ALDANIŞ YURDUNDA ALDANMAMAK İÇİN…

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

ANLAYACAKSIN!

Abbâsî halîfelerinden Harun Reşid, meclisini süslemiş ve tantanalı bir eğlenceye hazırlamıştı. Birçok yemek yaptırmış ve şair Ebu’l-Atâhiye’ye de haber göndermişti. Ebu’l-Atâhiye gelince;

“–Haydi ey şair! Biz nasıl bir hâldeyiz, dünyanın hangi nimetleri içindeyiz şiirle söyle bakalım.” dedi.

Ebu’l-Atâhiye, tercümesi şöyle olan bir manzum cevap verdi:

“Şu sarayların zirvesinde, nimetler içinde sağ sâlim yaşa bakalım!

Canın ne isterse, hizmetçiler ve câriyeler koşarak getirmekte…

Ama ruhlar çırpınıp göğüs kafesinden kaçmak isteyince; işte o zaman kesinlikle bileceksin ki sen bir aldanış içindesin.”

Halîfe, hiç beklemediği bu sözler üzerine duygulandı ve ağlamaya başladı.

Veziri şöyle dedi:

“–Emir seni buraya ferahlamak için çağırdı, sen onu kedere boğdun.”

Halîfe dedi ki:

“–Bırak şairi. O, bizim kör olduğumuzu fark etti ve bu körlüğümüzün daha da artmasını istemediği için îkāz etti.” (İbnü’l-Esîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XIV, 38)

Nitekim denilmiştir ki:

“İnsanlar uykudadır. Öldüklerinde uyanırlar!..” (Keşfü’l-Hafâ, II, 312)

ALDANIŞTAN BAŞKA NEDİR?

Cenâb-ı Hak, buyurur:

“İyi bilin ki; bu dünya hayatı, aldatıcı bir faydadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, Ranuna vâdisinde kıldırdığı ilk Cuma namazının hutbesinde âhiret hazırlığının ehemmiyetine şöyle dikkat çekmiştir:

“Ey insanlar!

Sağlığınızda âhiretiniz için hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz ölecek ve sürüsünü çobansız bırakacaktır. Sonra Allah, ona tercümansız ve vasıtasız olarak diyecek ki:

«Benim Rasûlüm gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal-mülk verdim, pek çok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum; sen kendin için ne getirdin?»

Bu sual ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak bir şey göremeyecek, önüne baktığı zaman cehennemi görecek…

O hâlde uyanınız! Kim (hiçbir imkânı olmayıp) yarım hurma ile dahî ateşten korunmaya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bari tatlı bir söz söyleyerek iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.” (İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524)

ATEŞE EL UZATILIR MI?

Allah Teâlâ; insana sâir mahlûkattan farklı olarak, akıl ve temyiz kuvveti vermiştir.

Meselâ artık aklı yeten bir çocuk elini ateşe sokmaz. Onun yakacağını ve kendisine zarar vereceğini bilir.

Lâkin, cehennem ateşi gayb âlemindedir. Akıllı kişi; tıpkı önündeki ateşe elini uzatmanın zararını idrâk ettiği gibi, ebedî hayatta kendisini cehenneme dûçâr edecek haramlardan, günahlardan da uzak durmayı bilendir.

Bu kıvama misâl olması bakımından şu kıssa çok mânidardır:

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han, umûmî bir af îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki filozof papaz vardı.

Fatih, onlara cezalarının sebebini sordu. Onlar da şöyle dediler:

“–Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhatten dolayı kendisini îkaz ettik. Âkıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu îkazımıza kızarak bizi zindana attı.”

Bu ifadeler, Fatih’in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet sonra kanaatlerini bildireceklerini ifade ettiler.

Papazlar, ellerindeki beratla her yere girip çıktılar. Çarşıda, mahkemede, her yerde muhabbet dolu bir kardeşlik, cömertlik ve takvâya şâhit oldular.

Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kendilerine öğretildiği üzere, kapıyı açan gençlere;

“–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misafir eder misiniz?.. Çaresiziz…” dediler.

Talebeler; düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.

Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da, olan hâdiseyi şöyle anlattılar:

“–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle;

«Rabbimiz bizleri cehennem azâbından korusun!.. Bizleri, ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!..» diyorlardı.

Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile…”

Papazlar, bu güzel ve istikametli hâller devam ettikçe, Osmanlı’ya zeval gelmeyeceğini bildirdiler.

AKILLI ve AHMAK

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, akıllı ve ahmağı şöyle tarif buyururlar:

“Akıllı kişi, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışandır.

Ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459; İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Nefsinin hevâsına uyduğu hâlde Allah’tan hayır ummak, nefis ve şeytanın şu tarzdaki aldatıcı telkinleriyle olur:

“Nasıl olsa Allah, Ğafûr ve Rahîm’dir, Merhametlilerin en merhametlisidir! Sen günahları işlesen de O affeder!..”

“Ben daha gencim, şimdi hevesimi alayım yaşlanınca vazifelerimi yaparım!”

Âyet-i kerîmede böyle aldanışlara karşı şöyle îkaz beyan buyurulmuştur:

“…Sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allâh’ın affına güvendirerek aldatmasın.” (Lokmân, 33; Fâtır, 5)

Zira;

Cenâb-ı Hak, kullarından sâlih amel, tevbe-i nasûh, takvâ ve istikamet istemektedir.

İnsan yaşayışına çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Her kul öldüğü hal (amel) üzere diriltilir.” (Müslim, Cennet, 83)

Yani kul, nasıl bir hayat sürerse, öyle ölür ve nasıl ölür ise, öyle haşredilir.

Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz merhamet, af ve mağfiret sahibi olduğunu ifade eden «cemâl esmâsı»nın yanında, müstehak olanlara; azap, kahır ve ceza vereceğini bildiren, «celâl esmâsı»nı da unutmamak lâzımdır.

Dünya imtihanı için, insana terbiyeye muhtaç bir nefis verilmiş ve şeytan da ona musallat kılınmıştır.

Şeytan aldatma memuru. Nefis de bir başka aldatma ve aldanma memuru.

Bu iki ateşin arasında, insana düşen vazife nefse şeytanı ortak etmemektir. Nefsi ıslah ederek şeytanın şerrinden muhafaza olmaktır.

Nefs de şeytan da insana iç âleminde fısıldarlar. İnsan bu iç sesi; kendisi için hayırlı ve faydalı zannederse, aldanır. Nefs ve şeytan yanlış işleri süsler, güzel gösterirler.

Bugün şeytan ve nefsin fısıltıları çoğaldı. Televizyon, internet, moda ve reklâmların fısıltıları da buna ilâve oldu. Artık cep telefonları fısıldıyor, ekranlar, kulaklıklar, şeytânî vitrinler fısıldıyor. Bütün bu şerlerden muhafaza için, âzamî gayret lâzımdır.

Denilir ki, iblis insanoğlunu en çok şu üç aldanış ile avlar:

Birincisi;

İşlediği sâlih amelleri, gözünde büyük gördüğü zaman

YAPTIĞIN HAYIRLARI UNUT!..

İnsan, hayatı boyunca bazı iyiliklerde bulunur. Şeytan ve nefis; o iyilikleri insanın gözünde büyütür de büyütür, kişiyi başkalarıyla bilhassa mânen daha zayıf olan kişilerle kıyaslayarak, kendini sâlih bir kişi gibi hissetmesini sağlar.

Kişiyi bu iyiliklerine güvendirip; onun yapması gereken diğer birçok vazifesini ihmal etmesini, hattâ birtakım yanlışları da yapmasını hoş göstermeye çalışır. Bu da büyük bir aldanış olur.

