp / doktorluk mesleği de tıpkı böyledir. 

 

Anla!”

 

Bir tabip, doktor düşünelim;

 

Teoriyi öğrenmiş, tahsil yapmış ama hiç doktorluk tecrübe etmemiş. Bunun teşhis ve tedavisine güvenemiyoruz. 

 

Bir başkası ise, alaylı bir şekilde doktorluk yapmaya kalkıyor, ama tıp eğitimi almamış. Bunun doktorluk yapması da olacak iş değil. 

 

Tasavvufsuz fıkıh; Tıp tahsili yapmış ama pratiği olmayan hekimlik gibidir.

 

Tasavvuf fıkhın pratiği anlamına geliyor. 

 

Fıkıhsız tasavvuf ise daha fena: Doktorluk yapmaya kalkıp da tabâbet ilmini öğrenmemiş bir kimse gibidir.

 

Binâenaleyh ilim ve amel, ikisinin beraber olması gerekir.

 

Günümüzde tıp talebeleri, son sınıfta tamamen hastahânelerde pratik yaparak tahsillerine devam ederler. Mütehassıs hocalarıyla beraber viziteye çıkarlar, onların gözetiminde uygulamalara katılırlar. Yani sadece teorik bilgiyle doktor olmak imkânı yoktur. 

 

Tıp tahsili görmediği hâlde; sadece pratik birtakım uygulamaları bilen, kırık-çıkıkçı, masajcı, diyetisyen vb. kişiler ise tabip değildir. Onların kendilerini doktor yerine koyup, kendi sahalarını aşıp da yapacakları teşhis veya tedavilerin; “Yarım doktor candan eder.” sözünün ifade ettiği tehlikeye götüreceği bârizdir. 

 

Hâsılı, tasavvuf da lâzımdır. Fıkıh da lâzımdır. Ancak fıkıh herkese umûmî şerîat zemini olduğu için önceliğe sahiptir. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîsiyle bitirelim:

 

“Allah kimin için hayır dilerse onu dinde fakih / anlayış sahibi kılar.” (Buhârî, İlim, 13) 

 

_______________________

 

1 Hidâye: Burhâneddin Mergınânî’nin (ö. 593/1197) Hanefî fıkhına dair meşhur eseri.

 

2 Mektûbât-ı Rabbânî, c. 1, 8. Mektûb’dan özet olarak alınmıştır.