KAR TANELERİ

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Doktor Fikret Bey, sabah namazını kılmış, biraz da Kur’ân okumuştu. Sonrasında her sabah alışkanlık hâline getirdiği tefekkür için hazırlandı.

Pencerenin önüne gelip dışarıyı seyre koyuldu. Lapa lapa kar yağıyordu. Bu yağan, yılın ilk karıydı. Her yer bembeyaz olmuştu. Geceden beri yağdığı belliydi. Dört parmak kadar kar, her yeri kaplamıştı.

Zihnine, daha önce okuduğu şu satırlar düştü:

“İster lapa lapa yağsın ister bulgur bulgur… İçinde bir teki yok ki, ince, nârin parmaklarla işlenmiş olmasın… Kim bilir hangi genç kız çeyizini böyle işlemiş, her kar tanesinden bir dantelâ örmüş, sonra gelinlik diye üstüne giymiş? Kardan gelinlik, sisten tül…”*

Pencereyi açtı ve elini dışarıya uzattı. Birkaç kar tanesi eline düşmüş ve hemen erimişti. Kar; havayı yumuşatmış, akşamki sert soğuğu kırmıştı. Pencereyi kapattı ve ardından başını cama yasladı.

Dışarıdaki görüntü, aslında Allâh’ın rahmetinin ne kadar geniş olduğunun ve Hakk’ın herkese nice nimetler verdiğinin bir resmiydi âdeta. Hava gibi, güneş gibi, gece ve gündüz gibi hiçbir şeyi ayırt etmiyor; ağaç, yol, tarla, çatı, araba, elektrik direği demeden her şeyin üzerine yağıyordu. Allah -celle celâlühû-; inanan-inanmayan, iyi-kötü, hak eden-etmeyen diye ayırt etmeden nimetlerini herkese hem de her an sağanak sağanak yağdırıyordu.

Karın, havayı ılıklaştırdığı gibi insanlar da arkadaşlarıyla bir araya geldiklerinde yüreklerinde bir değişim oluyor muydu? O kişilerin hüznü, derdi ve sıkıntısı azalırken; yürekleri, kanatlarındaki su damlacıklarından kurtulmuş bir kuş gibi yavaş yavaş gökyüzüne yükseliyor ve boşlukta sevinçle, coşkuyla uçabiliyor muydu? Tebessümü unutan birinin yüzüne tebessümün yayılmasını, umutları bitmek üzere olan birinin umutlarının darağacından alınmasını sağlayabiliyorlar mıydı?

Kar taneleri, sessiz ve sakin bir şekilde nazlı nazlı yeryüzüne inerken hepsi birbiriyle anlaşmış gibi, hiçbiri bir diğerine değmiyor, hiçbiri bir diğerinin yoluna çıkmıyordu. Sanki; «Ne kadar da çok ve birbirimize yakın olsak da hepimize yer var, niçin birbirimizle uğraşalım, Hakk’ın bize verdiği vazifeyi hakkıyla yapmaktan başka bir gayemiz yok!» diyorlardı.

Ya insanlar, insanlar böyle miydi? Kaç kişi;

“Herkes kendi işine baksın, Allâh’ın arzı geniştir, bu dünya hepimize yeter, zaten kimseye kalmadı, kalmaz da. Kimse kimsenin yoluna çıkmasın; kimse bir diğerinin kazancına, malına, canına, ailesine göz dikmesin, bizim asıl işimiz Kur’ân’da;

«Ben cinleri ve insanları ancak Bana (ibâdet ve itaatle) kulluk etsinler diye yarattım.» (ez-Zâriyât, 56) buyurulduğu üzere güzel bir kulluğun derdinde olmalıyız.” diye düşünmüştü? Bunları düşünenlerden ne kadarı böyle bir hayat sürmeye gayret etmişti?

Yeryüzüne inen kar taneleri havayı temizlerken, insanlar yaşadıkları yerleri temiz tutabiliyor muydu? Evler, sokaklar, parklar… yeterince temiz miydi? Maddî temizliğin yanında mânevî temizlikte de ne kadar iyiydi?

“Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.” (el-Bakara, 222) âyeti meâlince tövbeyle gönüllerde biriken kirler temizlenebiliyor muydu? Temizlenen gönüllerin yeniden kirlenmemesi için ne kadar gayret gösteriyordu?

Kar taneleri, tek tek, ayrı ayrı olup bir araya düşmediklerinde eriyip gidiyorlardı. Lâkin; ne zaman bir araya gelseler, birleşseler, çok daha güçlü, çok daha etkili ve işe yarar hâle geliyorlardı. Bir araya geldiklerinde yolları kapatacak kadar güçleniyor, ulaşımı zorlaştırıyor, zaman zaman imkânsız hâle getiriyorlardı. Kar taneleri; bu birleşme sayesinde, soğuk kış günlerinde toprağı bir anne şefkatiyle yorgan gibi kaplayarak bitkilerin donmasını önlüyordu. Gün gelip güneşin tatlı tebessümünü hissedip eriyince toprağın, dolayısıyla bitkilerin ve diğer bütün canlıların su ihtiyacının büyük çoğunluğunu karşılıyordu.

