VİRÜS ve KÜRESEL GÜÇLERİN İFLÂSI

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Virüse karşı ilâçlar geliştiriliyor.

Çok elzem.

Fakat;

Küresel güçlerin kullanması gereken temel ilâç, her şeyden önce;

Vicdanlarına îman ve insaf, merhamet ve adâlet, şefkat ve insanlık terkîbidir.

Çünkü;

«Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste.» gerçeği de tecellî hâlinde.

Mazlumların gözyaşları dinmedikçe;

Zâlimlerin yediği ah tokatları bitmez, bitmeyecektir. Adı virüs olur, başka bir şey olur, ama mazlumların zayıf ve cılız gözyaşları, eninde sonunda zâlimleri dize getiren çok kudretli bir ah tokadı olarak şaklar. İlâhî kaidedir bu. Nitekim zulümle pâyidar olan bir kudret görülmemiştir insanlık tarihinde. Dağ gibi zâlimler bile vakti geldiğinde toz kadar bir çöp misali süpürülmüştür yeryüzü sahnesinden.

Şimdi…

En gaddar ve yenilmez sanılan zâlimleri de tarih sahnesinden temizleyen ilâhî süpürgenin nasıl çalıştığını ve neler yaptığını tekrar görüyoruz. Virüs denen küçücük bir süpürge, ne büyük devleri süpürüyor. Vakti geldikçe süpürüyor sırası gelenleri.

Teknolojiyle aşırı şımarıklaşan ve bilgisini tanrılaştıran, hattâ yüce Allâh’a karşı putperest kesilen gafil beşerin taptığı dev güçleri ve imkânları süpürüyor. Acziyetin en ağırını tattırıyor.

Hakikaten teknolojinin geldiği noktada kimi güçler, işi putperestliğe kadar vardırdı. Yüce yaratana sırt döndü, O’na zıt ve aykırı saplantılarda ilerlemeyi maharet sandı. O gafiller; robotla evlilik yaşamak, yapay zekâ etrafında her şeye hükmetmek gibi bir güç dâvâsının oltasına takıldı. Âkıbet, sahip oldukları güç, yok kadar bir virüsün karşısında tuş oldu. Tıpkı koca Nemrut’un küçücük bir sivrisineğin karşısında mağlûbiyeti gibi.

Bu gözle insanlık tarihi incelendiğinde ne kadar mânidar ve ibretli tablolar mevcut.

Sahne sahne temâşâ ediyoruz:

İnsanlık tarihi, fazîletlerle de dolu hiç şüphesiz, lâkin Cenâb-ı Hakk’a karşı isyan ve güç gösterisi gibi ahmaklıklarla da dolu. Dünkü devlerin bugün hiçbiri yok. Bugünkü devlerin de yarın hiçbiri olmayacak.

Zâlim Ebrehe, Cenâb-ı Hakk’a başkaldırdı. Kâbe’yi yıkmaya yeltendi. Yüce Allah da, onu gökten yağdırdığı ufacık taşlarla helâk etti. Âdeta istihzâ / alay edercesine.

İbrettir;

Toplumlar ne zaman merhameti ve şefkati unuttuysa, ne zaman adâlet ve insanlığı bir tarafa bıraktıysa, ne zaman mazlumlar ve masumlar perişan ve harap edildiyse, işte o zaman bir noktadan sonra daima Allâh’ın îkazları devreye girdi ve; «عَز۪يزٌ ذُو انْتِقَامٍ» esmâsı tecellî etmeye başladı. Şu sahne-i fânîde geçmişten günümüze neler yaşandı neler!

Bu yüzden;

Dünya çapında salgına dönüşen yeni Korona virüsü de bir yönüyle bu kabîl bir îkaz olarak da görülmeli ve insanlığın mayası, tekrar dünya çapında bir şefkat ve merhamet, îman ve ahlâk, temizlik ve fazîlet, iyilik ve infaklar ile yoğrulmalıdır.