Bu tehlikeye işaretle Lokman Hakîm buyurur:

İki şeyi unutma:

1. Allâh -celle celâlühû-

2. Ölüm

İki şeyi unut:

1. Sana yapılan fenalıklar.

2. Yaptığın hayırlar.

İnsan için ölçü, etrafındaki insanlar değil, sahâbe-i kiramdır. Çevresinin ortalaması değildir.

Unutmamak gerekir ki;

Ameller kabule muhtaçtır. Son nefesi îmân ile vermeden önce; kul bir çatlak taşa basar da, ayağı kayarsa, bütün amelleri iptal olabilir. Bu şuurda olan kişi, asla ameline güvenmez. Dolayısıyla, yapılan her hayrı âdetâ unutmak gerekir.

Nefs öyle bir aldatıcıdır ki;

Bazen özü itibarıyla tek başına «sâlih amel ve iyilik» olmayan şeyleri bile, büyük bir iyilikmiş gibi gösterir.

Meselâ;

“–Ben şu kadar insanın rızkını, maaşını veriyorum!” diye bir övünmeye meylettirir.

Hâlbuki; Cenâb-ı Hakk’ın kendisine nasîb ettiği işyerlerinde, Allâh’ın kullarına iş ve vazife vermekte, onlara yaptıkları işin karşılığı olarak maaş takdim etmektedir. Âdetâ borcunu ödemektedir.

Karşılıksız, Allah rızâsı için bir hayrat dağıtmamaktadır.

Bunda övünülecek, kendini beğenecek bir sebep bile yoktur.

Hattâ böyle bir durumda hassas ve takvâlı düşünce şöyle olmalıdır:

“–Acaba ben Rasûlullah Efendimiz’in;

«Emriniz altındakilerin hakları husûsunda Allah’tan korkun!» (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

«Çalıştırdığınız kimseye, teri kurumadan ücretini verin.» (İbn-i Mâce, Ruhûn, 4) gibi tâlimatlarını ne kadar yerine getirebiliyorum? Acaba üzerimde kul hakkı kalıyor mu?”

Dolayısıyla iş sahipleri şu hususa dikkat etmelidir:

İş sahibi, emri altındakileri haklı veya haksız azarlar. O da cevap veremez. Verse, kendisini kapıda bulacaktır. Bu yüzden olur olmaz azarlamalarda kul hakkı terettüp etmektedir. Kul hakkı da helâlleşilmedikçe affedilmez.

Kim vesile olursa olsun, rızkı veren Allah’tır. Karşılıksız verilen sadakaları da, kabul edecek Allah Teâlâ’dır.

Ayrıca vazifeler farklı farklıdır. Yapılan tasadduk, bir başka vazifeyi ortadan kaldırmaz. Kişi büyük bir cami de yaptırsa, servetinin zekât borcunu ayrıca ödemesi îcâb eder.

Yapılan hayırlarla alâkalı büyük bir aldanış da; Allah rızâsı için yapılması gereken işlere, kulların alkışını, beğenmesi ve takdirini ortak etmektir. Yaptırdığı cami ve sâir hayrâta, henüz hayatta iken kişinin kendi adını vermesi bu mânâda çok tehlikelidir.

Ancak vefât etmiş kişilerin adı, duâya vesile olması için konulabilir.

İblisin insanı aldattığı ikinci nokta:

GÜNAHLARINI UNUTTUĞU ZAMAN

İnsanın hasbe’l-beşeriyye, bu dünya hayatında hataları ve günahları olur. İnsan o hataları asla unutmaz; dâimâ istiğfar ve tevbe hâlinde olursa, bu hatırlayış onun için hayırlı bir rehber olur.

Bu hikmetledir ki;

İsmet sıfatıyla ilâhî sıyânet / muhafaza altında bulunan peygamberlere dahî, birtakım zelleler işletilerek, kulluğun tevâzu ve hiçlik hâlini yaşamaları ve ümmetlerine istiğfarda da nümûne olmaları temin edilmiştir.

