Huzurlu Bir İçtimâî Hayat İçin; TESÂNÜD (DAYANIŞMA)

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Toplu hâlde bulunmak, mevcûdâtın en mühim hususiyetlerindendir. Cemaat olmanın en esaslı şartı da, dayanışmadır.

Nitekim şanlı medeniyetimiz bunun fevkalâde güzel örnekleriyle doludur.

Her şeylerini Mekke’de bırakıp, Medine’ye hicret eden «muhâcir»lerle, Medineli «ensar» arasında tesis edilen kardeşlik, bir emsâli daha gösterilemeyecek dayanışma örneğidir. Meselâ; ensardan Sa‘d bin Rebî -radıyallâhu anh- kendisine kardeş olan Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’a, nesi varsa, her şeyini paylaşmayı teklif etmiştir. Ancak o, aynı fazîletlerin sahibi olarak bu teklifi kabul etmemiş ve;

“Allah Teâlâ malına bereket, ailene afiyet versin.” diyerek, «ticaret yapmak için, pazarın yolunu göstermesini» istemiştir.

Bütün fazîletler gibi, dayanışma da güzel ahlâkın bir tezâhürüdür. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ve Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) ilâhî beyânı yer alırken; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8) buyurur.

İçtimâî hayatın temelini teşkil eden dayanışma faaliyetinin usûl olarak, en yakından başlatılması daha doğrudur. Zira, bu tarzdaki koruyup-kollama ve gözetme gayretlerinin sonunda, içtimâî yapıdaki bütün zayıf noktaların tahkim edilerek, cemiyetler boyutuna varılacağı şüphesizdir. Tıpkı;

“Herkes evinin önünü süpürürse, bütün şehir tertemiz olur.” sözünün işaret ettiği gibi.

Hikmetine binâen, insanlar; farklı içtimâî hususiyetlerde yaratılmaları ve birbirlerine muhtaç durumda olmaları sebebiyle, bir cemiyet teşkil etmek mecburiyetindedirler. Bu münasebetle, kardeşlik hukuku mûcibince, zayıfların kuvvetlilere zimmetli olarak görülmeleri îcap eder.

Bu dayanışma sağlanamazsa, cemiyetler kargaşadan kurtulamaz. Zekât, sadaka, karz-ı hasen… gibi harcamalar; firâset ve basîret gibi melekelerle tam yerine getirilebildiği takdirde, insanlar âsûde bir rahmet iklimine ulaşırlar. Nitekim; şanlı medeniyetimizde, bu mükellefiyetlerin bi-hakkın yerine getirilmesiyle, zekât verilecek insanın kalmadığı devirler yaşanmıştır. Bu hususla alâkalı olarak;

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple kazanç için yeryüzünde dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) âyet-i kerîmesi de yol göstericidir.

Her hususta olduğu gibi infakta da, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz en güzel örnektir;

“…Kim (hiçbir imkânı olmayıp) yarım hurma ile dahî ateşten korunmaya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bari tatlı bir söz söyleyerek iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.” (Müslim, Zekât, 68) buyurarak, ümmetini iyiliğe teşvik eden Fahr-i Kâinât Efendimiz; kendilerinden istenene; «Hayır!» demediği gibi, sahip değilse bile, borçlanıp yine verirdi.

“Bir kurban kesildiğinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan geriye ne kaldığını sormuştu. Hazret-i Âişe –radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz;

«–Sadece bir kürek kemiği kaldı.» dedi. Bunun üzerine cömertlik timsâli Efendimiz;

«–Desene (yâ Âişe!) Bir kürek kemiği hâriç hepsi (yani bütün infâk ettiklerimiz) bizim oldu!» buyurdular.” (Tirmizî, Kıyâme, 33)

Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri, infak âdâbı ile alâkalı olarak şöyle buyurur:

“Veren, alana teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî ihtiyacın giderilmesidir. Verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lütuflar ile Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır.

Böyle olunca; veren, alandan daha kârlı durumdadır. Onun için de muhatabına teşekkür etmelidir.”

Cemiyetin, dayanışma şuuru ile huzura kavuşabilmesi, fertlerin başkaları ile hemhâl (empati) olabilmeleri ile yakından alâkalıdır.

Bu hususta İsmail Atâ Hazretleri;

“Güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol.” buyurur.

Bu cümleden olarak; yakın devrin gönül tabiplerinden Sâmi Efendi ve Musa Efendi Hazretleri’nin;

“Henüz, kömür alamayan fakirler var.” buyurarak, havalar soğuduğu hâlde, ısıtıcı yakmaktan imtinâ ettikleri biliniyor.

Bu sayılamayacak merhamet tezâhürlerinden birisi şöyledir:

“Konya’nın yetiştirdiği gönül insanlarından Hacı Veyiszâde Efendi, pazarda bir çuvalda patlıcan satan yaşlı birisine rastlar. Fiyatını sorup, bir çuval patlıcanı alıp eve götürür. «Bu kadar patlıcanı ne yapacaklarını» soran hanımına;

«Pişireceğini pişir, gerisini dağıt. O müslümanın gönlünü aldık ya; yemeğinden de, kebabından da zevklidir…» der.”

Kezâ, son devrin irfan ehlinden Alasonyalı Hacı Cemal ÖĞÜT Hocaefendi’den nakledilen hâtıralardan birisi de şu şekildedir:

“Hocaefendi; bir kış günü evinin önünden geçen bir yoğurtçuyu çağırarak, yoğurdunu satın alır. Evde yoğurda ihtiyaç olmadığını söyleyen kızına da;

«–Bu adamcağız buradan birkaç sefer geçti. İhtiyacı olmasa, bu kışta-kıyâmette niye dolaşıp dursun. Biz yoğurdunu alalım da zavallı evine gitsin…» der.”

Dünyamız bir yıldır virüs salgınının pençesinde. Ülkemizde de yüz binlerce kişinin işinden olduğu, iflâs ettiği veya işini zar zor yürütür duruma düştüğü belirtiliyor.

Bu şartlarda onların dertlerine, sıkıntılarına ortak olmak, her zamankinden daha fazla önem arz ediyor.

İdrâk etmekte olduğumuz mübârek Ramazan ayı ve bayramı da onların daha iyi anlaşılmasına ve hamiyet duygularının coşmasına vesile olsun. Ayrıca, günümüz dünyası, hüküm-fermâ olan, «hevâsını ilâh edinen» (bkz. el-Furkān, 43) sömürgecilerin elinde, her gün biraz daha yaşanamaz hâle getirilmektedir. Çok şükür ki; kan ve ateş deryâsı ortasındaki ülkemiz, dünyanın her tarafından gelen mazlumları, bir «ensar» hassâsiyetiyle bağrına basmaktadır. Milletimizin şanlı ecdâdımızdan tevârüs ettiği bu irfan, dayanışma ve mazlumlarla hemhâl olma fazîleti, insanlığın tekrar barış ve huzura kavuşabilmesinin yegâne teminatıdır.