İdrak edilmelidir ki;

Merhamet filizlerini kurutanlar ve âhiret gerçeğini unutarak yaşayanların gaflet balçıkları, virüslerin patlama ortamıdır. Lâkin bu meselenin özünde gafil beşerin türlü türlü küçük senaryoları yoğun cirit atıyor gibiyse de öyle değil, netice itibarıyla ancak büyük senaryo geçerlidir daima. İlâhî beyan çok açık:

“Hilelerinin cezası Allah katında (malûm) iken, onlar, tuzaklarını kurmuşlardı. Hâlbuki onların hileleriyle dağlar yerinden gidecek değildi!

O hâlde;

Sakın Allâh’ın, peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah mutlak üstündür, kimsenin yaptığını yanına bırakmaz.” (İbrâhîm, 46-47)

Hangi zâlimin ve kötülük sahibinin yaptığı yanına kâr kaldı? Geçici bir devre güçlü bir devran sürüyor görünen nice kudretli devler, sonunda perişan cücelere dönmediler mi tarihten beri? Yani;

Dev gibi zâlimlerin ürküten güçleri, sadece saman çöpünde kendini kaptan zanneden sineklerin durumundan ibaret aslında. Nice zulüm makinesi olanlar, bir müddet hüküm-fermâ olmuş gibiyseler de nihayette, sonsuzluk denizinin ortasında bir saman çöpü olan bu fânîde mağlûp olup bir çukura düştüler ve hiç oldular.

Sinek, saman çöpü üstünde keyfedip de;

“‒Deryâların hâkimi benim, benden daha güçlü bir kaptan görülmemiştir.” diye kibirlenirken birden esen acızık bir fırtına bile onu nasıl alabora ediyor, yutup gidiyorsa…

Bugün yeryüzünde;

“‒Dünyanın hâkimi benim, benden güçlü kimse tanımam!” diye yeryüzünü fesâda boğarak devrânı zulme bulayanların durumu da aynı.

Evet;

Bir virüsün estirdiği dalgada nice devler alabora oldu. Sırtını petrole, katliâmlara ve zulme dayayıp da «benim» diyenler, âciz kaldı.

Bilgi ve teknolojinin putperesti olanlar âciz kaldı. Geldiği bilgi seviyesini robotla evlilik yaşamak gibi garâbetler için kullanan, yapay zekâ çalışmasını ilâhî programa aykırı bir güç oluşturmak hezeyanları için kullananlar, âciz kaldı.

İbrettir:

Gafil insanın böyle hezeyanları tarih boyu farklı şekillerde hep var olagelmiştir. Lâkin bu minvalde arsız ilmî gelişmeler, ne vakit ilim olmaktan çıkıp da yüce kudrete karşı bir başkaldırıya dönüştüyse, işte o vakit acziyle mahkûm, belâlarıyla meş’um olmuştur.

Yeri gelmiş;

Âlemlerin Rabbi, gaflet ve isyanda zıvanadan çıkan beşeriyeti sadece «bir sayha-i vâhide / tek bir ses» ile sıfırlamıştır. Yeri gelmiş, ağır bir deprem ile sıfırlamıştır. Yeri gelmiş, belâlı salgınlar ile sıfırlamış, acze mahkûm etmiştir.

Bugün yaşadığımız pandemide de bir yönüyle bunu ibretle seyrediyoruz.

Gözle görülmeyen bir virüs, tüm dünyada zulüm kasırgaları estiren ve mazlumların da zayıfların da baş edemediği meşhur küresel güçleri, bariz bir şekilde dize getirdi. Petrolün putperestliğini yapan devler, cüceleşmeye ve yıkılmaya yüz tuttu.

Bu arada;

İnsanlığın vaziyetine ve geleceğine dair türlü senaryolar tabiî ki uçuşuyor her zaman olduğu gibi. Bunların da bir yeri belki, fakat sadece fasıl tabloda var. Asıl tabloda ise hâkim gerçek, her zaman olduğu gibi sadece yegâne kudrete, yani Allâh’a ait. Yani ezelden ebede işleyen program tek. Yerlerin ve göklerin yegâne Rabbi ve tek sahibi olan Allâh’ın yüce iradesi ve ilâhî programı.

İşte bunu hiç unutmamak, buna kör ve sağır olmamak lâzım.

