BİR KİLİDİN AÇILIŞI

M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Telefonu kapattı. Pencereye doğru yürüdü. Hırka-i Şerif Camii’nin kubbesi ve minareleri, karşısında asırlardır durduğu şekilde duruyordu. Hanımının sesi geldi arkadan:

–Ne güzel arkadaşların var senin böyle!?.

Cümledeki hafif istihzâ, açık bir şekilde hissediliyordu, fakat anlamazlıktan geldi.

–Hıı? Neden böyle söyledin?

Hep böyle olurdu. Hâlbuki çok iyi biliyordu; eşinin sözlerindeki gizli gibi görünen -fakat bunca yıldan sonra, herhâlde bir yirmi yılı devirmişlerdi, sözsüz bile anlaşırlarken- birkaç kelime ile ne de çok mânâ ifade edebileceğini çok iyi biliyordu. Arkasını dönse; eşinin kendisine baktığını ve sağ eli çenesinde, sağ kaşı hafif yukarıda, dudakları dalgalanmış ve kenarındaki gamzenin bile kendisine güldüğünü göreceğine emindi. Döndü ve sanki bir dejavuyu yaşarcasına aynen tahayyül ettiği görüntü ile karşılaştı.

–Ahmetler geliyormuş yarına; «Cuma namazını Ayasofya’da kılalım.» demişler.

–Duydum.

–Mâşâallah! Mâşâallah! Sen Karaman’dan kalk, arabayla İstanbul’a gel, cuma namazını kılmak için!..

–Biliyorum.

–Arkadaşlar da bir âlem doğrusu. Allah böyle güzel dostluklar nasip etsin herkese.

–Farkındayım.

–Şimdi Hulusi ile konuşuyordur kesin. Onu da çağırıyordur yarına.

–Tahmin edebiliyorum.

–E tamam. Biraz geciktim Ayasofya’ya gitmekte, fakat yoğunluk azalsın diye bekledim, biliyorsun.

–Kesinlikle.

–Güül!..

–Tamam tamam. Fakat ayıp değil mi senin yaptığın? Arkadaşına bile söyleyemedin hâlâ Ayasofya’ya gidip bir vakit namaz kılamadığını da, lâfı çevirip durdun.

–Aslında haklısın. Biraz geciktim, fakat malûm önce şehir dışından gelenler ziyaretlerini tamamlasınlar ve namazlarını kılsınlar diye biraz bekledim. Sonra korona, yasaklar vs. derken bu zamana kadar geciktim. Bir İstanbul sakini olarak yakışmadığının farkındayım.

“–En azından…” dedi ve tebessümü artık gülme boyutuna gelen dişlerini gösterdi eşi Gül.

–En azından kabul ettin artık.

Omuzları düştü.

“–Ahmetler gelmeden önce gideceğim Ayasofya’ya, gör bak!” dedi. Saatine baktı; “İkindiye bir saatten fazla var. Bana müsaade!” dedi ve sırtına 5 yıl önce Medine’den aldığı, ince ve hafif yeleğimsi ceketi geçirdi. Yazları genelde böyle yapardı.

***

Fevzipaşa Caddesi’ne çıktı. Yürüme gitse, biraz da tempo verse adımlarına; «En fazla 40 dakikaya varırım.» diye düşündü. «Haydi bismillâh!» dedi. Başladı tarihî yarımadaya doğru yolları adımlamaya. Oldum olası severdi zaten sur içinde sokak aralarında kendini kaybetmeyi…

«–Ah İstanbul. Sen ne güzel bir şehirsin!» diye mırıldandı.

Yürürken düşünüyordu. Ellisine merdiven dayamış; -Allah bilir ya- Türkiye ortalama hayat süresinin son çeyreğine yaklaşmış olduğu bu demlerde, küçüklüğünden beri hayalini kurduğu Ayasofya’nın ibâdete açıldığı zaman gelmiş ve üzerinden de neredeyse 1 yıl geçmiş olmasına rağmen neden ilk Cuma hâriç; ki onu da ancak Firuzağa Camii’nin yakınlarında bir yerde kılabilmişti, bir daha vakit namazına gitmemişti?

Hâlbuki bu şehrin hakkını verdiğine inanırdı hep.

Gerçekten utandı şimdi. Neden?.. Neden?.. Neden?..

