Hakk’a Yaklaşmanın Sırrı FEDÂKÂRLIK

M.Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatır:

 

“Bir adam Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek;

 

‒Ben açım, dedi.

 

Allâh’ın Rasûlü hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şey göndermesini istedi. 

 

O da;

 

‒Sen’i peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok, dedi.

 

Hazret-i Peygamber bir başka hanımından yiyecek bir şeyler istedi. O da aynı cevabı verdi. Daha sonra Rasûl-i Ekrem’in öteki hanımları da; 

 

‒Seni peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok, diye haber gönderdiler.

 

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına dönerek;

 

‒Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister? diye sordu.

 

Ensardan biri;

 

‒Ben misafir ederim, yâ Rasûlallah, dedi ve o yoksulu alıp evine götürdü. 

 

Eve varınca karısına; 

 

‒Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in misafirini ağırla, dedi. 

 

Bir başka rivâyete göre karısına; 

 

‒Evde yiyecek bir şey var mı? diye sordu.

 

Hanımı;

 

‒Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var, dedi.

 

Sahâbî;

 

‒Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafirimiz içeri girince de lâmbayı söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım, dedi.

 

Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. 

 

Sabahleyin o sahâbî Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. Onu gören Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

 

‒Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allah Teâlâ memnun oldu.” (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr, 10, Tefsîru sûre [59], 6; Müslim, Eşribe, 172)

 

Hikmet çok açık:

 

O sahâbînin bu güzel fedâkârlığı, Allâh’ı memnun ve râzı eden bir haslet. Öyleyse her fedâkârlığın özünde Allâh’ın yüce rızâsı olmalı. Çünkü Cenâb-ı Hak, rızâen lillâh olan fedâkârlıkları ayrıca takdir buyuruyor:

 

“(Ey Rasûlüm)

 

İnsanlardan öylesi de vardır ki;

 

‒Allâh’ın rızâsını kazanmak için 

 

‒Kendini fedâ eder. 

 

Allah, kullarına çok şefkatlidir.” (el-Bakara, 207)

 

İşte Hakk’a yakınlığın sırrı:

 

Fedâkârlık.

 

Her idrak sahibinin;

 

Bu gurbet âleminden vuslat âlemine yolculuğunda elini ayağını geride bırakılan şeylere bağlayan ne varsa hepsini vaktinde fedâ etmesi. Fakat zavallı ve gafil insan, daha sımsıkı sarılırsa devamlı sahip olacağını zannettiği bir fânîlikte, bomboş bir hayalin hiç acımadan aldatan esaretini en merhametli bir özgürlük zannediyor ve inatla tercih ediyor. Gitgide bu tercihin gönüllü kölesi olmakla da artık tüm sonsuz mes’ûliyetlerinden, sorumluluklarından ve mükellefiyetlerinden muaf, âzâde ve hür bir hayat yaşayacağını var sayarak ahmakça bir gidişâta saplanıyor, böylece ne yazık ki tuhaf bir nefsâniyetin en acıklı girdabında koca bir ömrü ziyan ve hebâ ediyor. Göremiyor ki, bu fânîlik esaretinin sonu, asla saltanatlı ve şatafatlı bir hayat değil, bilâkis ebedî bir cehennemin kurtulması imkânsız alevli zindanlarında sonsuza dek berbat bir mahkûmiyet ve azâbına dayanılmaz bir hüsrandır.

 

Dolayısıyla;

 

Bu fânî gurbeti ve onda zaten geride bırakacağı şeyleri ölmeden evvel Hakk’a fedâ edip de vuslat âlemine kanat çırpanlar, rahmet ve nimet dolu sonsuz cennetlere nâil oldular. Şükrettiler. Tarifsiz bir huzur ve selâm içinde;

 

­“‒Allah, Allah, Allah!” dediler.

 

L â k i n; Ölüme gittiğini gördüğü hâlde, belki de gitmem, zannederek gerisin geriye bu fânî gurbet âlemine kanat çırpanlar da, ne yapsalar yine âhirete göçtüler ve orada kahreden cehennemlere dûçâr oldular. Hiç çaresi olmayan acılar içinde;

 

“‒Eyvah, eyvah, eyvah!” dediler.

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

 

“(Ey kullarım)

 

Rablerinin emrine uyanlar için, 

 

Mükâfâtın en güzeli vardır. 

 

Ona uymayanlara gelince; 

 

Eğer yeryüzünde olanların tümü ile 

 

Bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, 

 

Mutlaka (kurtulmak için) onu fedâ ederlerdi. 

 

İşte onlar var ya, hesâbın en kötüsü onlaradır.  

