NASIL HAZLAR PEŞİNDE?

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

İnsanlığın imtihanı olan tuzaklar ve problemler her devirde var oldu.

İlk insanlar da bunlarla karşılaştı. Ecdâdımız da karşılaştı. Biz de karşılaşıyoruz.

Bu vaziyet; dün nasılsa bugün de öyle. Asla değişmiyor.

Değişen sadece zamanlara göre bu tuzakların şekilleri. Farklı paketlerle vitrinlere koyulması.

Meselâ dün Avrupa ülkeleri, ulaştıkları sözde medeniyet seviyeleriyle hayranlık odağı olarak gösteriliyordu. Bugünse daha çok güya dertsiz, tasasız, sıkıntısız, mutlu ve huzurlu hayatlarıyla onlara hayranlık uyandırılmaya çalışılıyor. Ancak maksat ve netice her zaman aynı.

Bu idrakle;

Biz de tefekkür edip kendi devrimizi değerlendirelim. Vitrinlerimize konanları inceleyelim.

Bakınız;

Her yıl güncellenen modalar herkesçe malûm;

“Bu yılın modası şu, önümüzdeki yılın trendi bu…” gibi anlayışlar artık her kesimde muhatap buluyor.

Öte yandan her sokakta, her caddede, her duvarda karşımıza çıkan reklâmlar ortada. Bu reklâmlarda insanların hissî dürtülerini kullanmayı usûl olarak gören zihniyetler sayısız.

Diğer taraftan; «Mutlu olmanın formülü, ancak her arzuyu gerçekleştirmektir!» tarzı ve benzeri çeşitli felsefeler mevcut. Ayrıca toplumları daha çok tüketime alıştıran ve nefisleri doyumsuzluğa sürükleyen sistemler de her geçen gün etkisini artırıyor.

Ancak;

Hepsinin paketini açtığımızda, perdesini yırttığımızda sadece esas gerçekle karşı karşıya kalıyoruz. O da şu:

Çağımız insanını; her fırsatta nefsâniyetinin peşinde koşup duracağı, âhireti unutacağı yaşayış tarzlarına özendirmek. Ömürlerin haz odaklı ve zevk peşinde sürdürülmesini sağlamak. Bir diğer deyişle hedonizm yani hazcılık akımının sempatizanını, müşterisini artırmak.

İşte bizim devrimizin, çok dikkatli olmamızı gerektiren tehlikeli tuzaklarından ve problemlerinden biri de bu!

Hazcılık!

Esasında;

Haz, lezzet ve zevk olarak ifade ettiğimiz duyguları saf hâlleriyle ele aldığımızda, bunlar Cenâb-ı Hakk’ın insanoğlunun fıtratına ihsan ettiği hisler. Ancak tabiî ki dengeler muhafaza edildiği nisbette. Meselâ doktor bir ilâcı reçeteye yazar. Yazarken ölçek olarak da kullanım miktarını belirtir. O belirtilen miktarın dengesi bozulup, az veya daha çok ölçekte bir kullanım gerçekleşirse; şifâ olması gereken ilâç, kişinin başına daha büyük dertler ve sıkıntılar açabilir. Aynı şekilde hazlar da böyle.

Yani;

İnsanoğlunun fıtratında rûhânî ve nefsânî olarak haz ve lezzet alma duyguları mevcut. Hattâ bunların ihtiyaç buudu da var. Bu yüzden gönlün bütün arzularına, direkt menfî ve nefsânî heves damgası vurmak, kesinlikle doğru değil. Fakat bütün bunlar, sadece dengesi gözetilerek yaşandığında faydalı. Ancak ölçüsüne, tutarlılığına, doğru alanlara sarf edilip edilmediğine dikkat edilirse güzel. Öyle olursa şayet mâneviyâtı artırır. Kişiyi Allâh’a yakınlaştırır. Huzuru sağlar. Güzelliklerde iştiyâkı artırır. Fazîletlerde gayrete vesile olur.

Yoksa;

Bu hisler dengesizce, ölçüsüzce, kontrolsüzce ve sınır tanımadan yaşanırsa; problem olmaktan öteye geçemez. Abartılarak ve bağımlısı olarak yaşanırsa; büyük sıkıntı teşkil eder. Hayatın tek gayesinin haz almak olduğu ve insanın hayatını buna göre plânlaması gerektiği düşüncelerine sürükleyecek olursa hele, asla kabul edilemez. Çünkü o zaman kişiyi tamamen Hak’tan uzaklaştırır. Sadece şeytana yakınlaştırır. Nefsâniyeti hortlatır. Azgınlığı artırır. Zamanla hamâkat sebebi dahî olur.

