AFFEDEBİLMEK

Sami GÖKSÜN

Yüce Rabbimiz Hac Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesinde affetmekle alâkalı olarak şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz Allah «afüv»dür, «gafûr»­dur (affedicidir, bağışlayıcıdır).”

Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın en çok tekrarlanan isimlerinin başında O’nun bağışlayıcı ismi gelir. Küfür ve şirkin dışındaki günahları dilediği kimseden bağışlayacağını yüce Rabbimiz Kur’ân’ında beyân ediyor ve Zümer Sûresi’nin 53. âyet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor:

“De ki: «Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O; çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.»”

«Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz!» âyet-i kerîmesinin Kur’ân-ı Kerîm’in en çok ümit veren ifadesi olduğu bilinir.

Ancak bu ifade; «Günah işleyin, nasıl olsa Allah affeder!» demek değildir. Aksine; en büyük günah işleyenin bile ümitsizliğe düşmeyerek, tevbe edip Allâh’a yönelmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Hicr Sûresi’nin 49. âyet-i kerîmesinde yüce Rabbimiz yine şöyle buyurmuştur:

“(Ey Rasûlüm!) Kullarıma, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.”

Allah Teâlâ; âlemlere rahmet olarak gönderdiği ve en yüksek ahlâka sahip olduğunu bildirdiği Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ve dolayısı ile biz mü’minlere şu tâlimâtı vermiştir:

“(Ey Habîbim!) Af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.” (el-A‘râf, 199) Bu âyet-i kerîmesinde yüce Rabbimiz üç şey emrediyor:

Birincisi; affedici ol! İnsanlarla olan münasebetlerinde hoşgörülü ol! Kimsenin eksiğine, kusuruna bakma! Kusurları bağışlamak, özür dileyenleri affetmek, önde gelen özelliğin olsun.

İkincisi; mârûfu emret! Allâh’ın Kur’ân-ı Kerim’de; iyi, güzel, faydalı olarak bildirdiği her şey mâruftur.

Üçüncüsü; câhillerden yüz çevir! Düşünmeden duygularına göre hareket eden, usûl ve âdap bilmeyen, büyük ve küçük tanımayan, kendini bilmez, kaba ve saygısız olan kimselerle ilgilenme! Câhillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine karşılık verme!

Bu mevzuda Furkān Sûresi’nin 63. âyet-i kerîmesinde şöyle buyuruluyor:

“Rahmân’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin); «Selâm!» derler (geçerler).”

Peygamber Efendimiz’in hayatını incelediğimiz zaman; Allâh’ın kendisine ve dolayısı ile bizlere olan bu tâlimâtına nasıl uyduğu, kendisine yapılan haksızlıkları nasıl bağışladığı görülecektir. Bir insanda çok az bulunan özelliklerden birisi, onun sevmeyenlerine ve düşmanlarına karşı affedici olmasıdır. Peygamber Efendimiz; hiçbir zaman kendisine yapılan kötülüğe karşılık vermemiş, af yolunu tutmuştur.

Bu mevzuda Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle diyor:

“Peygamberimiz kendisi için intikam almazdı. Ancak Allâh’ın koyduğu yasaklara uyulmadığında uymayanları cezalandırırdı.” (Müslim, Fedâil, 20)

O zaman Mekke’nin ileri gelenleri Peygamberimiz’e her türlü hakarette bulunmuşlardı. O’nunla alay etmiş, O’nu ölümle tehdit etmiş, yoluna dikenler sermiş, üzerine pislikler atmış, O’na sihirbaz ve kâhin demişlerdi. Peygamberimiz’in kendisine karşı yapılan bütün hakaretlerin, bütün haksızlıkların intikamını alabileceği fırsata Mekke’nin fethedildiği gün ulaştı. İşte o gün;

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size ne yapacağımı, nasıl davranacağımı sanırsınız?” diye sordu. Onlar hep bir ağızdan;

“–Hayır umarız. Sen iyi bir kardeş, cömert ve şerefli bir kardeş oğlusun.” dediler. Peygamber Efendimiz;

“–Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size; «Bugün sizi sorgulamak yok, haydi gidiniz, serbestsiniz!» diyorum.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32)

Başka bir misal verecek olursak, ilk olarak aklımıza Tâif gelir.