Heyhat, gafil insan bunu unuttukça, kör ve sağır oldu. «Geliyorum!» diyen belâları göremedi, işitemedi de, dönem dönem nice âfetlerin ve pandemilerin ortasında kaldı. Bugün patlak veren pandemi de, bu minvalde bütün dünyaya acı bir ders hâlinde tecellî etti. İlâhî iradeye karşı modern bilginin putperestliği içinde zulümlerine ve gafletlerine sınır tanımayanlar, bir virüsün çizdiği sınırların kıskacında perişan oldu.

Bu yönden bakınca küçücük bir virüs, çok büyük dersler veriyor. Diyor ki:

‒Sebebi görüp de Müsebbib’i görmemek, en büyük hata.

‒Beni görmediniz, şimdi seyredin neticelerini!

‒Beni görmez ve dikkate almazsanız daha neler olacağını bir temâşâ edin bakalım!

‒Beni umursamadan hareket ederseniz, işte başınıza gelenler! Görünmüyorum diye, beni yok saydığınız anda işte karşılaşacağınız acı tablolar!

Teşbihte hata olmasın;

Bir bakıma bu hakikat, insanlar için, kendilerini yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’ı zâhir gözüyle göremediklerinden dolayı unutup da hâşâ onu yok sayarcasına bir hayata dalınca başlarına gelecek âfetleri ve âhiretteki azâbı idrâk etsinler diye bir ibret aynası ve bir îkaz tablosu.

Virüs çok küçük, fakat hâdiseler çok büyük.

Bu fânî âlemde bu mâhiyetleri imtihan vesilesi kılan ilk ve son sebep, Cenâb-ı Hak. Ara sebepler ne olursa olsun, ana sebep bu. Yani yüce Allah, basit bir virüsle bile neleri sıfırlıyor. Kim bilir, daha sonra belki de sadece bir virüsle bütün terakkîler ve îcatlar da sıfırlanacak. Bu da muhtemel değil mi? Çünkü yine bir virüs meselâ, bir bilgisayardaki her şeyi bozup sıfırlamıyor mu? Sıfırlıyor. Dolayısıyla bunun bir pandemisi olduğunda insanın modern dünyası da bir anda sıfırlanıp bitmez mi? Biter. Fânî âlemin bitmeyen bir yönü ve göçmeyen bir yolcusu var mı? Hiç yok.

Öyleyse;

Her şey fânî, hüve’l-bâkî, sırrını tam kavramalı ve bunun dışına düşmemeli.

Her şeyin tahtında müstetir «hüve» gerçeğini tam idrâk etmeli.

Maddî şifânın da ondan daha elzem olan mânevî şifâların da asıl kaynağının Hazret-i Allah olduğunu da bilmeli ve ona göre zâhir ve bâtın sıhhatine râm olmalı.

Gündemde;

Bu virüs kasıtlı mı üretildi, onu birileri belli gayeler etrafında kasıtlı mı yaydı, yaymadı, uzun uzun tartışma götürür. Ama tartışma götürmeyen bir tablo vardır, o da;

İlâhî program.

O programda acı tablolar, merhameti unutan toplumlarda daha fazla. Şu an itibarıyla Afrika’da kayıplar en az. Suriye’de bütün menfî şartlara, susuzluğa, temizlik imkânı olmamasına ve sair nice tedbir yokluklarına rağmen salgın yok. Ama Akdeniz’i kabristan hâline getirenlerin hâli feci. Bir haberde Amerika’daki ölüm vakalarının % 70 civarının evinden çıkmayanlardan olduğu ifade ediliyor.

Merhamet ve şefkat bahsinde dünyaya öncülük eden ülkemiz ise, çok şükür hafif atlattı, atlatıyor inşâallah..

Yani ilâhî program, salgın ve şifâ, çare ve muhafaza bahsine sadece maddî tedbirler üzerine kurulu değil, aynı zamanda mânevî özellikler ve güzelliklerin mevcudiyetine bağlı olarak işliyor.

Bu itibarla;

Sıhhat etrafında îman ve irfan medeniyetimizin güzel düsturlarını ve köklü âdâbını daima yaşamak ve yaşatmak lâzım.