 

Varacakları yer de cehennemdir.  

 

ne kötü yataktır! (er-Ra’d, 18)

 

“…

 

‒Azâbı gördüklerinde (gafiller), 

 

‒İçin için yandılar.” (Yûnus, 54)

 

Yüce Mevlâ, mü’min kullarının böyle bir duruma düşmemesi için onları ikaz ediyor:

 

“Ey îmân edenler! 

 

Hiçbir alışverişin, 

 

Hiçbir dostluğun ve 

 

Hiçbir şefaatin olmadığı bir gün 

 

‒(Kıyâmet) gelmeden önce,

 

‒Size verdiğimiz rızıktan,

 

Allah yolunda infâk edin!

 

Gerçekleri inkâr edenler, onlar zâlimlerdir. (el-Bakara, 254)

 

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatır:

 

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam geldi ve şöyle dedi:

 

‒Ey Allâh’ın elçisi! Hangi sadakanın sevâbı daha büyüktür?

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdu:

 

Güçlü-kuvvetliyken, 

 

Sıhhatın yerindeyken, 

 

Cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, 

 

Daha büyük zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. 

 

(Bu işi) can boğaza gelip de; 

 

Falana şu kadar,

 

Filâna bu kadar, demeye bırakma! 

 

(O durumda) zaten o mal; 

 

Vârislerden, 

 

Şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11, Vasâyâ, 17; Müslim, Zekât, 92)

 

İdrâk edenler;

 

Fânîyi fedâ ettiler, sonsuzluğa mazhar oldular.

 

Damlayı fedâ ettiler, deryâlara kavuştular.

 

Can verdiler, ölümsüzleştiler.

 

İdrâk edemeyenler ise;

 

Fedâ ettiklerinde mahrum olacaklarını zannedip ölümsüzlüğü perişanlığa ve hüsrana dönüştürdüler. Bu meyanda dünyaya aldanan bir kimse;

 

Ön plânda kullandığı kelimeler çok sâfiyâne görünse de arka plânda âdeta; «cehennem cilâdır, cennet belâdır!» reklâmını yapan hayallere, maalesef nice gerçekleri ve hakikatleri fedâ ediyor, neler veriyor neler! Dünyayı veriyor, malını veriyor, canını veriyor, her şeyini veriyor; şahsiyetini veriyor, elindeki bütün nimetleri veriyor ve hattâ cennetleri fedâ ediyor! Güya bütün mes’ûliyetleri başına yığan cennet belâsından kurtulacak ve her türlü sorumluluktan kendisini âzâd eden cehennem cilâsına kavuşacak. Böylece güya rahat yaşayacak, keyfedecek ve özgür olacak güyâ! Yahu yalan bir sloganla bunlar ne mümkün! Bu slogana aldanıp da rahata çıkan, keyfedebilen ve özgür kalan bir kişi var mı hiç? Nemrutlar rahat mı, huzurlu mu, keyif mi sürüyor? 

 

Ne gezer!

 

Bunu onlar da toprak altında görüyor, herkes de. Fakat toprak üstündekilere aynı aldanışı şeyâtîn yine özgürlük diye telkin ediyor.

 

Oysa;

 

Bu özgürlüklerin tamamı, aslında zulmün ta kendisi. İnsanı esarete düşüren zulümler bunlar. Düşünen az:

 

Özgür kalınca öz damarından, kalır mı kan?

Kim der bu zulme sen de inan, kendi kendine? 

 

Bu zulme düşmemek için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîsini tastamam anlayarak yaşamalı:

 

“(Ey ümmetim)

 

Canımı gücü ve kudretiyle 

 

Elinde tutan 

 

Allâh’a yemin ederim ki, 

 

Ya iyilikleri emreder ve 

 

Kötülüklerden nehyedersiniz, 

 

Ya da Allah, kendi katından 

 

Yakın zamanda 

 

Üzerinize bir azab gönderir. 

 

Sonra da; 

 

Allâh’a yalvarıp duâ edersiniz, 

 

Ama duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)

 

Hadîs-i şerifteki yüce ikaz ve fermanı kendilerine düstur edinen ecdâdımız, Allah için, din için, vatan için tarihlere altın harflerle yazılan fedâkârlıklara imza attı. Millî şairimizin ifadesiyle:

 

Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;

Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? 

Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:

Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid. 

 

Bir asır önce dünyanın mücadele sahnesinde yaşananlara bakıp da yazılan mısralar, bugün yazılması gerekenlerden başka şey değil. Tekrar edelim:

 

Dünyâ, koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;

Davranmıyacak kimse bu meydâna atılmaz. 

Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;

Mâzîyi, fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.

…….

Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha:

Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vâha!

…….

«Dolaş da yırtıcı arslan kesil behey miskin! 

Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin? 

…….

Cemâat intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla! 

Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla. 

 

Tabiî ki Allah yolunda.

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in Hazret-i Ali ta şu ifadeleri, parayla imtihanda zorlanan ve tebliğden uzaklaşan günümüz insanı açısından da pek mühimdir:

 

“(Ey Ali)

 

Allâh’a yemin ederim ki, 

 

Cenâb-ı Hakk’ın 

 

Senin aracılığınla 

 

Bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, 

 

Senin için, 

 

En kıymetli dünya nimeti olan 

 

Kırmızı develere sahip olmandan 

 

Daha hayırlıdır.” (Buhârî, Fezâilü’l-ashâb, 9, Meğâzî, 38; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 34)

 

Hazret-i Peygamber’in bir başka vurgusu da şöyle:

 

“(Ey ümmetim)

 

Dünya ve onun içinde olan şeyler, 

 

Değersizdir. 

 

Sadece; 

 

Allâh’ı zikretmek ve

 

O’na yaklaştıran şeylerle,

 

İlim öğreten âlim ve

 

Öğrenmek isteyen talebe,

 

Bundan müstesnâdır.” (Tirmizî, Zühd, 14. Ayrıca bk. İbn-i Mâce, Zühd, 3)

 

Hele insanlara hayrı öğretenler daha bir müstesnâ. Bu ilmî gayret, ömürlük fedâkârlıklar gerektirdiği için onun değerini ve kıymetini Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok hususî bir kıyas ile açıklar:

 

“(Ey ümmetim)

 

‒Âlimin âbide üstünlüğü, 

 

‒Benim,

 

‒Sizin en aşağı derecede olanınıza üstünlüğüm gibidir. 

 

Şüphesiz ki Allah,

 

Melekleri,

 

Gök ve yer ehli,

 

Hattâ yuvasındaki karınca ve balıklar bile,

 

İnsanlara hayrı öğretenlere,

 

Duâ ederler.” (Tirmizî, İlim, 19)

 

Bu minval duâlara bizzat Rasûlullâh’ın kendisi de dâhil oluyor ve şöyle buyuruyor:

 

“(Ey ümmetim)

 

Bizden bir şey işitip, 

 

Onu aynen işittiği gibi 

 

Başkalarına ulaştıran kimsenin 

 

Allah yüzünü ağartsın! 

 

Kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki, 

 

O bilgiyi, 

 

Bizzat işiten kimseden 

 

Daha iyi anlar ve korur.” (Tirmizî, İlim, 7. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, İlim, 10; İbn-i Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik, 76)

 

Ashâb-ı kirâmın Medine ve Mekke’den yollara revan olup tüm cihana hidâyet kevserleri sunmaları, bundan dolayı. En zor şartlarda en büyük fedâkârlıklar göstermeleri de, bundan dolayı. Bu da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e daima;

 

فَدَاكَ اَب۪ى وَاُمّ۪ى وَنَفْس۪ى يَا رَسُولَ اللّٰهِ

 

“‒Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” demelerinin bereketi.

 

Bu bereketle;

 

Peygamber duâsına ve müjdesine muhatap olabilen bahtiyarlar, ne büyük destanlar yazdılar ve fazîletler sergilediler. O fazîletler asırlar boyunca gönül düsturları oldu. Şiirin diliyle:

 

Ey kul, tefekkür aklı, takvâ da kalbi açar,

Helâl lokmayla yaşar, Allâh’a sığınanlar.

Mü’minle musâfaha, coşturur yüce yâri,

Zâhir bâtın temizlik, cennet eyler toz kabri,

Kurban eyle bu cânı, kazan sonsuz sabâhı,

Ey Seyrî, fedâkârlık, râzı eder Allâh’ı.

 

Fedâkârlığa dair müjde-i Peygamberî olduğu gibi elbette îkāz-ı nebevî de mevcuttur. Hadîs-i şerifte buyurulur:

 

“(Ey ümmetim)

 

‒Kim, 

 

‒Kendisinde Allâh’ın rızâsı aranan bir ilmi 

 

‒Sadece dünyalığa sahip olmak için öğrenirse, 

 

O kimse, 

 

Kıyâmet gününde,

 

Cennetin kokusunu bile duyamaz.” (Ebû Dâvûd, İlim, 12. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 23)

 

Demek ki;

 

Rızâen lillâh olması gereken bir ilmi, sadece dünyalık kaygısıyla ve sırf daha çok para kazanmak gayesiyle öğrenmek ve buna göre bir hayat rotası çizmek, cennet istikametine ters. Bu çerçevede bir başka acı ikaz da şu:

 

“(Ey ümmetim)

 

Bir kimse, 

 

Allah yolunda uzun seferler yapar, 

 

Saçı başı dağınık, 

 

Toza toprağa bulanmış vaziyette

 

Ellerini gökyüzüne açarak;

 

Yâ Rabbi! 

