İKİNCİ AKABE BEY‘ATI -4-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

 

Mekke’nin Akabe bölgesinde, üç görüşme ile iki bey‘at gerçekleşmişti. İlk görüşmede altı kişi vardı ki, onlar büyük ve sonsuz nimete ermişti. Peygamberimiz -aleyhisselâm-, onlarla Medine’ye gitmek istemişti. Medine’nin bu ilk müslümanları, hem bu büyük dâvâyı ve hem de Allâh’ın Rasûlü’nü ve konumunu çok iyi anlamışlardı. Bu yüzden, önce bir gidip ortamı oluşturmanın daha doğru olacağını söyleyip izin istemişlerdi.

İkinci Akabe görüşmesi ise, Birinci Akabe Bey‘atı adını almıştı. Bu bey‘atte on iki Medineli vardı. Rasûlullah -aleyhisselâm-’a bey‘at ettikten sonra, Rasûlullah yine onlarla gitmeyi teklif etmişti. Ancak ortamın tam oluşmadığı vurgusuyla, bir yıl daha sabretmesini söylemişlerdi. Büyük dâvânın büyük insanları olarak uzman bir sahâbî istemişler, Rasûlullah -aleyhisselâm- da Medine’ye Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ı göndermişti.

Mus‘ab Hoca’nın o üstün gayretleriyle yetişen Medine müslümanları, artık her şeye hazır bir hâle gelmişlerdi.

Üçüncü Akabe görüşmesi, İkinci Akabe Bey‘atı olarak geçiyordu tarihe. Bu büyük bey‘atten sonra Rasûlullah -aleyhisselâm-;

«–Sizinle Medine’ye gelsem…» teklifi yapmadan, Medine müslümanları atılmışlardı:

–Ey Allâh’ın Rasûlü! Burada çektiklerin yetişir artık! Medine’ye gel! Sen’i canımızla, malımızla korumaya söz veriyoruz! Bizimle gel artık yâ Rasûlâllah!1

Peygamberler Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bu içten davete, daha bir içten tebessüm etti. Bu tebessüm aynı zamanda;

«–Evet!» mânâsına geliyordu. Her birinden memnun olan İki Cihan Güneşi; tekrar her birini tebessüm yağmuruna tuttuktan sonra, selâm verip oradan ayrıldı.2

Gönüllerini de alıp götürmüştü sanki! Öyle ki; her biri, kimsesiz yetim çocuklar gibi mahzunlaşmışlardı! Diğer bir yandan da, eriştikleri yüce devlete şükrediyorlardı.

Bir başka taraftan da acıdılar nasipsizlere! Her şey, herkese nasip olmuyordu çünkü! Fakat bu aynı zamanda bir istek işiydi. Bu; izzete nâil olmak için, gayret etme işiydi! Çalışıp çabalama işiydi!

O’nu görüp, O’nunla yakından konuşma şerefine ermişlerdi. Ama ilk buluşmanın muhabbet ve coşkusu kadar, ilk ayrılığın acısı da yüreklerine oturmuştu! Büyük, hem de çok büyük bir dâvânın içinde olduklarını bir defa daha anlamışlardı.

Onlar da artık bu büyük dâvânın büyük şahsiyetleri olmuşlardı.

Peygamber Efendimiz’i her şeyden daha çok sevmek gerektiğini biliyorlardı. Ama şimdi her şeyden çok seviyorlardı O’nu. Bilgiden uygulamaya yükselmişlerdi. Sözden amele çıkmışlardı.

Sürekli O’nunla olacaklardı artık. O’nu alıp götüreceklerdi Medine’ye! O’nunla gideceklerdi bunca yolu. O’nu yaşayacaklardı artık her yerde!

Mekke sahâbîleri Dâru’l-Erkam ortamında yetişmişlerdi.

Medine sahâbîleri de Dâru Es‘ad ortamında yetiştiler.

Es‘ad evi; mescid oldu, medrese oldu, okul oldu! Bir okul ve bir ekol olan Hazret-i Mus‘ab’ın öğretiminde yetişmişlerdi!

Medine’den yola çıktıklarından bu yana, her ânında başka bir heyecan yaşayan Hazret-i Mus‘ab; Akabe Bey‘atı esnasında ise hayatının en büyük heyecanını yaşamıştı. Bunca emeğinin karşılığını fazlasıyla görüp almıştı çünkü.