Açılışından sonra da önünden defalarca geçmişti. Hep bir kalabalık, mahşer yeri gibi içeri girmeyi bekleyen insanlar. Polis standının önünde beklerlerken görürdü. «Birkaç güne veya haftaya azalır» diye beklemişti uzun müddet, fakat aylarca sürmüştü o kalabalık. Ve aylarca önünden geçtiği hâlde; dışarıdan o kırmızı yapıya bakmış, bakmış, bakmış minarelerinden yükselen ezanla sermest olmuş, fakat bir türlü adımlarını Ayasofya Camii’ne çevirememişti.

Eşi Gül bile defalarca gitmişti hanım arkadaşları ile bir olup. Hatırlamıyordu kaç kere, fakat defalarca…

Her gittiği günün akşamı Gül’ü karşısına almış ve her adımını, her ânını defalarca dinlemişti. Ne hissettiğini, insanların kalabalıklığını, tavırlarını, olağanüstü bir hâdise ile karşılaşıp karşılaşmadığını…

Hasretle geçen dakikaların ardından başlayan, sebebini bilmediği bir hüzün ve balkondan Hırka-i Şerif Camii’nin minareleriyle buğulu bakışma…

Ama neden bu zamana kadar gidememişti? Aklı bir türlü almıyordu. Beklediği neydi?

Simyâcı romanında anlatılan Kuzey Afrikalı tüccar gibi hayalini gerçekleştirmekten de korkmuyordu. Hacca gitmek için bir ömür boyu uğraşan, hayal kuran ve imkâna eriştiği hâlde, hacca gitmek yerine hâlâ hayali ile yaşamaya devam eden tüccar.

İlk okuduğunda bir sır var gibi gelmişti. «Hayalimi gerçekleştirmekten korkuyorum, hayalimi gerçekleştirdikten sonra yaşama umudumu kaybedeceğim!..» diyordu tüccar.

Sonra kendisini düşünmüştü. Böyle bir korkudan ıraktı. Küçüklü büyüklü hayalleri olmamış değildi. Ve her seferinde kendince bir Kızılelma bulmuştu küçük yaşantısı içinde. Tamam; hazinelerle karşılaşmamıştı, rüyalarda müjdelenmemişti, bir sıradan kul gibi yaşamıştı… Bununla ne fahrediyor ne de bundan ötürü kahrediyordu. Fakat neden bir türlü adımlarını şimdiki cesaretle Ayasofya’ya çevirememişti?

Bu düşünce limanı içerisinde Çemberlitaş’a geldiğini fark etti. Birkaç adım sonra Ayasofya’nın minareleri ve kubbesi görünürdü artık. Tramvay gürültü ile geçti yanından. Az ilerideki Sultan İkinci Abdulhamid’in türbesinin yanında bir Fâtiha okudu. İkindi namazına yarım saat vardı neredeyse daha. Tempolu yürüyüşün, sırtında oluşturduğu hararet ve ânîden durursa göğsünü ve sırtını yaşa boğacak teri düşündü. Adımlarını seyrekleştirdi. Ulu Hakan’ın rûhuna duâlarını etti. Bir başka Sultan’ın, Fatih Sultan Mehmed Han’ın emânetine doğru yürümeye devam etti.

***

Ayasofya tam karşısındaydı işte. Bütün ihtişamıyla duruyordu…

Bir banka oturdu. Yanında kimse yoktu. «Birisi olsa keşke…» diye düşündü. Şimdi birisi olsa ve kızıp bağırsa;

“–Utan!” dese. “Bunca zamandır yarım saatlik yürüyüş mesafesinden gelmedin, gelip iki rekât şükür namazı kılmadın!” dese. Yüzüne tükürse, iki de tokat aşk etse, rahatlayacaktı sanki rûhu…

Diye düşünürken…

Yanına birisinin, belli belirsiz bir gölgenin oturduğunu hissetti.

Onda da kendisindeki mânâ yoğunluğunu hissetti birden, yüzüne bile bakmadan;

“–Selâmün aleyküm!” dedi.

İçinde bulunduğu sarhoşluktan, keskin nane kokusuyla ayıltılmış sahte uyanıklıkla selâmına mukabelede bulundu:

“–Aleyküm selâââm!”

“–Sen de mi ilk defa geliyorsun yoksa Ayasofya’ya?”

