RASÛLULLAH (S.A.S.)’İN HİCRETİ -14-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Ümmü Mâbed anlatıyor:

–Bugün buraya çok mübârek bir zât geldi! Yanında arkadaşları da vardı. Benden yiyecek, içecek şeyler satın almak istediler. Ben de şu an için, onlara verebileceğim bir şeyimin olmadığını söyledim. Aralarındaki o mübârek zât; bizim şu cılız koyunu görünce, ondan süt sağmak için, benden izin istedi. Ben izin verince; koyunun yanına varıp, önce eliyle sıvazladı. Yerinde bile yatmaktan âciz olan koyun, birden ayağa kalkıverdi. O mübârek zât; koyunun her tarafını sıvazlayınca, hayvanın memeleri sütle doldu.

Ümmü Mâbed Âtike anlattıkça, Ebû Mâbed Eksem, şaşkınlıktan şaşkınlığa geçiyordu. Sonra birden yerinden fırlayıp haykırdı:

–O’dur vallâhi; O, O’dur!

–O da kimdir ey Ebû Mâbed?

–Mekkelilerin aradığı zâttır O! Her tarafta O’nu arıyorlardı çünkü! O’dur O! Ben öyle zannediyorum ki; O, O’dur! O’nu bana iyi anlatıp tarif edebilir misin ey Ümmü Mâbed?

–Ederim elbet!

Ümmü Mâbed Âtike, önce bir iç çekti. Sonra da, O’na bakar gibi anlatmaya başladı! Sadece o anda kocasına değil, sadece o döneme değil, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa en güzel mesajı ile beraber, İslâm tarihi sayfalarına altın harflerle geçecek olan «Şemâil» ve «Şifâ-i Şerif» anlattığını o an için nereden bilecekti!

–Anlat artık ey Ümmü Mâbed!

–O, öyle bir zâttı ki… Benim gördüğüm zât, öyle bir zât idi ki, her şeyi ile güzel; hem sadece güzel değil, güzelden de güzeldi. Tatlı bakışlı, nur yüzlü ve çok mübârek biriydi. Öyle güzel, öyle parlak bir yüzü vardı ki; güneşten de parlaktı.

Huyu çok güzel olduğu gibi, sîmâsı da hem tatlı ve hem de mükemmeldi. Yaratılışı güzel ve şekil itibarıyla muntazam bir bedene sahipti.

Ne şişman, ne zayıf ve ne de göbekliydi. Her yönüyle çok biçimli ve güzel çehreliydi. Ne çok uzun ve ne de çok kısa olup, orta boylu olduğu hâlde, arkadaşları arasında en büyük O görünüyordu.

Nasıl anlatayım bilmem ki; güzel mi güzel, mûtedil mi mûtedil bir vücut yapısı vardı işte. Omuzları genişçe, endâmı düzgün olup, son derece ölçülüydü.

Uzaktan bakılınca, insanların en heybetlisi görünüp; yakına gelince, herkesten daha tatlı ve samimiydi.

O mübârek zât, her şeyi ile çok mükemmeldi. Ve yine her şeyiyle öyle biriydi ki; O’nu gören gözün, O’nu bir daha unutması mümkün değildi.

O sanki bir fidan idi ki; fidanlar arasında bitmiş, parlaklığı ve yeşilliği onlara üstün gelmişti. Yahut da çok güzel bir dal arasında duran, çok özellikli nâzenin bir dal gibiydi.

Öyle bir duruşu vardı ki, arkadaşları arasında altın gibi parlıyordu. Her bakımdan ve her yönüyle onların en güzeliydi.

Mübârek saçları koyu siyah olup, mübârek sakalı da bir ayrı güzeldi. O mübârek zâtın gözleri siyah ve kirpikleri uzunca ve çok düzgündü. Gözünün akı pek ak, siyahı da pek siyahtı. Gözü, kudretten sürmeli ve hilâl kaşlı idi.

Sesi tokça fakat çok nâzikçe olup, kadife yumuşaklığından daha yumuşakçaydı. Konuşması çok tatlı, güzel ve akıcıydı. Konuştuğu zaman son derece güler yüzlü, tatlı sözlüydü. Sözleri sanki bir ipe dizilmiş birer inci taneleri gibi, mübârek ağzından tatlı tatlı akmaktaydı. Sözleri açık-seçik ve netti. Mübârek sözleri o derece açıktı ki; doğru ile yanlışı arasını ayırıcı ve net olup, ne âcizlik sayılacak derecede az, ne de boş ve gereksiz sayılacak derecede çoktu. Konuşmaları tane tane olup, kulağı da gönlü de okşayacak bir şekilde idi. Allâh’ın adını anarak konuşmasına başlıyor ve hep O’nu yücelterek devam ediyordu. Sustuğu zaman da, kendisinde bir vakar ve ağırbaşlılık görünürdü. Yani susması ayrı bir güzel ve vakarlı, konuşması ayrı bir güzel ve yüce idi.

