KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -33- İSLÂM’DA MÂNEVÎ ŞUUR KAZANDIRAN BİR EĞİTİM

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

MANKURT’UN HAZİN HİKÂYESİ

İbretli bir Kırgız hikâyesi şöyledir:

Zâlim bir kavim, düşmanlarına baskın verip mallarını gasp ettiğinde, onların evlâtlarını da kaçırır ve onlara güneş altında türlü işkenceler yapar.

Zavallı esirin tıraş edilmiş kafasına geçirilen deve derileriyle yapılan bu işkence neticesinde, hayatta kalanlar bütün şuurlarını kaybeder ve kendilerine zulmeden kişilerin sözünden asla çıkmayan köleleri olurlar.

Hikâyede; Nayman Ana, kaçırılan ve bu işkenceden geçirilen oğlu Yolaman’ı bulur, ona nice telkinlerde bulunur, lâkin yine de onu kendine getiremez. Aslını hatırlatamaz.

Zâlim sahipleri durumu fark edince, yabancı biri gelirse onu öldürmesi tâlimâtını verirler. Artık bir mankurt olan Yolaman, bu emre uyar ve annesini öldürür.

Kırgız ediplerinden Cengiz AYTMATOV tarafından asrımızda tekrar yazılan bu kadîm hikâye;

Evlâtların; anne-babalarına, öz kültürlerine, din ve an‘anelerine nasıl yabancılaşabileceklerine acı bir misal olarak, dünya lisanlarına «mankurtlaşmak» tabirini kazandırmıştır.

Kur’ân-ı Kerim ise; insanın ezelî düşmanı olan şeytanın, Âdemoğullarına malları ve evlâtları husûsunda ortak olmaya çalışacağını haber verir. (el-İsrâ, 64)

Düşman, husûsen yeni nesillere göz diker.

Fetih Sûresi’nin son âyet-i kerîmesinde, yeni filizlerin güçlenip kendi gövdeleri üzerinde ayakta durabilmesinin iki tesiri anlatılır:

Bu manzara;

•Bahçıvanları sevindirir.

Yani o nesiller üzerinde emek veren Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve O’nun nurlu yolunda yürüyen eğitimcileri, irşâd ehlini memnun eder. Gönül huzuruna erdirir.

•Kâfirleri ise öfkelendirir.

Din düşmanları; cami cemaatinden ziyade, Kur’ân kurslarını ve imam-hatipleri dolduran gençlikten nefret ederler. Onları İslâm’ın istikbâli olarak gördükleri için, var olmalarından ve güçlü olmalarından rahatsız olurlar.

Bugün evlâtları mankurtlaştırma / özüne yabancılaştırma faaliyeti; işkencelerle değil, maalesef eğitim yoluyla gerçekleştirilmektedir.

Asırlarca İslâm’ın sancaktarı olarak, haçlı ordularını püskürten ve ardından onları Avrupa’nın ortalarına kadar gerileten şanlı milletimize aynı tuzak kurulmuştur.

Tanzîmat’ta memleketin idareci zevâtına, Avrupalılaşmak ve yabancılaşmak hastalığı bulaştı. Evlâtlar, Paris ve Viyana gibi Avrupa şehirlerine tahsil yapmaları için gönderildi. Osmanlı olarak giden bu evlâtlar; kıyafet olarak yine Osmanlı kisvesiyle dönmüşlerse de, artık kalpleri Avrupalı olmuştu. Yani mânen bozucu bir kalp ameliyatı yaşayıp Osmanlı’ya döndüler. Apoletleri Osmanlı, iç dünyaları Fransız olmuştu.

Onlar batının kaydettiği teknik terakkîyi almak maksadıyla gönderilmişlerdi. Lâkin bu elde edilemediği gibi, fikren de ifsâd edilmiş olarak vatana döndüler ve âdetâ garbın yeniçerileri oldular. «Islah ediyoruz!» diyerek, elde kalan mevcudu da ifsâd ettiler.