Gözleri hâlâ minarelerde, duyduklarını anımsamaktan uzak bir cevap:

–Hayır. O kutlu günden bu yana imkânım elverdikçe her hafta gelirim. Hiç olmazsa bir vakit namazımı Ayasofya’da kılarım.

–Çok mu yakında oturuyorsun?

–Evet. Üsküdar’dayım. Zeynep Kâmil’de oturuyorum.

–İşin mi buralara yakın yoksa?

–Hayır. İşim de Üsküdar’da. Esnafım. Küçük bir dükkânım var.

Her kelime, az önce hissettiği tekme tokat ihtiyacını karşılıyordu sanki. Hâlbuki içindeki bu hudutsuz ıstıraptan, ancak fizikî bir müdahale ile kurtulacağını düşünüyordu. Fakat rûhunun yiyeceği dayak, sanki daha bitmemişti. Darbe üstüne darbe ile karşılaşıyordu.

Sessizce Sultanahmet ve Ayasofya arasındaki çifte ezanın İstanbul semâlarında gökyüzüne doğru yükselmesini beklemeye başladılar…

“–Bugünü görmüştüm!” dedi yanındaki gölge.

15 Temmuz gecesinde direniş başladığında; köprüde yanımdaki kurşun yağmuru altında bile gözünde en ufak bir korku olmayan gençlerin bakışlarında, bayrağımızı sırtına geçirmiş ninenin merdivenleri zor çıkan ihtiyar bacaklarının sevgiliye gider gibi serî ve tutarlı yürüyüşünde görmüştüm.

Binlerce insanın kurşunlara karşı tek yürek, çelik sîne, koşar adım uçtuklarında görmüştüm.

16 Temmuz sabahında; köprüden Sarayburnu’na bakarken sanki ibâdete açılışının müjdesini almış gibi şu 4 minareyi, şu ana kubbeyi, şu kubbe kaidelerini doğrulmaya çalışırken gördüm. Bildim ki başımızı Ayasofya’nın yıllardır secdeye hasret zemininde yere koymanın vakti yakındır…”

Doğruldu teklifsiz bank komşusu. O esnada yüzüne baktı. İlk defa yüz yüze gelmişlerdi. Sesindeki diriliğe ve bedenindeki çevikliğe rağmen altmışını belki yetmişini geçmiş bir ihtiyarla konuştuğunu fark etti hayretle. Yüzüne bakıldığında Allâh’ı hatırlatan bir sîmâsı vardı;

“–Ezan yakın, bana müsaade!” dedi başıyla kendisini selâmlarken.

Tam o esnada müezzinin namaza davet eden kutlu sesi Ayasofya’nın minarelerinden yükselmeye başladı. İhtiyarın bedeni zelzeleye tutulmuş gibi sallandı;

“–İlk defa gelmiyorum, fakat sanki her seferinde ilk defa imiş gibi heyecanlıyım. Bu günlerin hasretiyle yaşadım ben evlât!” dedi.

Gözleriyle ve başıyla selâm verdi. Arkasına bakmadan yürüyüp giden kısa süreli refîkinin arkasından bakakaldı bir müddet.

Yavaşça doğruldu yerinden. Tempolu yürüyüşün tesiriyle mi yoksa ihtiyarın her kelimesi ile indirdiği darbelerin etkisiyle mi bilinmez dehşetli bir hâlsizlik sarmıştı bedenini;

“–Hayırdır inşâallah!” dedi ve caminin girişine doğru bulutların üstünde yürür gibi yürümeye başladı.

***

Namaz bitmişti. Cemaatin bir kısmı ayrılmış, bir kısmı -özellikle uzaklardan gelenler- ellerinde cep telefonu Cami-i Kebîr’in içinden görüntü alma telâşına girmişti. Kimileri imamın muazzam sesiyle okuduğu aşr-ı şerîfi kayıt altına almış, belki de kendi sayfalarından canlı yayınlamışlardı.

Sırtını dayadığı fil ayağında, gözlerden uzak köşede, neden Ayasofya’ya bir türlü gelemeyişinin sebebini bulmuş olmanın iç huzuru ve keşfettiği hakikatin yakıcılığının derin pişmanlığı ile göz kapaklarını açmadan akşam namazını bekliyordu.

