GÖNÜL DÜNYAMIZ ve ZÂHİRE AKSEDİŞİ

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

NARIN LEZZETİ

Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri sohbetlerinde, hikmetine binâen şu kıssayı anlatırlardı:

Meşhur adâletiyle tarihe geçmiş olan Nûşirevan adlı hükümdar, bir gün avda iken beraberindeki arkadaşlarından ayrıldı ve yolu bir nar bahçesine rastladı. Oradaki bir delikanlıya;

“–Bana bir nar verir misin?” dedi.

Delikanlı da ikrâm etti.

Nar, bol sulu ve çok lezzetliydi. Hükümdar, âdetâ mest oldu. İçinden;

“–Böylesine lezzetli meyvesi olan bu bahçe mutlaka benim olmalı, ben ne yapıp edip burayı almalıyım.” diye düşündü.

Ardından bir nar daha istedi. Fakat bu defa aldığı nar kupkuru ve zehir gibi ekşi çıktı. Bunun sebebini sorunca o firâset sahibi delikanlı, tebessüm etti ve;

“–Sultanım, herhâlde gönlünüz haksızlığa meyletti. Güç ve kudretinizle bu bahçeyi benden almayı düşünmüş olmalısınız.” dedi.

Bunun üzerine Nûşirevan; bahçeyi cebren alma düşüncesinden vazgeçip içindeki kötü niyetten pişman oldu, tevbe etti. Sonra bir başka nar daha isteyince, birinciden çok daha sulu ve tatlı bir nar geldi.

Hayretler içinde kalan Sultan, nardaki bu lezzetin hikmetini sordu. Delikanlı bu sefer;

“–Herhâlde o menfî düşüncenizden tevbe ettiniz.” dedi.

Rivâyete göre Nûşirevan bu ve benzeri hâdiseler neticesinde intibâha geldi. İçindeki yanlış niyetleri bertaraf ederek zulüm ve haksızlıklardan bütünüyle sıyrıldı. Hakka-hukuka titizlikle riâyet etti. Böylece ismi adâletle bâkî kaldı.

Nûşirevan, haklarını fazlasıyla verip bütün halkıyla helâlleşti. Vefât ettiğinde ise tabutuyla memleketin her tarafında dolaştırıldı. Bu esnada bir münâdî şöyle sesleniyordu:

“–Kimin bizde hakkı varsa gelsin alsın!..”

Üzerinde bir dirhem bile hakkı olan hiç kimse bulunamadı. (Ramazanoğlu, Musâhabe, c. VI, s. 43-44)

HİSSELER

DUYGULAR TEMİZLENMELİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır.

•Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur.

•Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur.

İşte bu et parçası kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39)

Kalp; niyet, inanç ve duyguların merkezidir. Kalbin menfî duygularla kirlenmesi hâlinde; kıssada olduğu gibi, kişinin maddî ve mânevî nasiplerinde de bir daralma meydana gelir.

Hassâsiyetini henüz kaybetmemiş kalpler, mânevî nasiplerdeki bu değişmeleri fark eder ve bunu bir îkaz ve ihtar olarak telâkkî ederler. Derhâl kendilerine çekidüzen verirler.

Nitekim;

Fudayl bin Iyâz -kuddise sirruhû- buyurur:

“Ben Allâh’a karşı bir suç işlediğimde; bunu merkebimin huyunun ve yardımcımın ahlâkının değişmesinden anlarım!”

Bu hakikate bir başka misal şudur:

Hazret-i Süleyman’ın bir zellesi olmuştu. Bunun üzerine derhâl hükümdarlığı hakkında bir imtihana tâbî tutuldu. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Andolsun biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset (hâlinde) bırakıverdik, sonra o, yine eski hâline döndü.” (Sâd, 34)

HÂDİSELERİN MESAJI

Devrimizde depremlerden hastalıklara kadar, insan ve toplulukların başına gelen her türlü hâdiseyi, fizik kanunlarının neticesinden ibaret görerek, ilâhî iradenin hâdisâttaki hikmetini nazardan kaçıran gafilâne bir anlayış yayılmıştır.