Günümüzde de, eğitim yoluyla yabancılaştırma devam etmektedir.

YERLİ ve MİLLÎ

Son senelerde husûsen silâh sanayiinde ve birçok sahada, «yerli ve millî» olma keyfiyetinin kıymeti anlaşılmaya başlamıştır.

Evlâtlarımızı dünyevî ve uhrevî istikbâle taşıyacak tahsilin de mutlaka; mânevî, ahlâkî, rûhânî, yerli ve millî kıymetleri hâiz olması büyük bir zarûrettir.

Muhasebe edelim:

Yıllar süren dünyevî eğitim, evlâtlara;

•Âdâb-ı muâşeret öğretiyor mu?

•Cömertlik, diğergâmlık ve merhamet gibi ahlâkî husûsiyetler kazandırıyor mu?

•Tevâzu mu veriyor yoksa kibir mi?

•Kul hakkı endişesi ve titizliği, dürüstlük ve iffet veriyor mu?

•Büyüklere hürmet ve küçüklere merhamet aşılıyor mu?

•Vatan sevgisi ve millete hizmet gayreti telkin ediyor mu?

Maalesef bu muhasebenin neticeleri yüz ağartıcı değildir. Bilâkis, tahsil dünyasının yabancılaştırıcı tesiriyle, birçok gencimizin; kendi vatanını ve insanını istihfâf ettiği, yabancı memleketlere göçüp yerleşmek arzusu beslediği bilinmekte, yazılıp çizilmektedir.

MUHTEVÂ ve KEYFİYET MÜHİM

«Eğitim, ilim, kültür» gibi sıcak ve güzel görünen mefhumlar istismâr edildiği için, bu yabancılaştırma faaliyetine, gafil anne-babalar kendileri gönüllü olmakta.

Hâlbuki bunlar, muhtevâsına ve keyfiyetine göre mâhiyet değiştiren hususlardır:

•Milyonları katleden atom bombasını îmâl edenler ve o bombaları mâsum sivillerin, zavallı hayvan ve bitkilerin üzerine atanlar da en yükseğinden ilim ve teknik eğitiminden geçtiler.

•Bebekleri, ana rahminde katleden, kürtajcı doktorlar da tıp tahsili ve cerrahlık ihtisâsı gördüler.

•Kimisi hukuk tahsili gördü, fakat hakkı tevzî edeceği yerde cellât oldu.

Misaller çoğaltılabilir.

Bu aldıkları tahsil onları zâlim ve kātil olmaktan koruyamadı.

Niçin?

Çünkü sadece tek taraflı, yani mâneviyattan ve Kur’ân kültüründen uzak bir tahsil gördüler ve bunun acı neticeleri oldular.

Dînimizde; ilme, tahsile ve öğrenmeye verilen değer, «mârifetullah» tahsili çerçevesindedir.

Bu tahsilin gayeleri;

•Kişinin Rabbini bilmesi,

•Âhirete hazırlanması,

•Vatanına, milletine, ümmet-i Muhammed’e hizmet ve fedâkârlık şuuruyla donanması,

•Âdâb-ı muâşeret ile bezenmesi,

•Helâl ve haramı öğrenip, kul hakkı titizliği içinde yaşaması,

•Tevâzu, merhamet, cömertlik, hilm gibi en güzel ahlâkî vasıflarla muttasıf hâle gelmesi ve bu kıvam ile;

•Müsterşidi / irşad bekleyenleri irşâd etmesidir.

Millî ve mânevî bir eğitimin bu vasıfları kazandırabilmesi için en mühim şartlardan biri, şahsiyetini korumasıdır:

ŞAHSİYET KALESİ

Unutulmamalıdır ki;

İnsan kalbi, birleşik kaplar gibi hareket eder.

Kendi kültürümüzü veremediğimiz evlâtlar, yabancı kültüre âşinâ olmaktadırlar.