Tâif ileri gelenlerinin yaptıkları ve davranışları Peygamber Efendimiz’i çok üzmüştü. Hattâ Uhud Savaşı’nda çekilen sıkıntılardan çok, Tâiflilerin yaptıklarından etkilenmişti. Tâif yolculuğu, gerçekten acıklı bir yolculuktu. Peygamberimiz; müşriklerin âdîce saldırılarına uğramaya başlayınca, Tâif halkını uyarmayı ve onları hak yola davet etmeyi düşündü. Kendisine ilk inananlardan Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-’ı yanına alarak Tâif’e gitti. Orada halk üzerinde tesiri olan Umeyr kabîlesinin üç reisi vardı: Abd-i Yalil, Mes‘ud ve Habib. Peygamberimiz bunlarla görüşerek onlara İslâm’ı anlattı. Bunların olumlu cevabı halk üzerinde tesirli olacaktı. Lâkin bunlar çok ters cevaplar verdiler. Buna çok üzülen Peygamberimiz onlara;

“–Bari gelip görüştüğümüzü saklı tutunuz.” buyurdu.

Efendimiz’in bundan maksadı; Mekkelilerin hâdiseyi duymaları durumunda, inanmış olanlara daha çok eziyet edebilme ihtimalini engellemekti. Ama onlar bunu da dinlemediler:

“–Bizim memleketimizden çık da nereye gidersen git!” dediler. Tâifliler yalnız bu sözlerle de kalmadılar. Kendilerine gelen bir misafire, insanlık kaidesini çiğneyerek hakaret ettiler. Ayaktakımını toplayıp Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üzerine hakaret etmek üzere saldırttılar. Bunlar yolun iki tarafına sıralanarak Efendimiz’i taşa tuttular. Mübârek ayaklarını kaldırıp yere bastıkça; sağdan, soldan atılan taşlarla ayakları kana bulandı. Ayaklarına değen taşların acısı yürümesine engel olup oturdukça, o ayaktakımı alaya alıp Efendimiz’e gülüyorlardı. Nihayet Peygamberimiz’in pek uzak sayılmayan akrabasından Utbe bin Rebîa bin Abd-i Şems ile kardeşi Şeybe’ye ait bir bağa sığınmakla izlenmekten kurtulmuş oldu.

Efendimiz Tâif’ten bu sıkıntılar içinde dönerken kendisine Cebrâil -aleyhisselâm- gelerek;

“–Ey Muhammed! Allah, kavminin Sen’inle ilgili söylediklerini şüphesiz işitti. Sen’i korumak istemediklerine de vâkıf oldu. Allah Sana şu dağlar meleğini gönderdi ve emrine âmâde kıldı. Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin.” dedi.

Bunun üzerine de dağlar meleği Peygamberimiz’e selâm verdi. Sonra;

“–Ey Muhammed! Cebrâil’in söylediği gerçektir. Sen ne istersen emrine hazırım. Eğer Ebû Kubeys Dağı ile Kayakan denilen şu iki dağın birbirine kavuşmasını ve onları yerle bir etmesini istersen hemen emret!” dedi.

O gönlü insan sevgisi ve insanlara merhametle dolu olan Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevap verdi:

“–Hayır, hayır, onu istemem. İstediğim odur ki; Allah bunların soyundan, yalnız Allâh’a ibâdet eden ve Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmayan bir nesil yaratsın.”

Böyle bir durumda bu af ve hoşgörüyü kim gösterebilirdi? Onların bunca zulüm ve işkencelerine karşı onları başka kim affedebilir ve cezalandırma imkânı kendisine verildikten sonra bundan kim vazgeçebilirdi? Hiç şüphe yok ki bu hoşgörüyü ancak Peygamberimiz gösterebilirdi. Çünkü O, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Gönderilişinin gayesi; insanları cezalandırmak değil, aksine onların dünyada da âhirette de mutlu olmalarını sağlamaktı.

Peygamberimiz’in hayatında böyle sayılamayacak kadar misaller vardır. Müslüman olarak bizler de bu yolu takip ederek affetmeyi ve hoşgörüyü hayatımıza hâkim kılmalıyız ki affede affede affa lâyık olabilelim.

Sözlerimizi şu kudsi hadîs-i şerifle bitirelim:

“Fazîletlerin en üstünü; seninle irtibatını keseni senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman ve sana haksızlık edeni senin affetmendir.” (Ahmed, III, 438)

Rabbim bizlere de bu vasıfları hayatımızda hâkim kılabilmeyi nasip eylesin. Âmîn…