Bu noktada bir hususu ifade etmek yerinde olur. Şifâsı gerçekleşen hasta hakkında yeni bir alışkanlık peydâ oldu, deniyor ki:

‒Şu hasta virüsü yendi. İyileşmeyi başardı.

Bu ve benzeri ifadeler, sadece böyle bir noktada kalınca, çok noksan ve ehl-i îmân için biraz da ârızalı.

Çünkü;

Daima şifâyı vereni görmek ve ona şükretmek her zaman ön plânda olmalı ve bunun daha mühim olduğu idrâk edilmeli, bilhassa.

Ya Allah şifâ vermeseydi, hasta bir şey yapabilir miydi? Gerçekler ortada: Şifâya mazhar olmayan hastalar ve doktorları bir şey yapabiliyorlar mı? Şifâsı tecellî etmeyen ve ecel hükmü verilmiş olan bir hastaya en modern tıp, çare olabiliyor mu?

Demek ki son tahlilde şifâ bahsinde asıl tecellî, daima Cenâb-ı Hakk’ın kudret yedinde.

Kimsenin kendi kendinde ve kendi kendine değil. Olsaydı zaten, ilâca da doktora da hâcet kalmazdı. Fakat onlara hâcet var, çünkü şifâya hâcet var. Şifâya hâcet olunca, onu veren asıl kudrete, yani Allâh’a mutlak ihtiyaç var. O’nun yardım ve lutfuna ihtiyaç, her ihtiyacın ve çarenin üstünde. Zaten ilâçtı, doktordu, tıptı vesâire tüm sebepler, ancak O’nun verdiği şifâya götürebildiği nisbette gerçek bir devâ ve çare, gerisi hikâye. Mâlûm, şifâya götürmeyen ilâç da zehir ve zarar meydana getiriyor da sağlık teşkilâtları önce harıl harıl kullanıyorken sonra bir bakıyorsunuz mecburen yasaklıyor. Niye? Allâh’ın koyduğu şifâ ile buluşturmayan ilâç, ayrı bir belâ çünkü. Bir sürü yan tesirle bir sürü ârıza ve kayıplar. Velhâsıl ancak Allâh’ın takdir ettiği şifâ ile buluşturan ilâç bulunduğunda, asıl çare de gerçekleşmiş oluyor. Bu bakımdan şifâ bahsinde ona mazhar olan insanın hiç unutmayacağı yegâne husus;

“‒Çok şükür, Rabbim şifâsını ihsan eyledi.” demek olmalıdır.

Her iyileşen hasta hakkında en doğru ilk cümle;

“‒Hamdolsun, Allah derman ve şifâ verdi.” gerçeğidir.

Lâkin;

“‒Bu zaten belli, söylemeye ne gerek!” deyip ifade etmemek, şükürsüzlük olur. Âciz ve çaresiz insanın gafleti olur. Âcizken; «Aman ya Rabbî!», iyileşince ise; «Bu benim maharetim, ben başardım!» gibi yanlış ve ârızalı ifadeler «gayretullâh»a dokunur.

Çünkü;

Şifâyı veren kudret, kulundan bencillik değil sadece şükür istemektedir. Şükretmek, zaten başlı başına bir şifâdır. Ruh sağlığı, şükreden kimsede huzurlu olur. Şükürsüz kimse, huzursuz ve kasvetli bir hâl içinde yaşar ki, bu da psikolojinin darmadağın olmasıdır. Ruh huzurlu değilse beden sıhhati ne kadar işe yarar? Yani kişi hâlâ hastadır aslında. Ne dem ki beden de ruh da huzurlu bir noktaya gelir, şifâ tam olarak tecellî etmiş olur. İşte bunun anahtarı da şükürdür, şükürdür. Bu hakikatin anlaşılmaması ve buna riâyet edilmemesi, bazen şifânın uzamasına ve gecikmesine dahî sebep olur. Yani bir belâyı uzatan ve kısaltan mânevî sebep, kulların irfan veya gaflet durumlarıdır, iyilik veya kötülük hâlleridir.

Bir de şu noktanın altını çizmek lâzım:

‒Bu virüsten kurtuldum, oh, her şey tamam.