Bu hususta zamanımızda zaten maalesef;

•Televizyonun menfî programları,

•İnternetin karanlık ve kirli sokakları,

•Şahsiyetsizleştirici modalar ve

•Kandırıcı reklâmlar… boş bırakılmış hiçbir sîne bırakmadan, yabancı kültürü gece-gündüz empoze etmeye, telkin etmeye devam etmektedir.

Bu sebeple;

Millî ve mânevî bir eğitimin zarûrî bir prensibi; dînî, millî ve mânevî şahsiyeti korumak olmalıdır.

Akāidin en mühim tâlimâtı da budur:

Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinât Efendimiz ve beraberindeki ashâbını şu vasıfla medh ü senâ ederek zikreder:

اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ

“Onlar kâfirlere karşı sert ve tavizsizdirler.” (Bkz. el-Fetih, 29)

Bir başka âyet-i kerîmede; Rabbimiz, sevdiği mü’minleri yine «küffâra karşı vakur tavırlı olmak»la tavsif eder:

اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ

“Onlar kâfirlere karşı güçlü ve izzetlidirler (başları diktir).” (Bkz. el-Mâide, 54)

Evlâtlara bu izzetli duruş kazandırılmazsa; kendi vatanını küçük gören, kendi kültürünü istihfâf eden ve batıdaki seraplara aldanan gafil bir nesil meydana gelir.

Bu menfî tesirler, kâfir ve fâsıklarla yahut onların fikirleriyle ihtilâtın ve beraberliğin neticesidir.

DOST EDİNMEYİN!

Hadîs-i şerifte îkaz buyurulur:

“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)

Yani işlerinizi onlarla istişâre etmeyin, onlardan nasihat istemeyin. Zira onlar sizin iyiliğinizi istemezler.

Hattâ bu tarz bir bilgi ve fikir alışverişi, gönüllerde yanlış bir temâyüle yol açabileceği için de zararlıdır.

Sahâbeden Iyâd bin Hımâr -radıyallâhu anh-, müslüman olmadan önceki bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir deve veya başka bir şey hediye etmek istedim. Bana;

«‒Müslüman oldun mu?» diye sordu.

«‒Hayır!» dedim.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

«‒Ben müşriklerin hediyelerini kabul etmekten men edildim!»” (Ebû Dâvûd, Harâc, 33-35/3057; Tirmizî, Siyer, 23/1577; Ahmed, IV, 162)

 

Bu men edilişinin hikmeti sadedinde;

İbn-i Kesîr tefsîrinde de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle bir duâsı nakledilmektedir:

“Allâh’ım! Bana bir fâcirin veya bir fâsıkın, bir yardımını yahut nimetini nasîb etme!..

Çünkü ben bana vahyettiğin (Kur’ân) içinde şunu bulmaktayım:

«Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allâh’a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin…»”
(el-Mücâdele, 22) (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mücâdele, 22)

İmam Gazâlî Hazretleri de bu duâyı şu şekilde nakleder:

“Allâh’ım! Bana bir fâcirin yardımını nasîb eyleme ki, kalbim onu sevmesin / ona meyletmesin.” (Bkz. Deylemî, Firdevs, I, 393 [2011])

Bütün bu dikkat ve ihtimam Rabbimiz’in emridir:

“…Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68)

“…Kâfirlerle beraber oturmayın! Yoksa siz de onlar gibi olursunuz!..” (en-Nisâ, 140)

Birinci âyet, Mekke müşriklerinin, ikinci âyet de Medine yahudilerinin meclislerinde oturan müslümanları îkāz etmek için nâzil olmuştur. (Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XI, 81)

Rabbimiz, gayr-i müslimlerin meclisinde bir miktar oturmaktan dahî men ettiğine göre; evlâtların, tahsil adı altında, yıllar süren gayr-i İslâmî fikir, telkin ve yaşayışların içinde terk edilmesine râzı olmayacağı gayet vâzıh değil midir?