Hâlbuki;

Cenâb-ı Hak, asla abes yaratmaz; hiçbir zaman hikmetsiz, tesâdüfî bir iş yapmaz. O’nun her fiilinde görebilenler için sonsuz hikmet ve ibretler vardır.

Görebilenler, bir yaprakta dîvanlar kadar ibreti temâşâ eder ve okurlar… Gafiller ise, bütün âlemi boş gözlerle seyrederler.

Çünkü;

Gaflet, zulüm, kibir, nankörlük ve benzeri kalp hastalıkları artarak bütün kalbi kaplarsa, artık kul bütün gönül hassâsiyetini kaybeder. Böyle bir gönül; mühürlü, ölü bir kalp hâline döner. Kıssadaki narın acılaşması gibi nice îkāz edici hâdiseyle karşılaşsa da farkına dahî varamaz. Nâdan, alık ve abus bir şekilde gaflet içinde hayatını sürdürür. Sonu felâket olur.

İKRAMLARIN ARTMASI İÇİN

Kıssada; kalbî duygular düzelince, nar da lezzetli hâle geldi.

Demek ki;

İlâhî ikramların ziyâdeleşmesi için, niyetleri tashih etmek gereklidir. Menfî duygulardan tevbe etmek, kalbi tasfiye etmek lâzımdır. Nefsânî hoyratlıklardan kurtularak, kalbî ve rûhânî istîdatları inkişâfa gayret etmelidir.

Şükrettikçe nimet artar. Takvâ nisbetinde Cenâb-ı Hakk’ın yardımları tecellî eder. Siyer-i Nebî’de temâşâ ederiz ki;

Bedir’de büyük bir samimiyet ve Hakk’a ilticâ sayesinde büyük bir zafer nasîb olmuş, melekler imdâda yetişmiştir.

Uhud’da ise, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in emrine küçük bir muhalefet ve dünya metâı olan ganîmetlere bazı kimselerin hafif bir meyli, ilâhî yardımın kesilmesine ve mü’minlerin îkāz edici bir sarsıntı geçirmelerine sebebiyet vermiştir.

Huneyn’de bazı gönüllerde meydana gelen;

“–Bugün çok kalabalığız! Bizi kimse yenemez!” şeklindeki düşünce yine bir pusuya düşme ve dağılma imtihanıyla karşılaşılmasına sebep olmuştur.

Tarihimizden ibretli bir misal de şudur:

Sultan Alparslan, 1071’de Malazgirt’te Bizans kumandanı Romen Diyojen’in, müslümanları Anadolu’dan kovmak isteyen devâsâ ordusuyla harp edecekti. Bir Cuma vakti kefen misâli beyaz elbiselere büründü. Kabre hazırlandı. Büyük bir tevâzu ile;

“‒Bugün kumandan-asker yok, ben de sizin gibi neferim!” dedi. Hiçliğe büründü. Askerleri de kendisiyle beraber aynı mâneviyat dolu ruhla düşmana hücum ettiler ve kendilerinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu Allâh’ın izniyle bertaraf ettiler.

1072’de ise;

Alparslan, Hana kalesini zaptetti. Burada gulât-ı şîadan basit bir kale muhafızı yanına sokulup Alparslan’ı hançerledi ve Sultan, birkaç gün içinde şehîden vefât etti. Alparslan son demlerinde, bu hâdisenin mânevî tarafını bizzat şöyle itiraf etti:

“–Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allah Teâlâ’ya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün ise bir tepe üzerine çıktığımda; askerimin çokluğundan ve ordumun büyüklüğünden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi. Kalbimden bir an için;

«‒Ben, dünyanın hükümdarıyım, bana kim galip gelebilir!» diye gafilâne bir düşünce geçti.