Bu sebeple;

Yapmamız gereken, dengeyi sağlamak!

Bunun yolu da:

Bedeni ihtiyacı kadar besleyip, esas rûhumuza gıdâlar vermek!

Hazret-i Mevlânâ ne güzel ifade ediyor:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan, odur. Bedenine, yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor. Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”

Bunu başarmanın da şartı:

Muhabbetlerimizi gözden geçirmek…

“Nelere besliyoruz, nelere beslemeli ve nelere beslememeliyiz?” diye tasnif edip, muhabbetlerimizi rızâ-yı ilâhîye göre düzenlemek.

Çünkü;

Bir şeye duyduğumuz zevk, ondan aldığımız haz ve lezzet; o hususa olan muhabbetimizle orantılıdır. Bir işi ne kadar seviyorsak; yaparken o derece ondan keyif alırız. Araba kullanmayı sevmeyen biri, kullanmaktan hiç hazzetmez. Ama hastası denecek mesâbede olan kimse, apayrı hisler taşır.

Bir yemeği ne kadar seviyorsak; yerken ondan o kadar lezzet alırız. Mantara muhabbeti hiç olmayan biri, önüne en enfes şekilde pişirilip gelse, yine de herhangi bir lezzet alamaz. Sevmiyor çünkü. Fakat; «Her öğün olsa yerim!» diyen biri için, aynı yemek öyle tat verir, öyle haz verir ki…

İşte bu gerçeği iyi anlamalı. Hak din İslâm’a muvâfık sınırlar içerisinde, lâyık olanlar etrafında muhabbet halkalarımızı oluşturmalıyız.

Aksi hâlde;

Çağımızın hastalığı denebilecek hazcılık akımına, farkında bile olmadan kapılabiliriz. Adına hedonizm demez ama sırf çok seviyoruz bahanesiyle sadece arzularını yerine getirmek için çalışan ve yaşayan fertlere dönüşebiliriz. Allah muhafaza.

Hattâ böylesi bir vaziyette;

Sohbetlere, vaazlara katılsak bile işe yaramaz. Çünkü zevkine düşkün biri için geçici ve menfî hazlara karşı zâfiyetler vazgeçilmezleşir. Dolayısıyla; Allâh’ın, ölümün ve âhiretin unutulmaması gerektiği, dünya tatlarının geçici olduğu ve esas cennet hayatının ebedî lezzetlerle dolu olduğu; en güzel ve en etkileyici cümlelerle anlatılsa dahî; dünyevî zevklerimizin komplekslere, takıntılara dönüşmesine mâni olamayabiliriz.

İşte bu yüzden;

Allah dostları bu tuzaklardan korunabilmek adına, hep riyâzat hâlini tavsiye etmişler. Az yemeyi ve az konuşmayı tembihlemişler. Dünyevî lezzetleri ihtiyaç ölçüsünce görüp onun dışında ruhlarını beslemişler.

Hattâ buradan hareketle eski şerîatlerde susma orucu olmasını da bu noktayla irtibatlandırabiliriz.

Ayrıca;

Bize karşı hazcılığı üflemelerine rağmen bu duruma bâtıl inançlarda da yer verilmiş. Zira onlarda da oruçlar, perhizler ve dünya hazlarının azaltılması gibi tablolar var. Bu tablolara da baktığımızda, kendilerince hem ruh dinginliği için bir metot, hem de menfî ve dünyevî zevklerin inkâr edilemez tuzaklarına karşı bir tedbir olarak gerçekleştirmişler.

Hâl böyle olunca;

Bilhassa biz, üç aylara gireceğimiz/girdiğimiz şu günleri bu mânâda iyi değerlendirmeliyiz.

“Üç aylar gelip az çok dünyamıza ayar vermese, gerçekten de hazcılığın sonu nereye giderdi?” diye düşünmeliyiz. Oruçlar tutmalı, derin tefekkürlerle yoğrulmalıyız.

Sorgulamalıyız:

Dengeli ve tutarlı bir şekilde ebedî kurtuluşa, ebedî huzura götürecek hazların peşinde miyiz? Yoksa dengesizce, ölçüsüzce, aşırı ve abartılı bir şekilde; sonsuz hüsrâna, azap dolu bir âkıbete sürükleyecek, acı aldanışlara sebep olan hazların peşinde miyiz?

Hâsılı son nefese kadar şu suâlin kaygısını taşımalıyız:

Nasıl hazlar peşinde yaşıyoruz?