MEZC EDİLMELİ

Demek ki;

Dünyevî tahsilin; uhrevî tahsilin içinde, onunla mezc edilerek verilmesi elzemdir.

Rabbimiz; bu hakikati idrâk etmemiz için, her rekâtta bizlere Fâtiha’nın hitâmında;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ

“(Bizi) gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil, (nimet verdiklerinin yoluna ilet!)” diye duâ etmemizi tâlim buyurmaktadır.

Yani onlara benzememeliyiz. Şekil, kıyafet ve zâhir bakımından benzememeye gayret ettiğimiz gibi; fikir, duygu ve kalp bakımından da asla onlara benzememek gerekir.

Tahsil, işte bütün bu hususlarda, evlâtlarımızı; kendi köklerine, kendi özüne, kendi milletine, kendi an‘anesine muhabbet ve şuurla bağlayabildiği müddetçe, kıymetlidir, faydalıdır, başarılıdır.

Tam tersine; özüne yabancılaştırıyorsa, o zaman da zararlıdır, kıymetsizdir.

Akla şu sual gelebilir:

Tahsil yuvalarında öğretilen bilgiler cihanşümul değil midir? Bu sebeple, kim nasıl öğretirse öğretsin ne fark eder?

Evvelâ bütün ilimler böyle değildir. Dahası bilginin kendisi cihanşümul olsa da onu yorumlama, îzah ve ifadeye büründürmede yine millî ve dînî nokta-i nazar devreye girmektedir.

Fizik, kimya ve biyoloji gibi tabiat ilimleri, bir müslümanın nazarında, Allâh’ın yarattığı ve tabiata yerleştirdiği kanunların tahsilinden ibarettir.

Ancak ateistler; bu kanunları dahî, yaratıcısından tecrid ederek anlatmaya, kâinâtı fâili meçhul bir âlemmiş gibi kör bir şekilde tesadüflerle îzâha kalkışmaktadırlar.

İçtimâî ve insânî ilimler ise, çok daha sübjektiftir.

Meselâ tarih ilmine, Osmanlı vârisi bir müslüman Türk’ün bakışıyla, bir Yunan’ın, bir Alman’ın, bir İngiliz’in bakışı aynı olabilir mi? Herkes kendi tarihî mîrâsıyla mâzîyi okuyup ona göre bir istikbal inşâsı derdindedir.

Son zamanlarda artan bir endişemiz de şudur:

NEFSÂNÎ TERAPİLER

Psikoloji, insan rûhuna / nefsine veya şuuruna dair araştırmalar ihtivâ eden oldukça yeni bir ilim dalıdır.

Bu sahada da, inançsız, ateist yahut gayr-i müslim, yahudi, hıristiyan, budist vb. sözde bilginlerin ortaya attığı teoriler, terapiler ve kürler; «objektif bilim mahsûlü» imiş gibi ambalâjlanarak, evlâtlarımıza takdim ediliyor.

Bazen; «Psikoloji okuyorum.» diyen kişilere soruyorum:

–Müfredâtınızda, Mevlânâ Hazretleri’nden bir bilgi var mı? İmam Gazâlî’den, diğer mutasavvıf, kelâmcı, muhaddis, fakih ve eğitimci nice büyük âlimlerimiz var; onlardan bir bilgi, bir tecrübe var mı?

“–Yok!” diyorlar.

Hâlbuki;

Mesnevî insan nefsine ve rûhuna ait ne mükemmel teşhis, tespit ve tedavi teklifleriyle doludur. Hem de hepsi insan gerçeğine en uygun ve isabetli çarelerdir. İhyâ ve benzeri eserler de böyledir. Onlar; takvâlı gönüllerden neş’et etmiş, mâneviyat mahsûlü eserlerdir.

Baştan sona müşriklerin, gayr-i müslimlerin, hattâ en iptidâî Uzak Doğu dinlerinin müntesiplerinin kendi kültür havzalarından çıkarıp süsledikleri birtakım dışı yaldızlı, içi bozuk anlayışların bir mü’mine huzur vermesi mümkün değildir.