Kul, ancak Allâh’ı unuttuğu zaman günah işler;

“Yâ Rabbî!” diyerek, besmele çekerek bir günah işlemez. Günahlarını hiç aklından çıkarmayan, dâimâ onların affı için gayret eden mü’min; onlara yeni günahlar eklemekten içtinâb eder.

İblisin insanı aldattığı üçüncü nokta, ilk iki maddenin de hulâsası gibidir:

KENDİNİ BEĞENDİĞİ ZAMAN

İnsan; kendini, yaptıklarını ve kararlarını beğenme temâyülünde olursa; nefsi ve şeytanı, o davranışlar yanlış da olsa, onlara birer kılıf bulur. Kötü arkadaş ve fâsık çevresi de; gafil insanlara, dalkavukluk ve sahte medihler düzer.

Bu sebeple, dînimizde insanların yüzlerine karşı övmek zemmedilmiştir.

Hazret-i Mevlânâ, bu yalancı övgülere karşı şöyle îkāz eder:

“Ey akılsız kişi! Ne vakte kadar halkın yalanlarına, yüzüne gülmelerine aldanacaksın?

Halkın seni övmesini, sana yaltaklanmasını, onların tatlı ve kandırıcı sözlerini alıyor, altın gibi cebine koyuyorsun.

Hakikatte mânâ padişahları olan velîlerin acı sözleri, hattâ dövmeleri; senin için, yolunu şaşırmış sapıkların tatlı sözlerinden, övmelerinden daha iyidir.

Padişahların tokadını ye de süflî, fâsık kişilerin balını yeme! Bu sûretle ermişlerin himmeti ile sen de bir er ol!”

İnsan kendini beğendiği zaman, yaptığı en yanlış davranışa bile bir îzah getirir.

Meselâ;

Gafil kişi, dînimizin tamamen haram kıldığı işleri yapmaya devam eder de;

“–Ama ben umreye de gidiyorum, cami de yaptırıyorum, birtakım iyiliklerde bulunuyorum.” gibi lâkırdılarla vicdanını avutmaya çalışır.

Meselâ fâize bulaşır;

“–Ben işlerimi büyütmek için bu işe girdim, güçlü müslüman şirketler olsun diye bu yolu tuttum!” diye kendini kandırır.

Hazret-i Mevlânâ şöyle îkāz eder:

“Nefis, büyüsü ile insandan aklı alır da, insan iyiyi kötüyü ayırt edemez olur.

Nefis; sûret-i haktan görünür, iyiye doğru gitmen için sana yeni yeni vaatlerde bulunur. Sonra tutar o vaatleri, tevbeleri binlerce kere bozar.”

Cenâb-ı Hak bu aldanışlara misal veriyor:

“Onlardan (o zayıf müslümanlardan) kimi de;

«–Eğer Allah lütuf ve kereminden bize (zenginlik, servet) verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız!» diye Allâh’a and içti.

Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allâh’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.

Nihayet, Allâh’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak (ikiyüzlülük) soktu.” (et-Tevbe, 75-77)

Sebeb-i nüzül ve tefsir kitaplarında bu âyet-i kerîmede bildirilen hâdiseye dair kıssalar yer almaktadır. İçinde geçen isimlerle irtibatı hadis âlimlerince tevsik edilmeyen bu kıssaların sahih olmadığı bildirilmektedir. Ancak âyet-i kerîmede bildirilen kötü davranışın gerçekleştiği ve yaşandığı kesindir.

“Daha zengin olayım da İslâm’a hizmet edeyim, daha çok tasaddukta bulunayım.”

Bu sözde «iyi niyet»; fâiz, gayr-i meşrû alışveriş gibi günahlara girmenin bir vasıtası yapılır. Böyle bâtıl yollara girenleri iki kötü âkıbetten biri bekler:

•Ya dünyada her şeyini kaybetmek…

•Ya dünyada kazansa da, âhiretini kaybedecek derecede dinden uzaklaşmak…

Bizler Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiğinden mes’ûlüz. Rabbimiz’in; “Çok para kazanın!” diye bir emri yoktur. Fakat; “Helâlinden kazanın, infâk edin!” diye emirleri vardır.