Ya müslümanlar? Saygı, sevgi, hoşgörü azalmış, insanlar arasında aşılamayacak dağlar, denizler girmiş, herkes kendi kabuğuna çekilmişti. Sanal ortamlarda binlerce arkadaşı olanlar; bir derdi, bir ihtiyacı olduğunda kapısını çalacak, sıkıntısı paylaşacak birkaç kişiyi bile bulmakta zorlanıyordu.

Bencillik çukuruna düşen nice insan, dört duvar arasında kendi âleminde yaşıyordu.

“Akrabasıyla ilgisini kesen kimse, cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11) hadîsi unutulmuş, akrabalık bağları kopmuş yahut kopma noktasına gelmiş, kardeş kardeşe düşman kesilmiş, kardeş kardeşin kuyusunu kazar olmuştu. Diğer yandan insanın en acı tecrübeleri, zaman zaman yakın akrabalarıyla aralarında geçenlerin sonucunda oluşmuştu.

Zenginlerin çoğu; fakirlere el uzatmayan, ancak bir akşam yemeğinde kaç asgarî ücretlinin bir aylık maaşını hesap olarak ödeyen, bir elbiseye binlerce lirayı gözünü kırpmadan veren, israfın girdabında olduğunu fark etmeden hayatını yaşayan(!), açların hâlinden anlamayan, yardım isteyenlere; «Allah versin!» diyerek başından savan insanlar hâline gelmişlerdi.

Fakirlerin bir kısmı, cennete uzanan yolda yürümeye çalışırken; sabrından, kanaatinden, hamd ve şükründen fire vermiş, isyan bataklığına saplanmış, sünnet üzere yaşamaktan uzaklaşmış, her şeye kahreden içine kapanık kimseler hâline gelmişlerdi.

Bir mahalledekiler bile, bir yanlışa tepki vermek gayesiyle bir camide, bir meydanda toplanıp bir araya gelemedikleri için dünya üzerindeki İslâm ülkeleri, ümmet olarak bir araya gelemiyor ve din düşmanı devletlere karşı dik durarak bir birliktelik oluşturamıyorlardı. Yıllardır İslâm beldelerinin kan ağlamasının sebeplerinden biri de bu değil miydi?

Bir film sahnesinde dolan gözler, onlarca insanın öldürüldüğü haberler ekrana geldiğinde niçin dolmuyor, vücudun herhangi bir yerine bir iğne batmış kadar bile acı vermiyordu?

Nazargâh-ı ilâhî olarak yaratılan gönüller; «Zamanında şöyle yapmasalardı şimdi böyle olmazlardı» gibi sudan bahanelere niçin sığınıyordu?

Kar tanelerinin toprağa, bitkilere gösterdiği şefkat ve merhametin yarısı kadar da olsa insan insanı kucaklayamaz; yetimlerin, öksüzlerin, gariplerin, kimsesizlerin herhangi bir yarasına merhem olamaz mıydı?

Yeryüzüne bazen yağmur damlacıkları, bazen dolu ve bazen de şimdiki gibi kar olarak inen bu taneler, zamanı geldiğinde buhara dönüşüp yeniden aşkla, heyecanla gökyüzünün yolunu tutuyor, Yaratan’la olan ahdini yeniliyor ve yeni vazifesine hazır olduğunu gösteriyordu.

Yaratan’la buluştuğu namaz vaktinde insanın gönlündeki heyecan hangi seviyede oluyordu? O’na en yakın olduğu an, secde ânında, iki sevdalının vuslat ânında hasretlerinin dindiği ve gözlerinin bir nehre dönüştüğü gibi hasretini dindiriyor, sevinç gözyaşları dökebiliyor muydu? İnsanın gönlünü bir huzur hâli kaplıyor ve insan, aşkın zirvesine varıp oradaki pınardan hararetini dindirmek için kana kana içebiliyor muydu?

“–Fikret, mesaiye geç kalacaksın! Haydi, kahvaltı hazır.”

Bu ses; Fikret Beyi, daldığı düşünce ummânından çekip çıkardı. Seslenen, eşi Rabia Hanım’dı. Kolundaki saatine baktı. Mutfağa doğru hızlı adımlarla ilerlerken dudaklarından şu mısralar dökülüyordu:

Arza selâm verip geri dönerken,
Kimse bilmez bu kaçıncı seferi.
Süzülerek nazlı nazlı inerken,
Yüreğime düşer kar taneleri. (Ali AĞIR)

_______________________________

* His ve Fikir, Hekimoğlu İsmail, Timaş Yay., s. 159.