 

‒Yâ Rabbi, diye duâ eder. 

 

Hâlbuki; 

 

Onun yediği haram, 

 

İçtiği haram, 

 

Gıdâsı haramdır. 

 

‒Böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât, 65. Ayrıca bkz. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 3)

 

Demek ki;

 

Hakk’a yaklaşmanın sırrı olan fedâkârlık, eğer onda helâl ve haramlara riâyet yoksa hiçbir kıymeti hâiz değil. İllâ istikamet, illâ istikamet şart. Emrolunduğu gibi doğdoğru olmak şart. O vakit fedâkârlıklar makbul. O vakit;

 

Fedâkârlık… Nâiliyetin ebedî usûlü…

 

Hakikaten;

 

Allah katında nimetlere nâil olmanın yegâne usûlüdür, fedâkârlık. Çünkü onun içinde aşk vardır, takvâ vardır, muhabbet vardır, sadâkat vardır, sabır vardır, rızâ ve teslimiyet vardır. Dolayısıyla düsturu fedâkârlık olan kimselerin idrak ve tefekkürleri berrak, yaşayışları pâk olur. Onlar, şu ulvî hakikatlerin daima şuûrundadırlar:

 

Kibir öyle belâ ki, düşürür gökten yere,

Tevâzu nâil eyler kanat kanat göklere.

Dünya değil ukbâya doyumsuz ise kişi,

Gaflete sürüklenmez, rahmet olur her işi.

Bilir ki can gıdası, daima zikrullahtır,

Onun rotası cennet, tek gayesi Allah’tır.

Bilir ki cehennemin yakıtı taş ve insan,

Korur kendisini de, ailesini de ondan.

Bilir ki, şart basîretteslîmiyet fermânı,

Geceyi ihya etmek, ebediyet dermânı.

Ey Seyrî, doğru idrâk, takvâ iledir ancak, 

Kul olmak, kurban gibi hep fedâkâr yaşamak.

 

Gerçekten de;

 

Nerede destânî bir başarı varsa, temelinde kendini ona adayan ve kurban eden gerçek bir fedâkârlık vardır. Fakat profesyonellik diyerek fedâkârlıkları kaldıran mantıkların en câzip balonları, ne yapılsa da ille bir tıkanıklık yaşar ve nihâyet patlar gider.

 

Maalesef;

 

Onca mükemmel programlar ve ince düzenlemeler dolu olduğu hâlde ortaya bir türlü muvaffakiyet koyamayanların göremedikleri ya da işlerine gelmediği için görmek istemedikleri en püf noktadır fedâkârlık. Herkeste bir nebze vardır elbette, kastedilen o değil. Bir nebze ile bir şey olmaz. Bir lokma ile koca bir gövde ayakta durmaz. Sadece bir lira verip de bir milyonluk ev satın alınamaz. Hepsi gerekli olduğu nisbetine muvâfık bir fedâkârlık ile gerçekleşir. Fedâkârlık deyince onun en doğru hakikati bu. Gerçek başarıların sırrı, daima böyle bir hakikattir.

 

Çok âşikâr:

 

Hazret-i Peygamber’in hayatı başından sonuna kadar fedâkârlıktır. O’nun, fedâkârlıkları bir kenara koyan hiçbir programı yoktur. Bugün süslü püslü lâflarla «program böyle» deyip fedâkârlığı çöpe atmak, batının aşıladığı sinsi bir duygu ve tuzaktır. İslâm’ın özünde bu yoktur. Ashâb-ı kirâma baktığımızda da göze çarpan en bâriz alâmet-i fârika, fedâkârlıktan ibarettir. Onlar dünyanın dört bir yanına en imkânsız şartlara rağmen aşk ile at koşturdular. Her türlü fedâkârlıkları insanüstü bir şevk ile sergilediler. İslâm’ın kıt’adan kıt’aya intişârı, böyle tecellî etti. 