Bu sebeple çok kazanma hırsına karşı hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“Az ama yeterli olan rızık, çok olup da azdıran maldan hayırlıdır.” (Ahmed, V, 197)

“Şükredebileceğin az mal, şükredemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388)

HANGİ GAYE İÇİN?

Maddî imkânlara sahip olan bir kul, tefekkür etmeli:

“Cenâb-ı Hak, bu zenginliği bana niye verdi?

•Lüks ve israf içinde nefsime harcamam için mi?

•Bana zimmetli kardeşlerime infakta bulunmam, İslâm yolunda hayr u hasenâta sarf etmem için mi?”

Bu dünya, imtihan mektebidir. Mükâfat yurdu değildir. O hâlde, bu dünyada servetle imtihan olan kişi, bu cihânın, âhiret dershânesi olduğunu unutmamalıdır.

Kārun; fakirken sâlih bir kişiydi, mal sahibi olunca isyana düştü. Bu felâketten kurtulmak için, kalbi dünyalığa kasa yapmamak îcâb eder.

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”

Rasûlullah Efendimiz’in risâletinden önce dinlediği, Hanîf (Hazret-i İbrahim ve İsmail’in dînine tâbi) bir zât olan Kus bin Sâide’nin hutbesinde de dünyanın fânîliğine dair hikmetli sözler vardır:

“Ey insanlar!

Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız!

Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, anaların babaların yerini tutar. Sonra hepsi mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini takip eder.

Dikkat edin, söylediklerime kulak verin! Gökten haber var; yerde ibret alacak şeyler var! Yeryüzü serilmiş bir döşek, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden memnun oldukları için mi orada kalıyorlar; yoksa alıkonulup da uykuya mı dalıyorlar…

Yazıklar olsun ömürlerini gaflet içinde geçiren ümmetlere!

Ey insanlar!

Gafletten sakının! Her şey fânîdir, ancak Cenâb-ı Hak Bâkî’dir. Birdir, şerîk ve nazîri yoktur. İbâdet edilecek yalnız O’dur. O doğmamış ve doğurmamıştır.

Evvel gelip geçenlerde bizler için ibretler çoktur.

Ey İyâd kabîlesi! Hani babalarınız ve dedeleriniz? Hani müzeyyen kâşâneler ve taştan hâneler yapan Âd ve Semûd? Hani dünya varlığına mağrûr olup da kavmine hitâben; «Ben sizin en büyük Rabbinizim.» diyen Firavun ve Nemrut?

Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri de yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin. Onların yolundan gitmeyin. Her şey fânî, ancak Cenâb-ı Hak Bâkî’dir.

Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yok!.. Küçük büyük herkes göçüp gidiyor. Herkese olan bana da olacaktır.” (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, II, 264; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241; Heysemî, IX, 418)

Yûnus Emre Hazretleri de âhireti hatırlatan kabir iklimi üzerine şu mısraları söylemiştir:

Yalancı dünyaya konup göçenler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,
Söylemeden kalmış tatlı dilleri,
Gelin duâdan unutman bunları
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Kimisi bezirgân, kimisi hoca,
Ecel şerbetini içmek de güç a!
Kimi ak sakallı, kimi pîr koca
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Yûnus der ki, gör takdîrin işleri,
Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

HASSÂSİYET Mİ KAÇIŞ MI?

Kendini aldatış ve avutuşların türlü türlü îzahları ve çeşitleri vardır.

Cenâb-ı Hak, müslümanları birbirine zimmetlemiştir. Dolayısıyla; maddî-mânevî gücü olan kişi, zayıf kardeşine sahip çıkmak mecburiyetindedir.

Fakat kimileri, «hassâsiyet» gibi güzel ve masum görünen bir esbâb-ı mûcibeyi ileri sürerek bu vazifeden uzak durur:

Bu aldanışa karşı uyarmak için şöyle denilmiştir:

“Şu üç vasıftaki insan Allah’tan uzaktır:

1) Rahatını düşünerek hizmetten kaçanlar.