‒Ee, artık havada karada ölüm yok yani…

Adını koymuyor, ama kimisi böyle bir anlayışa ve psikolojiye kapılıyor. Bu virüsten kurtulunca sanki her şeyden kurtuldu gibi bir hâl sergiliyor, sanki ölüme bile çare bulmuşçasına bir havaya ve edâya bürünüyor. Artık daha bir hırsla dünyaya dalıyor ondan sonra.

Ne kadar tuhaf:

Gafil insan bir bâdireden kurtulunca her bâdireden kurtulduğunu zannediyor. Bu zannıyla da hayat rotasını fânîliğin çıkmaz sokaklarında ziyan ediyor.

Gün gibi hatırlarım:

Lise yıllarımda bir arkadaşım vardı, ahlâk ve âhirete hazırlık yönü güzeldi. Bir gün ağır bir trafik kazası geçirdi. Epey ölümle pençeleşti. Sonra sıhhat nasîb oldu. Fakat garip bir değişiklik meydana geldi onda. Ölümden kurtulduğu için sanki artık ölmeyecekmiş ve ölmeyeceği için de âhiret hazırlığı gerekmiyormuş gibi bir psikolojiye kapıldı. Ölümü hiç hatırlamamak ve sadece dünyanın tadını çıkarmak rüzgârına kapıldı. Ecel gerçeğinin bahsini bile istemiyordu. «Ben artık kefeni yırttım.» havasındaydı. Hâlbuki ölecek derken şifâ bulması, Allâh’ın lutfu ve ecel vaktinin henüz gelmemesinin bir neticesiydi. Bunu anlamadı, sonra eceli geldi ve genç yaşta göçtü gitti. «Gitmem.» diyemedi. Güya kefeni yırtmıştı, yine içine girdi.

O hâlde maddî bir virüsten kurtulurken ondan daha zararlı olan mânevî bir virüse yakalanmamak gerek.

Hayatın özü sıhhat ve şifâ. Fakat bu da, ecelden kurtuluş için değil, ona hazırlık için.

Yıllar önce şiddetli bir zatürreye yakalanmıştım. İlk gittiğim hastahânede ne yapsalar çare olmadı ve doktor beni evime yolladı. Giderken dedi ki:

‒Hocam bir şey yapamıyoruz, şu an ümit yok, fakat yine de belki kurtulursunuz.

Dilimden şu ifadeler döküldü:

‒Doktor! Kurtulanlar da ölüyor, hiç yakalanmayanlar da.

Sapsarı kesildi.

Çok şükür, daha sonra yüce Allah, dost bir doktoru vesile-i şifâ eyledi. Tabiî çare-i ecel değil, vesile-i şifâ. Çünkü:

Var mı ölmeyen ey can,
«Küllü men aleyhâ fân» (Seyrî)

Aslında insanoğlu için en büyük bir hastalık ve belâ da, şu fânîde bu gerçeği unutmak. Çünkü bunu unutanların vicdanları bozuluyor, merhametleri kalmıyor. Kendinin de öleceğini unutanlar, gitgide azgınlaşıyor, vahşîleşiyor. Sonunda iflâs ediyor.

Bu bakımdan;

Asıl şifâ, bu gerçeğin idrâki ve bu idrâkin mâhiyetine göre yaşayış olduğudur.

Onun için;

Bugünkü gayretler çok mühim. İnsanlık inanç ve gaflet çıkmazlarında boğulurken onları ihyâ edecek gayretler içinde olabilmek çok mühim. Vakti geçtikten sonra bir şeyler yapmak, vaktinde yapmak gibi değil çünkü. Cenâb-ı Hak bunu «fetihten önce» ve «fetihten sonra» diye beyan ediyor. Buyuruyor:

“Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir.

Onların derecesi;

Sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha yüksektir.

Bununla beraber;

Allah hepsine de en güzel olanı va‘detmiştir. Allâh’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.” (el-Hadîd, 10)

Şu kısacık ömürde en kıymetli sermaye ve şifâ, Allâh’ın va‘dettiği en en güzel olana ulaşmak, değil midir?

Yâ Rab,

Nasîb eyle!

Âmîn…