Bulmuştu sebebini…

İhtiyarın verdiği anahtar açmıştı zihninin sırlanmış odasını. Rûhunun verdiği emâneti; zihni bin bir kilit ardında saklamış, ayakları bir türlü belki onlarca kez önünden geçtiği ulu mâbedin minare ve kubbelerinde gezinen gözlerinin hasret dolu bakışlarına, kalbinin için için inlemelerine rağmen bugüne kadar direnmiş ve bir türlü içeriye sokmamıştı kendisini.

Fakat, işte şimdi bütün zerreleri ile biliyordu gelemeyişinin sebebini…

***

14 Temmuz 2016…

Bir gün önceden kararlaştırdığı gibi sabah erkenden Üsküdar’a geçmişti. Eşi Gül, memleketi Karaman’a gitmişti. İki gece boyunca Hulusi’de kalacaklar, Tanzanya Zanzibar’da yapılması düşünülen caminin plânları üzerinde çalışacaklardı.

Öyle de oldu…

Perşembe sabahından neredeyse hiç uyumadan akşamına ve 15 Temmuz sabahına kadar çalışmışlar fakat ortaya güzel bir mimarî plân çıkarmışlardı. Cumayı, Mihrimah Sultan Camii’nde kılmışlar, namazdan sonra Hulusi’nin bürosunda eskizleri çıkarmışlar ve tekrar tekrar üzerinden geçmişlerdi. Akşama her ikisi de yorgunluktan bitmiş vaziyette bürodan çıktılar. Saat 9 civarında eve geçtiklerinde;

“–Akşam namazını edâ edip biraz istirahat edelim. Gece, yatsıyı kılıp son şeklini veririz ve sabah işi teslim ederiz.” diye plânlamışlardı.

Saat 03:00’da saatin zırlaması ve açık pencereden gelen salâların lâhûtî sesi ile uyanmışlardı ikisi de. Yorgunluğun verdiği sersemlikle, kulaklarına gelen salâların ne mânâya geldiğini anlamaz gözlerle birbirlerine bakmışlardı. Bu gece mübârek bir gece miydi, unutmuşlar mıydı? Hayır…

Öyle değildi…

Peki bu salâlar neyin nesiydi?..

Dışarıda da farklı bir hareketlilik vardı…

Telefonlara baktılar. Sosyal medya çıldırmış, telefonlarında binlerce mesajlar…

Beş dakika sonra her şeyi anlamışlardı…

FETÖ terör örgütü darbe girişiminde bulunmuştu…

Hemen abdest alıp, yatsı namazlarını kıldılar. Üstlerini giyinip dışarı çıktılar. Üsküdar meydanı insan kaynıyordu. Zeynep Kâmil’den gelene kadar da sordukları birkaç insandan durumu iyice anlamışlardı.

Meydandaki mahşerî kalabalık; havada uçan uçaklara küfrediyor, uçakların alçak uçuşundan kaynaklanan sonik patlamaları bir yerlere atılan bomba zannediyorlardı. Herkes gibi meydanda açık televizyonun karşısında olan biteni tastamam derk ettikten sonra ve halkın yekvücut olarak durdurdukları tankları gördükten sonra, köprüye gitmeye karar vermişti.

Hulusi’yi çoktan unutmuş, girişimin ilk başladığı ve çok fazla şehid haberinin geldiği noktaya, köprüye gitmeyi kafasına koymuştu.

Gitmişti de…

Yürürken sabah namazının neredeyse çıkmak üzere olduğunu fark etmiş, çimenlerin üzerinde kılmış ve gün ağardıktan sonra ancak köprüye ulaşmıştı.

Yaklaştıkça artan silâh seslerinden, hâinlerin halkı iyiden iyiye kurşun yağmuruna tuttuklarını düşündü. Köprünün ayaklarına Beylerbeyi’nden gelen taraftan ulaşmıştı.

Bu ne dehşetti!..

