GÜZEL ÖLÜM

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

Haziran ayı idi. Okullar tatil olmuştu. Âdem öğretmen, bazı işlerini yapmak için ilçeye geldi.

İkindiye yakın, ilçedeki işlerini bitirdi. Arabaların gelmesini bekliyordu. Saatine baktı, ezana biraz vakit vardı. «En iyisi cami avlusuna varayım, erkenden abdestimi alayım, ezanı bekleyeyim.» dedi.

«Vakit bulursam, müftülük memuru arkadaşı da ziyaret eder, bir çayını içerim.» diye düşündü.

Yavaş adımlarla ilçenin merkez camii avlu kapısına yöneldi. Avludan içeriye sessiz, acelesiz, küçük adımlarla girdi.

Kapıya yakın hemen sağ tarafta kapalı bir abdesthâne bulunuyordu. Basit, tavanı basık, küçük bir yer idi. Eski bir görüntüsü olmasına rağmen temizdi.

Sol tarafta, altı Kur’ân kursu, üstü müftülük binası olarak kullanılan, ev tipi, sade beton bir bina vardı. Kapının üzerinde «Pazarcık İlçe Müftülüğü» yazılı bir tabela asılıydı.

Avlunun sağ tarafında da bir şadırvan vardı. Şadırvana yaklaştı, abdest almaya hazırlandı, bol akan soğuk suları avuçlarına doldurdu. Sonra da içinden abdest almaya niyet ederek eûzü besmele çekti ve yavaş yavaş abdestini aldı. İçi ferahladı, gönlü rahatladı…

Haziran sıcağında abdest almak çok hoş oluyordu. Eli, yüzü, ayakları soğuk suyun serinliğiyle rahatlayıverdi. Beden rahatlayınca gönül de rahatladı.

Abdest almak, bilen için ne güzel bir nimetti. Hem maddeten hem mânen temizlenme idi.

Kışın soğukta, kapalı abdesthânede üşüyerek abdest almıştı, yine aynı huzuru duymuştu. Çünkü abdest demek; sağlık, temizlik, ferahlık ve huzur demekti. Bunlardan da önemlisi ibâdet demekti.

En güzel ibâdet olan namazın da ilk ve ön hazırlığı idi. Bedenen ve rûhen namaza hazırlanmaktı. Allâh’ın huzûruna maddî ve mânevî kirlerden arınmış olarak çıkmak demekti.

Şadırvanın yakınında iki kanepe duruyordu. Birisinde yaşları altmışı gösteren, sakalları yarı yarıya aklaşmış üç insan oturuyordu. Abdestlerini almış, ezanı bekliyorlardı.

Kendi aralarında yavaş sesle sohbet eden bu amcalara baktı. Yüzlerinde, sakallarında, aldıkları abdestin suları daha kurumamıştı.

Güneş ışığıyla parlayan çehrelerindeki nûrânî görüntü Fetih Sûresi’nin son âyetindeki;

“…Onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir.” (el-Fetih, 29) beyanını hatırlattı.

Abdestle, namazla, secdeyle parlayan nûrânî çehreler; aslında îmanla, zikirle mutmain olan kalbin dışa yansımasıydı.

Mü’min; içi de dışı da ahlâkı da güzel insan demekti. Her müslüman için; kalp temizliği, beden temizliği, çevre temizliği çok önemli idi.

Üç yaşlı amcanın hemen yakınında bulunan kanepeye oturan Âdem öğretmen, hem bunları düşünüyor hem de etrafı dikkatle inceliyordu.

Avlu kapısının girişinde sol tarafta bir, sağ tarafta iki ceviz ağacı vardı. Birkaç hafta önce yaprakları yeni yeşeren, her dalından püskülleri, çiçekleri sallanan bu üç ağaç; şimdi yemyeşil dallara bürünmüş, püsküllerini dökmüş, meyvelerini başparmak iriliğinde büyütmüştü.

Kaç kış, kaç bahar görmüştü. Milyonlarca yaprak, binlerce meyve vermişti. İnançlı inançsız dememiş, yüzlerce insana meyvelerini ikram etmişti. Bu onun vazifesiydi…

Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatını hatırladı, bu dünyada inanan inanmayan herkesin rızkını veriyordu. Rahîm sıfatını düşündü, öbür âlemde yalnız inananlar için güzel nimetler vardı. Cennet sadece îman ve amel-i sâlih sahipleri içindi…

İki kanepenin hemen arka tarafında ise küçük bir çınar ağacı bulunuyordu. Müftülük binasının alt tarafına düşen küçük bahçede de servi ağaçları vardı.