Yoga, meditasyon, şu-bu terapi gibi şeylerle meşguliyet, nefse verilen birer rüşvettir. İşe yarıyormuş gibi görünmesi ise, geçici bir kandırmacadır.

Bizim öz kültür ve medeniyetimizdeki mâneviyat vasıtaları; namaz, oruç, tefekkür, tezekkür, tesbihat ve murâkabe gibi gerçek ve sahih ibâdetler ise, hakkıyla ve takvâ ile îfâ edildiği nisbette bedene devâdır, kalbe şifâdır ve rûha gıdâdır.

Bu terapi denilen uygulamalar; kadın-erkek karışık yapılması gibi şer‘î mahzurlar taşımaktadır.

Daha da kötüsü; Uzak Doğu dinlerinden birtakım hareket, söz ve uygulamaları ihtivâ edebilmektedir. Bu da, akîde bakımından da son derecede tehlikelidir.

Üzülerek işitmekteyiz ki, toplumumuzda böyle meyiller başlamış. Böyle terapilere gidip de; «Ferahlıyoruz…» diyenlerin olduğunu duyuyoruz. Bu asla ferahlama değildir. Nefsânî bir aldanmadır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allâh’ın haram kıldığı bir şeyde şifâ yoktur.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Tıb, 2; Tirmizî, Tıb, 7)

Nasıl kimileri içki içmelerine mâzeret için; «Efkâr dağıtıyoruz…» diyerek kendisini kandırıyorsa, bu yabancı ve bâtıl terapiler de bir mü’mine ancak geçici ve yalancı bir hissiyat verir. Neticesi ise daha vahimdir, daha kötüdür.

Bunların ekseriyâ kökü, en iptidâî Hint dinlerinin çöplüğüdür. Bu dinlerin kendi müntesiplerine ne faydası olmuş ki başka medeniyetlere bir fayda verebilsinler?

İSLÂM KÂFÎ

İslâm muhteşemdir, mükemmeldir ve ekmeldir. Diğer hiçbir sisteme ihtiyacı yoktur. Geçmiş dinlere de ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişi ve Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âlemlere rahmet olarak gönderilişinden itibaren, yeryüzünde yegâne hak din İslâm’dır. Hiçbir tahrife uğramamıştır.

Câhiliyye devrinin yarı vahşî ve bozuk hâlet-i rûhiyeli insanları, îman ve İslâm ile müşerref olduktan sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Kur’ânî terbiyesinde mâneviyat ve rûhâniyet ile öyle fazîletler kazandı ki; onlar yaşadıkları onca çilelere, yokluklara, mücadelelere, zahmetlere ve zulümlere rağmen hiçbir psikolojik rahatsızlık içine düşmediler, bilâkis bütün cihâna şifâ oldular.

Müslüman; huzuru arıyorsa, İslâm’da bulur. Namazda, oruçta bulur, seherde, zikirde ve duâda bulur. Camide, seccadede ve rahle başında bulur.

Derin mânâlar ve hikmetler arıyorsa; Kur’ân’da bulur, Sünnet’te bulur, onların en latif şerh ve tefsirleri olan tasavvufî külliyatta bulur. Mesnevî’de bulur, Mektûbat’ta bulur, Rûhu’l-Beyan’da bulur. Yûnus’ta bulur, Aziz Mahmud Hüdâyî’de bulur.

Her ne arıyorsa, bizde vardır, bizim medeniyet ve kültürümüz kâfîdir.

Hadîs-i şeriflerde söylememiz tavsiye edilen şu îlânı, şu şahâdeti; bu mânâda yeniden idrâk etmemiz lâzımdır:

•Rab olarak Allah’tan,

•Din olarak İslâm’dan,

•Nebî olarak Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den râzı oldum! (Tirmizî, Deavât, 13/3389)

Rab, terbiye eden demektir. Millî ve mânevî bir tahsil, tâlim ve terbiye Cenâb-ı Hakk’ı Rab olarak kabul eden sîneler ve zihinler tarafından tanzim edilmelidir. Ateistler ve dalâlet ehli tarafından değil.

Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Yer, gökyüzüyle düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü hâle gelir.”

Bugün semâ ile, yani vahiyle, mâneviyatla bağlarını koparan yahut bâtıl ve fâsit yollarla irtibat kurmaya çalışan her müessese, çoraklaşmıştır.

Zâhirini ne kadar yaldızlasalar da, bâtın bakımından çoraktır, ölüdür, boştur.

Bir mütefekkir de şöyle der:

“Yeryüzünde muallim olmak istersen gökyüzünün talebesi ol!..”

TARİHİMİZ KÂFÎ

Tarihimizden alacağımız çok tecrübeler, dersler ve ibretler vardır.

•Fatih devrinde; bir medreseye, talebeleri imtihan etmek için, Rum kızları gönderilir. O talebeler, nefislerine uymamak için sobadaki ateşleri ellerine alır ve cehennem azâbını kendilerine hatırlatarak, iffetlerini korurlar.

Günümüzde ise; tâciz, tecâvüz ve iğfaller, iffetsiz hayatlar hangi seviyededir?

•Tarihimizde «Nizâmiye», «Enderun» ve benzeri muazzam eğitim müesseseleri kuran; dârulkurrâ, dârulhadis, dâruşşifâ, dâruleytâm ve benzeri sayısız mektepler vücuda getiren; toplumun terbiyesi için de dergâh ve tekkeler inşâ eden bir medeniyete sahibiz.

Bugün bu tarihî tecrübelerden mahrum eğitim yuvaları; orman yakmamayı, çevreyi kirletmemeyi, hayvana eziyet etmemeyi, doktora hakaret etmemeyi, yani en basit âdâb-ı muâşereti olsun öğretebilmekte midir?

Düşünelim;

«–Rabbimin muhtaç mahlûkudur, aç kalmasına gönlüm râzı olmadı!» diyerek, günlük maîşetini bir köpeğe veren köleler, hangi terbiyeden, hangi mektepten mezun oldular?

Çobanlığını yaptığı koyunlardan birini; «Keselim sen de yersin, sonra kurt yedi dersin!..» denildiğinde, titreyen ve;

«–Allah nerede!» diyerek ihsan şuurunun zirvesini yaşayan o çobanlar, hangi mektebin talebeleriydiler?

Mes’ûliyet içinde kıvranan, mükemmel adâlet ve merhamet dolu idaresiyle şehirlerde âdetâ fakirliği yok eden Ömer bin Abdülazizler, hangi idarecilik fakültesinden yetiştiler?

Cihan hükümdarıyken, en gurur verici manzara karşısında dahî, enâniyete düşmeyip;

“–Bize fahretmek değil, hamdetmek düşer!” diyen Kanunîler, hangi doktora programında bu kıvâmı kazandılar?

Onların yegâne muallimi Allah ve Rasûlü idi. Onlar kendi medeniyetlerinde, kendi öz kültürleriyle yetiştiler;

“–Bize Allah yeter! O ne güzel vekildir!” dediler.

“Yiğit düştüğü yerden kalkar.” denilir. Milletçe eğitim sahasında sürçüp düştük ve yine eğitim sahasında ayağa kalkmamız -biiznillâh- mukadderdir.

Şeyh Edebâlîler, Akşemseddinler, Şâh-ı Nakşibendler, Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdâyîler gibi büyük irşâd ehli eğitimciler ile şanlı bir mâzîye imza atan milletimiz yine aynı değerlerle ihtişamlı yarınlara yürüyebilir.

Rabbimiz, Dâru’l-Erkam ve Ashâb-ı Suffa nefesini ümmet-i Muhammed’in ve milletimizin üzerinden eksik eylemesin.

Özüne sâdık, millî ve mânevî değerleriyle kıymetlenmiş nesilleri nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..