O’nun yanında yol arkadaşları da vardı ki; O bir şey söylediği zaman can kulağıyla dinler, O’nun verdiği emri yerine getirmeye koşuşurlardı. O öyle biriydi ki; O’nun arkadaşları, O’nun etrafında pervâne gibi dönüyorlar; bir beyanı olduğunda O’na kulak veriyor, O’ndan bir istek ya da bir emir gelince, hemen koşarak bu emrini yerine getiriyorlardı. Etrafında dört dönüyor ve her arzusunu yerine getirmek için de, canla başla atılıyorlardı. O’nun her istediğini, onlar da gönülden isteyerek yapıyorlar, âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı.

O mübârek zât; asık suratlı ve azarlayıcı olmayıp, mübârek yüzünde eksik olmayan tatlı bir tebessümle güleç bir yapısı vardı. Kimseyi kınamaz ve azarlamazdı. Arkadaşları arasında en çok sevilen ve en çok sayılan biriydi. Dedim ya, O bambaşka biriydi, bambaşka!1

Hanımının kendine has o güzel üslûbu ile anlatışı karşısında, Ebû Mâbed Eksem’in de gözleri dört açılmış, sanki yuvasından çıkacak gibi olmuştu. Öyle içten ve sindirerek dinlemişti ki, âdeta o da o olayı yaşar gibi olmuştu!

Ümmü Mâbed Âtike; O’nu o kadar güzel anlatmıştı ki, ancak bu kadar olurdu! O’nun resmini çok boyutlu çekmişçesine anlatan ve hânesine teşrif eden misafirini bu kadar tafsille ve detaylı bir tarifle kendisine aktaran hanımını, büyük bir heyecanla dinleyen Ebû Mâbed Eksem, hazine bulmuşçasına haykırdı:

–O’dur bu, O! Vallâhi bu zât, Mekkelilerin bütün her tarafta arayıp durdukları zâttır. O’dur bu, O!

Çölde kaybolup, susuzluktan ölmek üzere olan birinin, bir anda su bulup sevinmesi gibi sevinen Ebû Mâbed, bu sefer de içi yanarak konuştu:

–Ne mutlu sana ki, öyle bir zât ile müşerref oldun ey Ümmü Mâbed! Eğer ben kendisine rastlamış olsaydım, her şeyi terk eder O’nun ardına düşer, arkadaşlığına can atardım! Yine de bir yolunu bulursam, muhakkak bunu yapacağım! Şayet bir gün buna muktedir olursam, Mekke’ye varacak ve avazım çıktığı kadar haykırarak, önce Mekke’ye sonra da bütün dünyaya O’nun fazîletlerini anlatacağım! Önemli değil; insanlar bu sesin nereden geldiğini bilmesinler. Önemli olan; sesin sahibi değil, sesin anlattıklarıdır. Sen ne yüce bir şerefe ermişsin böyle ey Ümmü Mâbed!2

Rasûlullah -aleyhisselâm- hakkında ilk defa böyle derli toplu tanımlama yapan kişi; işte bu hanım Ümmü Mâbed Âtike olup, bütün kaynaklara da böyle geçmiştir. Daha sonra bu aile Medine’ye gidecek, bütün aile fertleriyle müslüman olacak ve Rasûlullah -aleyhisselâm-’a bey‘at edeceklerdi.3

Peygamber Efendimiz, her yönüyle bir başka güzelliğin temsilcisidir elbet…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-
__________________________

1 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 230-231; Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, 9-10; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 338; Beyhâkî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 279; İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 4, s. 1959-1960; Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 243-244; İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, c. 2, s. 60; Muhibbüddîn et-Taberî, Riyâdu’n-Nadrâ, c. 1, s. 102; İbn-i Seyyidi’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 188; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 438-439; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 192-193; Haysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 6, s. 56-57; Kastallânî, Mevâhîbu’l-Ledünniye, c. 1, s. 86; Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs, c. 1, s. 333-334; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 2, s. 357-358.

2 Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 338; Beyhâkî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 279; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 192-193.

3 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 487-488; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 230-232, c. 8, s. 288-289; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 309, c. 2, s. 103-104; Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 2, s. 183, c. 3, s. 8-10; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 282-285; İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 4, s. 1759, 1876, 1958-1962; İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğābe Fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 5, s. 292-293, c. 7, s. 182-183; İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 180, 497-498; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 2, s. 354-359; Mehmet EREN, «Ümmü Mâbed», DİA, c. 42, s. 325.