Bu ağaçların binaya yakın olanının altında da servi ağacına yaslanmış, yanlamasına duran tahta bir tabut vardı. Gözü tabuta takıldı, düşüncelere daldı. Bu tabutla kim bilir kaç insan son yolculuğuna çıkmıştı. Onun da vazifesi buydu.

O da inançlı inançsız demeden herkesi içine alıyor, gideceği yere götürüyordu. Hem de bir gün kendilerinin de içine gireceğini bilen insanların omzunda…

Âl-i İmrân Sûresi’ndeki;

“Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin karardığı günü (düşünün!)” (Âl-i İmrân, 106) âyet-i kerîmesini hatırladı.

Kabir durağına îmanla, sâlih amellerle giden yüzleri ak, gönülleri pak insanlarla; gafletle ömürlerini tüketmiş, mahşerde yüzleri kara olacak insanları bir düşündü… Yüreği ürperdi…

Toprak da kabir de emredileni yapıyordu. Herkesi kucaklıyordu. Ya yer, inançsızları kabul etmeyecek şekilde emir alsaydı. Yeryüzü ne hâle gelirdi? Düşündü, tekrar ürperdi…

Eskiden mezarlıklar; şehirlerin içinde, mahallelerin ortasında olurdu. İnsanlar her gün, her sabah bir mezarlığın yakınından geçerdi. Daima ölümü hatırlardı. Hayatla ölümün iç içe olduğunu unutmazdı.

Sağ tarafındaki camiye döndü, caminin iki yanında yükselen kalem gibi ince ve uzun minarelere baktı. Ezansız semtlere üzüldüğü gibi nedense minaresiz camilere de üzülürdü. Ezanlar minareden okunup göğe yükselince daha hoş duyuluyor ve daha uzaklara ulaşıyordu.

Cemaatsiz ibâdethâne; minaresiz, camisiz, ezansız zaman ve mekânlar inananlar için ne hazin bir durumdu…

İkindi vakti geldi, iki minareden aynı anda yükselen güzel bir sedayla okunan ezanı dinledi, müezzinle birlikte ezanın sözlerini tekrar etti. «Hayye ale’s-salâh ve hayye ale’l-felâh»larda; «Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh…» dedi.

Bu şekilde ezanı dinlemek ve tekrar etmek kuvvetli sünnetti. Ezan duâsını okuyarak camiye girdi. Bu caminin içinde ilk defa namaz kılacaktı.

Namazdan sonra tesbih çekerken gözü iç mekânda dolaştı. Minberi, mihrabı, kubbeyi inceledi. Duvarlardaki Allah -celle celâlühû-, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dört halîfenin isimleri yazılı olan tablolara baktı. Duâdan sonra okunan Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyip camiden çıktı. «Şimdi müftülükteki kâtip arkadaşı ziyaret eder, bir çayını içebilirim.» dedi.

Temiz yüzlü, iyi ahlâklı, takvâ ehli arkadaşını seviyordu. Yemeğini yemiş, çayını içmiş, evinde misafiri olmuştu.

Kapıdan içeriye girdi, ara koridordan geçip memur odasına yöneldi. Arkadaşı masada oturuyordu, selâm verdi ve o da her zamanki gibi candan ve güler yüzle Âdem öğretmeni karşıladı.

Çaylar içilirken kâtip arkadaşı yeni aldığı bir haberi Âdem öğretmene anlatmak istedi;

“–Hocam; sana güzel, ibretli bir hâdise anlatayım.” diyerek anlatmaya başladı:

“Geçen yıl elli yaşlarında bir amca buraya, müftülüğümüze hac başvurusu için geldi. İlçemize verilen kontenjan dolmuştu, durumu kendisine bildirdik;

«–Şu anda seni yazmamızın imkânı yok!» dedik, bizden böyle bir cevap alınca ağlamaya başladı. O kadar içli ağlıyordu ki; gözlerinden akan yaşlar, yüzünden, yanaklarından sicim gibi iniyor, hiç durmaksızın dökülüyordu. Ne dediysek tesellî edemedik, ağıtını kesemedik.