İşte bu düşünceden dolayı Cenâb-ı Hak; beni, karşımdaki en âciz bir kulu ile cezalandırdı. (Bir anlık enâniyetin bedelini ödüyorum.)

Şu son demde;

Kalbimden geçen o hatadan ve daha önce işlemiş olduğum bütün kusurlarımdan dolayı Allah Teâlâ’dan af diliyor, tevbe ediyorum.” (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 78-79)

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler…” (el-Furkān, 63)

Yani onlar arz-ı endâm içinde değil arz-ı hâl içinde yaşarlar. Nefsin şerrinden, enâniyetten ve şöhretten kendilerini koruma gayretinde olurlar, abd-i âciz olduklarının idrâki içerisinde kendilerini istikametlendirirler.

Dolayısıyla;

Bir mü’min dâimâ gönül pusulasının ibresini kontrol etmeli, hâdisâtın akışından mes’ûliyet hissetmelidir.

Kirli bir bardağa, güzel bir menbâ suyu hattâ zemzem konulsa dahî; o kirli kap, o suyun bütün nefâsetini ve güzelliğini berbat eder.

Kalp de aynı şekilde mâsivâdan, yani Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden temizlenmelidir. Tâ ki kul, böylece kemâle ersin de ibâdet, muâmelât ve muâşerette yüreğinden rûhâniyet ve rahmet taşırsın.

GÖNLÜMÜZDEN GEÇEN HER ŞEYDEN MES’UL MÜYÜZ?

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ındır; içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah, sizi onunla hesaba çeker…” (el-Bakara, 284)

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, sahâbe efendilerimiz, gayr-i irâdî olarak kalplerinden geçenlerden de mes’ul tutulacaklarını zannederek;

“–Yâ Rasûlâllah! Bu âyete nasıl dayanacağız?” dediler.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben şöyle buyurdular:

“–Ne o! Yoksa ehl-i kitâb (yahudiler ve hıristiyanlar) gibi;

«–İşittik ama isyan ettik!» mi demek istiyorsunuz? Siz;

«–İşittik ve itaat ettik.

Ey Rabbimiz! Bizleri bağışlamanı isteriz, dönüş Sanadır!» demelisiniz!” (Müslim, Îmân, 200; Ahmed, I, 233; Vâhidî, s. 97)

Bir müddet sonra aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil olarak, kapalı olan mânâ şöylece îzâha kavuştu:

“Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez…” (el-Bakara, 286)

Anlaşılmaktadır ki;

İrâdî ve kalıcı olarak kalpte tutulan menfî duyguların muâhezesi olacaktır. Zaten;

“Her küp, içindekini sızdırır.” hakikatinin tezâhürü îcâbı, kalbinde nefsânî duygular ve çirkin hisler besleyenlerin, söz ve davranışlarına da o çirkinlikler akseder. Bu sebeple kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi zarûrîdir.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

“Nefsini kötülüklerden arındıran, kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 9)

Ancak ve ancak temizlendikten sonra, o kalpte Cenâb-ı Hakk’a ait cemâlî sıfatlar tecellî eder.

Diğer taraftan ise, kirli bir kalpte Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî vasıfları tecellî etmez.

Nitekim bir yaranın cerahati temizlenmeden, ona merhem sürülmez. Sürülse de fayda vermez.

Bu sebeple; kalbin tasfiye edilerek niyetlerin tashih edilmesi, amellerden daha mühim görülmüştür.

ÖNCE NİYET

Hattâ bir rivâyette;

“Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” buyurulmaktadır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 194)

Bunu te’yîden Kadı Iyâz anlatır:

Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra onu sâlih bir zât rüyada gördü ve aralarında şu konuşma geçti:

“–Allah sana ne muâmelede bulundu?”

“–Allah beni affetti.”

“–Allah seni ne sebeple affetti? Hayatında nasıl bir amel işledin ki affa mazhar oldun?”