2) Fâsıklarla hemhâl olanlar.

3) Hassas olduklarını bahane ederek, yani; «İçim kaldırmıyor!» diyerek mâtemlerin civarından uzak duranlar.”

Terbiye görmemiş ham nefis, Hâlık’ının kendisinden istediği vazifelerden kaçarken, bu aldanışlar içerisinde, türlü garip işleri kendine vazife edinebilir.

Ömrünü çileli seyahatlere, garip ve zor uğraşlara adamış nice insanlar vardır ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendisinden istediği gayet kolay vazifeleri türlü bahanelerle ihmal hâlindedir.

GEÇİCİ PARLAKLIK

Gaflet ânında, en çirkin işler dahî güzel görünür.

Mevlânâ Hazretleri bunu kömür misâliyle anlatır:

“Ey şehvet peşinde koşan kişi, senin kötü işlere olan düşkünlüğün ve ihtirasın ateşe benzer. Kapkara olan kömür ateş rengine girince güzelleşir, yani kötü işlerin sana kötü görünmez.

Kömürün karanlığı ateşte gizlenir, ateş sönünce karanlık meydana çı­kar.

Kömür senin hırsından ateş hâline geldi. Ateş hâlinde göründü. Hırs geçince kömür, yine eski hâlinde kara kara görünür.

O zaman kömürün ateş hâlinde görünmesi, işin güzelliğinden değildi. Hırs ateşindendi.”

Hazret-i Mevlânâ çareyi de şöyle gösterir:

“Hırsı; din işinde, hayırlı işlerde ara. Bu işlere harîs ol! Bu işler zaten güzeldir. O işlerde hırs kalmasa, o işlere harîs olmasan da zaten onlar gü­zeldir. Güzel yüzlüdür.”

Yani insan, fıtratındaki temâyülleri; şer‘an hayırlı işlere tevcih ederse, bu işten iki cihanda kârlı çıkar.

Meselâ seyahati seven kişi; bunu sadece gezip tozmak için değil, tebliğ ve yardım için yaparsa vebalden kurtulur, ecir kazanır.

Mücadeleyi seven kişi, cihâd eder.

Sanatı seven kişi, İslâm’ın güzelliğini temsile gayret eder.

Fakat hiçbir sûrette, asıl vazifelerini ihmal etmez.

KURTULMAK İÇİN…

Mademki insan; içinde hissettiği vesveselere dahî güvenemiyor, o hâlde ona bir rehber lâzımdır.

Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Sonunda pişman olmamak, hiç olmazsa az bir zararla kurtulmak için, yapacağın işlerde müşâverede bulunmak ve danışmak lâzımdır.

Peygamberlerin bu tavsiyelerine karşı ümmetler;

«–Kiminle istişâre edelim?» diye sordular. Peygamberler de;

«–Kendilerine uyulan (istikametli) akıllı (sâlih ve müttakî) kişi­lerle.» cevabını verdiler.

Eğer sen kimseyi bulamaz da kendi nefsine danışırsan, o alçağın dediğinin aksini yap!

Nefsin sana;

«Namaz kıl, oruç tut!» diye emretse bile dikkat et! Nefis hi­lecidir. Onun emrinden bir hile doğabilir.

Yapacağın işlerde nefsine danışmak; ne derse onun aksini yapmak ke­maldir, olgunluktur.

Eğer nefisle başa çıkamaz ve onun direnmesine karşı koyamazsan, o zaman hakikî bir dostun (bir mürşid-i kâmilin) yanına git, onunla ittifak et!” (Mesnevî)

Yâ Rabbî!..

Bizi bir göz yumup açıncaya kadar dahî nefsimizin eline bırakma!..

Aldatıcı şeytanın vesveselerinden bizleri muhafaza eyle!..

Bizleri Kitâb’ına ve Habîb’inin sünnetine tam teslim olanlardan eyle!..

Âmîn!..