Çaresiz kalınca;

«–Amca! Sen il müftülüğüne git, belki orada yer kalmıştır.» diyerek Kahramanmaraş’a gönderdik. Orada da kontenjanın dolu olduğunu biliyorduk ama başka türlü bir yol da bulamadık.

İle gidip oradan da bu sene müracaatların dolduğu cevabını alınca, gözleri yaşlı olarak tekrar akşama doğru yanımıza geldi. Yine iki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. Tekrar durumu anlatıp; kendisine gelecek sene ilk sıraya yazıp göndereceğimizi va’dederek tesellî ettik ve evine gönderdik.

Bu sene de hac kayıtları başlar başlamaz ilk gün geldi, yazıldı ve hacca gitti.”

Âdem öğretmen, kâtip arkadaşının heyecanla anlatmasından hikmetli ve ibretli bir durum çıkacağını sezmişti. Can kulağıyla dinliyordu.

Arkadaşı; onun çok fakir biri olduğu hâlde nasıl hac parası bulduğunu, Peygamber Efendimiz’e çok derin ve büyük bir sevgi beslediği için hacca gitmeyi çok istediğini, Cenâb-ı Hakk’ın da ondaki bu büyük muhabbet karşısında ona hacca gitmeyi nasip ettiğini de şöyle açıkladı:

“–Gönlü muhabbet dolu bu garibin; ilçenin dışında taşlı, kayalı, kıraç küçük bir arsasına, bir şantiye kurmak için ilçede uygun bir arsa arayan şantiyeciler talip olur. Sahibi olan bu amcaya gelip arsayı satıp satmayacağını, satarsa kaç lira istediğini sorarlar.

Bu amca da;

«–Bana bir hac parası verin yeter, başka bir şey istemem.» der ve bu şekilde hac parasını temin eder…

Bu şekilde hacca gidip ihrama girer, Kâbe’yi tavaf, Arafat’ta vakfe, Safâ ve Merve tepeleri arasında sa‘y vazifelerini Mekke’de îfâ ettikten sonra Medine’ye gelir.

Harem’de, Peygamber Efendimiz’in mescidinde, Ravzâ-i Mutahhara’da, Peygamber Efendimiz’in kabr-i şerîfinin yanı başında bir seher vaktinde son nefesini verir…

Geceleyin belli bir saatten sonra vazifelilerin haremin içinde bir tek kişi bırakmadıkları, içerisi boşaldıktan sonra da kapıları kilitledikleri hâlde -Allâh’ın bir hikmeti- bu amcayı göremeyip, içeride bırakırlar…

Vazifeliler sabah ezanından önce kapıları açıp içeriye girdiklerinde, Efendimiz’in kabr-i şerîfinin yanında, yüzü pırıl pırıl bir hâlde yatan birisini fark edip yanına gelir, tutup kaldırmak istediklerinde de yerde yatan bu adamın vefat ettiğini anlarlar…

Bu mübârek adam, kim bilir o gece Allâh’a nasıl duâ etti, ne kadar gözyaşı döktü, Efendimiz’e kavuşmayı ne çok arzuladı ki, Rasulullah Efendimiz’in yanı başında, sanki kucağında rûhunu teslim etti…”

Hakikat şu ki; işin özünde gönülden bir yakarış, cân u gönülden bir istek, derin bir muhabbet, samimî bir gözyaşı olunca; veya «niyet hayır âkıbet hayır» sözünde anlatılmak istenen gibi, kul istemesini bilirse işte böyle arzusuna kavuşuyor, nasibini alıyordu…

İbret alınacak, gıpta edilecek bu güzel ölüm üzerine, her ikisi de duygulandı.

“–Ne güzel ölüm, ne güzel son!” dediler.

Bu hâdiseyi, o mübârek insandaki muhabbeti, ondaki tertemiz yüreği, sevgi dolu gönlü düşündüler.

“–Nasıl bir muhabbet! Ne büyük bir sevgi! Ne temiz bir yürek!” dediler.

O gözyaşlarının, o Hakk’a kavuşma arzusunun, o Rasûlullah sevgisinin onda birine bile sahip olabilmeyi arzuladılar.

Güzel yaşayıp güzel ölmek, güzel yerde güzelce ölmek… Cennetü’l-Bakî’a defnedilmek…

Ne güzel yer Cennetü’l-Bakî!
Bizlere de nasip et yâ Rabbî!

diye içlerinden duâ ettiler.