Bunun üzerine Amr bin Leys şöyle cevap verdi:

“–Günlerden bir gün yüksek bir tepeye çıkmıştım. Oradan askerlerime baktım. Onların çokluğunu ve ihtişamını seyredince;

«Keşke Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında vâkî olan gazvelere ordumla beraber iştirâk edip de O’nun uğrunda fedâ-yı cân eyleyen bahtiyarlardan olabilseydim…» diye hislendim.

İşte bu niyet ve iştiyâkımdaki ihlâs sebebiyle yüce Allah, bana rahmetiyle muâmele ederek günahlarımı bağışladı ve beni sonsuz nimetleriyle mükâfatlandırdı.” (Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29)

Şu hadîs-i şerif de hâlis niyetlerin faydasını ve kötü niyetleri düzeltmenin lüzumunu ifade sadedinde çok mühimdir:

“Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı:

•Kim bir iyilik yapmak ister de (imkân bulup) yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.

•Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hattâ kat kat fazlasıyla yazar.

•Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.

•Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.” (Buhârî, Rikāk, 31; Müslim, Îmân, 207, 259)

Hâsılı;

Mü’min; zâhirini de bâtınını da, niyetini de amelini de, Allâh’ın rızâsına muvâfık hâle getirmeli ve istikamet içinde yaşamalıdır.

İSTİKAMET ÖLÇÜSÜ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ

“Emrolunduğun gibi müstakîm ol, dosdoğru ol!” (Hûd, 112)

İstikametin ölçüsü; her an, kalpte, dilde ve fiillerde rızâ-yı ilâhîyi gözetmektir. Mevlânâ Hazretleri edebî temsil ve tasvirlerle tezyin ederek şöyle anlatır:

Süleyman -aleyhisselâm- bir gün havada seyran hâlindeydi.

Kuşlar havada kanat çırpmışlar, güneş Hazret-i Süleyman’a vurmasın diye bir kubbe kurmuşlardı. Hem taht uçuyordu hem kubbe.

Bir an için o nimetin şânına lâyık olmayan bir düşünce Süleyman -aleyhisselâm-’ın gönlünden geçti. Hemen başındaki tâcı eğrildi. Hazret; tâcını doğrulttukça taç yine eğrilmede, yine yan yatmadaydı.

Hazret-i Süleyman;

«–Ey tâc!» dedi. «Doğru dursana!»

Taç dile geldi;

«–Ey Süleyman!» dedi; «Sen doğrul ki ben de senin doğru başında doğru durabileyim!»

Süleyman -aleyhisselâm- hemen secdeye kapandı;

«Rabbimiz nefsimize zulmettik.» diye tevbe etti. Başında eğri duran taç kendiliğinden doğruldu, düz durdu. Süleyman -aleyhisselâm-; denemek için tâcı eğriltse dahî, taç doğruluyordu!..”

Hazret-i Mevlânâ bu kıssayı bir temsil olarak mü’minin hayatına şöyle tatbik eder:

“Azizim! Senin tâcın; zevkindir, vecdindir ve gönül dergâhındır. Senden zevk gitti mi; dondun, buz kestin ve tâcın eğrildi demektir artık!”

Demek ki,

Bir mü’min, işlediği ibâdetlerden mânevî lezzet alamaz hâle gelirse, derhâl gönül dünyasını murâkabeden geçirmeli ve eğriliği düzeltmelidir.

Feyiz ve rûhâniyet hâsıl edecek gayretler, billûr şişeler îmâl etmek gibi hassas bir iştir. Bu hassas işin yanında, kaba saba bir işe benzeyen nefsâniyet de faaliyetine devam ederse; elbette o şişeler kırılır, o mâneviyat ziyan olur, o rûhâniyet kaybolup gider.