Kurşun seslerin kesilmeksizin yükseliyor, sanki hiç bitmeyecek bir taramalı gibi durmaksızın yankılanıyordu…

Koşa koşa çıktı merdivenlerden…

Kalabalık, sesler, duâlar…

Köprüden tarafa, Avrupa yakasına doğru seğirtti…

Binlerce kez; arabayla, otobüsle geçtiği yollardan, kimisi geldiği yöne kimisi gittiği yöne, kalabalık bir insan grubu içerisinde akıyordu o da…

Köprüye varınca anladı, az önce duyduğu yoğun kurşun yağmurunun sebebini…

Askerler teslim olmuş, polislerin sevinç mermileri göğe doğru yol almıştı…

Hâinlerin halka doğru sıktıkları değil, kahramanların şükran ifadesi ile gökyüzüne uçurttukları mermilerin senfonisiymiş meğer o sesler…

Şükretti…

Tanklar, elleri başları üzerinde askerler ve sabaha kadar bu askerlerden yedikleri kurşunlarla kimisi yaralı kimisi hastahâneye gönderdiği şehidlerin arkasından hüzünlü insanlar…

Ve sevinç tekbirleri…

Huzur tekbirleri…

Rahmet tekbirleri…

Tankların üzerinde insanlar. Ellerinde Türk bayrakları, dillerinde duâlar…

Yürüdü…

Hissiz…

Düşüncesiz…

Sadece yürüdü. Köprünün ortasına kadar geldikten sonra aynı hissiz aynı düşüncesiz duygularla geri döndü…

Kendini orada olmaya lâyık görmüyordu açıkçası…

Bu kahramanların arasında, sabaha kadar kurşunlara nanik yapan bu sade fakat tarihin akışını değiştiren halkın arasında olmak yüreğine ağır gelmişti…

Nasıl olur da böyle bir gecede sadece uyurdu?..

Cedlerinin hikâyelerindeki akıncıların torunlarından olamamış, ömründe belki bir daha eline geçme ihtimali olmayan bir şansı kaçırmıştı…

Bu pişmanlık, bir ömür değil bin ömür taşınsa affedilmezdi…

Baktığı her sîmâ sanki ona gülüyor; «Geç kaldın aslanım!» diyordu…

Geç kalmıştı…

Çok geç hem de…

Yürüdü. Yürüdü. Durmadan yürüdü. O gün akşama kadar çalan telefonlarına bakmadan yürüdü. Sadece eşine cevap verdi. Onun dışında kimse ile konuşmamıştı…

***

Bugün bu ulu mâbedin içerisinde belki çocuklarına nasip olacağını düşündüğü vakit namazını kılarken; o gün köprüye erken gidemeyişini ve uyuyarak geçirdiği o başlangıcı meş‘um, bitişi kutlu gecenin sabahında kendisine düşen tarihî vazifesini icrâ edemeyişinde buluyordu Ayasofya’da namaza gelemeyişinin sebebini…

O gece, hayalleri öne çeken bir geceydi…

O gece; tarihi düren, geleceği hızlandıran ve kendi yaşındaki insanların gençliğinde söyledikleri coşkulu marşların tahakkuk ettiği bir geceydi…

O gece; eğer ayakta olabilseydi, zamanın dürülüşünü görebilecek, şehidlik nasip olmasa da gaziliğin hazzıyla dirilişin ufuktaki parlayışını görebilecek, hayallerin gerçekleşmesinin mümkün olduğunu hissedebilecekti…

O hissiyâtı kaçırdığı için Ayasofya’nın açılışını tam idrâk edememiş ve bugüne kadar da içinde namaz kılmak bir türlü nasip olamamıştı.

Yanaklarından süzülen sıcaklık, kapalı dudaklarının arkasından derûnunun ufuklarına yükselen duâlarla bir istiğfar şerâresi çaktırmış, içinin yanmasına engel olamıyordu.

Akşam namazından sonra esrik bir hâlde Fatih’e kadar yürüdü. Hırka-i Şerif Camii’ne geldiğinde yatsı namazı için müezzinin ilâhî çağrısına icâbetle namazını edâ etti.

Evin zilini çaldı.

Kapıyı açan hanımının yüzüne şükranla baktı.

Hanımı;

“–Allah kabul etsin!” dedi.

Kısa ve sessiz bir;

“–Âmîn!” dedi.

İçeri geçti…

Evinin en sevdiği köşesine, Hırka-i Şerîf’i gören pencerelerin önüne geçti…

Dizlerinin üstüne oturdu. Gül, sessizce odasına geçmişti…

Dilinde, dudaklarının arkasında gizlediği istiğfar, karşısında yüce Nebi’den gelen emânetle isimlenmiş caminin kubbe ve minareleri, gözlerinde ise yüreğine yol bulmuş bîçare pişmanlık gözyaşları…