 

Bu mesele, müsbet ve menfî pek çok misallerle dolu: 

 

Tarık bin Ziyad, elindeki küçücük bir kuvvetle sergilediği büyük bir fedâkârlık neticesinde bütün İspanya’yı fethetti ve orayı Endülüs yaptı; İslâm medeniyetinin merkezlerinden biri hâline getirdi. Sonrakiler bunu aynen devam ettirdiler. Fakat gün geldi gaflete düşüldü ve başlangıçtaki fedâkârlıklar raflara kaldırıldı. Neticede o muhteşem medeniyet, târumâr oldu. Koskoca Endülüs bitti ve o mâmur memleket harap olarak yeniden İspanya’ya dönüştü. İslâm beldelerine kaçamayan müslümanların tamamı kılıçtan geçirildi. Tarih, çok acı bir ibrete sahne oldu.

 

Bir başka misal:

 

Osmanlı asırları. Üç kıt’ada i’lâ-yı kelimetullah için türlü fedakârlıklar ortaya konuldu ve zaferden zafere koşuldu. Bütün dünyaya adâlet ve şefkat tevzî edildi. Son demlerde ise bu fedâkârlıklar azaldı. Gayretler azaldı. Zaferlerin yerini yenilgiler almaya başladı. Ülkeler ve memleketler birer birer elden çıktı. Kaybedilen her yerde en ağır zulüm tabloları yaşandı.

 

Sonra;

 

Onca fecî girdaplardan yine fedâkârlıklarla çıkıldı. Son vatan ve şanlı millet, yok olmaktan bu sayede kurtuldu. Çanakkale zaferi, İstiklâl Harbi ve nihayet On Beş Temmuz, bunun unutulmaz misalleri olarak tarihe geçti. O demleri, abdestini alıp da göğsünü din ve vatan dâvâsına siper edenlerin ve bu uğurda şehid düşenlerin unutulmaz fedâkârlıkları destanlaştırdı.

 

Bu fânî hayatta her şey, aslında apayrı birer fedâkârlık eğitimidir.

 

Hastalıklar bile.

 

Câlib-i dikkattir:

 

İnsanda sayısız sıhhat noktası var. Bunların rutin şekilde devamı hâlinde insanoğlu onları yokmuş gibi unutuyor. Unutunca düzgün kullanmıyor. Ne dikkat ediyor ne şükrediyor. Onların ne kadar farklı nimet olduklarının da gafletine düşüyor ve hepsini maalesef idrâkinden düşürüyor ve aklında basitleştiriyor, fikrinde değersizleştiriyor, kalbinde sıradanlaştırıyor. Nihayet onlarla alâkalı olarak idrâki de hissiyatı da âdeta ölüyor insanın. Artık bu noktadan sonra o nimetlerin kendisine verilmiş olmasını bile hor görebiliyor. Hani yüce Allah, meselâ göz vermiş, fakat gafil insan hâşâ, diyor ki:

 

«‒Bu ne ki, zaten vermesi gerekiyordu. Madem yarattı göz de verecek tabii.» 

 

Bu câhilce duygu ve nankörlük, insanı köreltiyor ve sayısız ihmallere saptırıyor, harama karşı dikkatsiz, helâle karşı ilgisiz ve hakikate karşı da âmâ ve tefekkürsüz yapıyor. Sonunda insanı, nûrun dışına, zulmetin de içine yuvarlıyor ve onu mantık zannettiği karanlıklara düşürerek iki dünyasını da zindana çeviriyor.

 

İşte tam bu noktada; 

 

Göz ile alâkalı eğer bir hastalık patlak veriyorsa, çaresizlikler insanı boğmaya başlıyor. İşte o vakit uyanıyor insan ve fark etmeye başlayarak diyor ki:

 

«‒Neyim varsa hepsi fedâ, yeter ki görebileyim!»

 

İnce bir muhâsebe:

 

Fedâkârlık zarureti oluşturan bir sıhhat bâbında her şeyden vazgeçilmesi, neticede sadece bir uzvu kurtarmaya yönelik bir kazançtan ibaret. Fakat yerine göre Allah yolunda samimiyet ile infâk edilen yarım hurmacık bir fedâkârlık bile, kazanç itibarıyla ebedî bir cennet. Hâsılı fedâkârlık, insanoğlunu Allâh’a yaklaştırmada bu denli kıymetli. Hazret-i Peygamber’in şu hadîs-i şerifi, ehl-i îmânın en güzel aynası:

 

“Mü’min, cennete girinceye kadar hiçbir hayra doymaz.” (Tirmizî, İlim 19)

 

Allah yolunca cân u gönülden ve hiç bıkıp usanmadan her hayrı ihyâya koşan fedâkâr gönüllere ne mutlu!

 

Yâ Rab! 

 

Nasib et!

 

Âmin…