Hazret-i Mevlânâ edebî bir şekilde anlatır:

“Kulluk dükkânında ibâdet, zevk ve şevk şişelerini hazırlayan bir kişi ile hevâ ve heves bezlerini çırpıp döven, yıkayıp temizleyen bir nâdan bir arada olursa; şişeci on gün uğraşıp bu dükkânda kulluk şişelerini yapar; bez çırpıcı bir ayak vurur, bir tekme atar, dükkân yerinden oynar ve bütün şişeler kırılır gider.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

«Amelleriniz boşa gider de farkında olmazsınız.» (el-Hucurât, 2)

«İbâdet şevki nereye gitti, zevk ve huzur nereye kaçtı?» diye arar durursun, sen tâcı ne kadar düzeltsen düzelmez. O sana;

«Sen kendini düzelt, ben de düzeleyim!» der. Çünkü âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ

«Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.» (er-Ra‘d, 11)”

Evlâtlarının sâlih olmasını isteyen anne-babaların da, önce kendileri sâlih anne ve sâlih babalar olmaları gerekir.

Meşhur hikâyedir; anne yengeç yavrusuna;

“–Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum! Düzgün yürüsene!” der.

Yavrusu ise;

“–Peki anne! Önce sen önümde düzgünce yürü, ben seni takip ederim.” karşılığını verir.

BİLHASSA İDARECİLER

İki kıssada da Nûşirevan ve Hazret-i Süleyman birer idarecidir. Hükmetme mevkiindeki âmirler, insanları irşâd etme makamındaki âlimler ve örnek alınan şahsiyetler, bilhassa kalbî istikamet husûsuna çok dikkat etmek mecburiyetindedir.

Necip Fazıl; yazdığı eserde, Abdülhamid Hân’ı, huzûrunda ellerine sarılarak eğilen Şeyhülislâm’a hitâben şöyle konuşturur:

“–Şeyhülislâm efendi! Başınızdaki sarık dik dursun!”

Yani dîni ve ilmi temsil eden sarık, dâimâ dosdoğru durmalıdır. Çünkü o eğrilirse; zararı sadece şahsına değil, dînin mânevî şahsiyetine ve bütün ümmete olur.

Şu kıssa ne güzeldir:

Bir gün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir delikanlıya rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek;

“–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.

Delikanlı da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden pek de beklenmeyecek şu ibretli mukabelede bulundu:

“–Ey İmam! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zira eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gidenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak da oldukça zordur.”

Delikanlının sözlerine hayran kalan İmam, ağlamaya başladı ve talebelerine şöyle dedi:

“–Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar…” (Hâşiyetü İbn-i Âbidîn, I, 217-219, Dımeşk, 2000)

Ebû Hanîfe Hazretleri hakikaten, bâtıl karşısında istikameti kaybetmeme ve eğrilmeme imtihanından muvaffakiyetle geçmiştir.

Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansur, İmâm-ı Âzam’ın ilmî ve mânevî otoritesini istismâr etmek için, onu Bağdat Kadılığı makamına getirmek istedi. Bu mevkî, sultandan sonra gelen büyük bir makamdı.

Lâkin Ebû Ha­nî­fe Hazretleri bu teklifi reddetti. Zindana atıldı, işkenceler gördü fakat yine de makam-mevkî karşısında da, zulümler karşısında da eğrilmedi, istikametini kaybetmedi. Başındaki sarığı dâimâ lekesiz ve dimdik oldu.

KUL HAKKI ve HELÂLLEŞMEK

Bir mü’minin gönül dünyasını bulandıracak ve kalbini öldürecek en büyük zehirlerden biri, haram lokma ve şüpheli kazançlardır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin!

Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere veya mahkeme hâkimlerine) vermeyin!” (el-Bakara, 188)

Bir mü’min, kul hakkından şiddetle sakınmalıdır. Kul hakkı, cennete girme yasağıdır.

Muhammed bin Cahş -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında oturuyorduk. Başını semâya kaldırdı, sonra elini alnına koyup;

“–Sübhânallah! Ne kadar ağır bir hüküm indirildi!” buyurdu.

Biz çok korktuk ve sükût ettik.

Ertesi gün;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! O indirilen ağır hüküm ne idi?” diye sordum.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki;

•Bir kişi Allah yolunda öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, üzerinde bir borç varsa, borcu ödeninceye kadar cennete giremez.” (Nesâî, Büyû, 98/4681)

O hâlde, borçlanmış ve ödeyemez hâle gelmiş bir mü’min ne yapmalıdır?

Böyle bir durumdaki bir mü’min; hayat şartlarını ve harcamalarını asgarî seviyede tutmalı ve artırdığı her türlü imkânıyla, borcunu ödeme gayretini sürdürmelidir.

Eğer bu samimiyeti gösterirse, Allah iki cihanda o kuluna yardım eder. Ya borçlarını ödemesini mümkün kılar yahut alacaklılarının âhirette haklarını helâl etmesine yardım eder.

Bu sebeple;

•Kul hakkına girmemek için âzamî gayret etmelidir.

•Eğer bir kul hakkına girmişsek ve o şahsı biliyor, tanıyorsak, derhâl onunla helâlleşmeliyiz, hakkı hak sahibine hemen teslim etmeliyiz. Hak sahibi vefât etmişse, maddî bir hak varsa, vârisine hakkı teslim etmeliyiz.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin; «Dünyada rezil rüsvâ olurum.» diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafiftir.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Fahr-i Kâinât Efendimiz; ümmete bizzat örnek olmak için, bu tâlimâtı kendileri de vefatlarından önce ashâbına şöyle îlânda bulunarak tatbik etmişlerdir:

“Nihayet ben de sizin gibi bir insanım. Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olabilir.

(Arkasındaki ridâyı atarak😉

«–Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım; gelsin vursun!

Kimin malını sehven almışsam, işte malım; gelsin alsın!»” (Ahmed, III, 400)

Kul hakkı o kadar hassas bir meseledir ki, nice kul hakkına girmişizdir de bundan haberdar bile olmamışızdır.

•Belki bir kardeşimize asık suratlı davranarak kul hakkına girdik, fakat farkına varmadık…

•Belki trafikte haksız bir sollama ve benzeri bir davranışımızla hakka girdik…

•Bir komşumuza ya yemek kokusuyla, camdan silkelediğimiz bir örtünün kiriyle yahut gürültüyle eziyet verdik…

•Belki gıybetini yaparak hakkına girdiğimiz şahıs vefât etti ve ondan özür dileme imkânımız kalmadı…

Daha nice misaller verilebilir.

Bu tür meçhul kul hakları karşısında yapılacak olan şudur:

Bu şahısları bulup helâlleşmek mümkün olmadığı için, onlar adına bol bol sadaka vermeli, onlar hakkında bol bol hayır-duâ etmeli ve kendimiz için de bol bol istiğfâra devam etmeliyiz.

Kul hakkı sadece maddî meselelerde olmaz:

•Allâh’ın kullarını istihfâf ve istihkâr etmek de büyük bir kul hakkıdır.

•Gıybet ve dedikodu büyük bir kul hakkıdır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işaretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

•Hattâ şaka diye yapılan bazı kabalıklar da gönül kırıcı olabilmektedir. Şakanın da kırıcı olmaması lâzımdır. «Latîfe, latif gerek!» denilmiştir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Hendek Harbi’nde, silâh ile yapılan şakalaşmayı men etmiştir.

Unutmamalıyız ki;

Rabbimiz; Zâtına karşı işlenen günahları daha kul dünyada iken, şehidlik ve benzeri çeşitli vesilelerle affedebilir. Ancak kul hakkı bunun dışındadır. Eğer bir hak, dünyada iken çözülmemişse hesabı mutlaka âhirete kalacaktır.

Rabbimiz, yüce huzûruna; kul hakları husûsunda helâlleşmiş, kalb-i selîme nâil olmuş, musaffâ ve selîm kalpler ile ve tezkiye olmuş nefisler ile varabilmemizi nasip ve müyesser eylesin!..

Âmîn!..