Rasûlullah -aleyhisselâm-; yetmiş beş Medineli müslümana tebessümle baktıktan sonra, Mus‘ab bin Umeyr’e dönüp, öyle içten ve o kadar tatlı bir bakış ile tebrik ve takdirlerini ortaya koymuştu ki, Mus‘ab Hoca’nın ayakları bile yerden kesilmişti âdeta! Buradakilerin hepsi onun öğrencileriydi çünkü!

Şimdi de çok kısa hatlarla «Akabe Mesajı»na bakalım! Akabe Bey‘atlarının mesajı sayılamayacak kadar çoktur. Biz bunları kısa hatlarla şöyle özetleyebiliriz:

Allâh’ı bir bilip, O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan hakkıyla kulluk edeceğiz.

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın Allâh’ın kulu ve Rasûlü olduğuna îmân ile beraber, O’nun yoluna tâbî olacağız.

Kur’ân-ı Kerîm’i her şeyimizin önünde tutup, bütün önceliği ona vereceğiz.

Bütün hayatımızı Kur’ân ve Sünnet eksenli yaşayacağız.

İslâm esaslarını bir bütünlük içinde hayatımıza geçireceğiz.

Namazlarımızı vaktinde ve düzgünce kılacağız.

Her zaman ve her yerde ihtiyaç sahiplerine yardım edeceğiz.

İhsânı, iyiliği, hayrı yaşayıp yayacağız.

Her türlü kötülükten kaçınacak ve kötülüklere engel olmaya çalışacağız.

Kur’ân ve Sünnet ekseninde kardeş olacak ve bu şuuru kuvvetlendireceğiz.

Birbirimizle dayanışma içinde olacak ve bu dayanışmalarımızı artıracağız.

Birbirimizle kucaklaşacak, birbirimize asla sırt çevirmeyeceğiz.

Birbirimize çekememezlik etmeyecek ve asla karşılıklı cepheleşmeyeceğiz.

İnsanlardan gelebilecek kınamalara aldırış etmeksizin, Allah için hakkı söyleyeceğiz.

Akabe Bey‘atlarının bize yansıyan çok yönü var! Sahâbîlerin pırlanta hayatlarından, pırlantalar devşirerek; elimizdeki, avucumuzdaki teneke parçalarını veya eteğimizdeki çakıl taşlarını atıp, pırlantaları, elmasları yüreğimize, kulağımıza, gönlümüze ve nihayetinde hayatımıza yansıtmaya ve yerleştirmeye çalışacağız!

Akabe Bey‘atları; yeni müslüman olan Medineli müslümanların, Mekkeli mazlum müslümanlara, ruh ve gönüllerinden uzattıkları davet köprüsüdür.

Akabe Bey‘atları; kendi canları, aile yakınları ve malları gibi Allâh’ın Rasûlü’nü koruyacaklarına dair, Medine müslümanlarının verdiği namus sözüdür.

Akabe Bey‘atları; İslâm tarihinde, büyümenin, kuvvetlenmenin, teşkilâtlanmanın sembolü olan Hicret’in de temelidir.

Akabe Bey‘atları; mevkii itibarıyla Mekke’ye yakın olmasına rağmen, mânen Medine’dir ve Mekkelilerce ezilen müslümanları, Medine’ye çağıran ses ve nefestir!

Akabe Bey‘atları; İslâm tarihinin ilk öğretmeni olan Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’in büyük başarısının sembolleşmiş adıdır.

Akabe Bey‘atları esnasında verilen sözü özetleyip, biz de yürek dolusu aynı sözü vererek, yeni bir kapı açalım kendimize:

–Kolaylıkta ve güçlükte, sevinçte ve kederde, bollukta ve darlıkta, sağlıkta ve hastalıkta, her zaman ve her yerde Allah ve Rasûlü’ne itaat edeceğiz. Nerede olursak olalım, her zaman ve her yerde hakkı söyleyeceğiz. Allah yolunda yürürken, kınayanların kınamasından da korkmayacağız!

Biz de, Peygamber Efendimiz’e böyle söz vermiş oluyoruz.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

___________________________

1 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 81.

2 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 2, s. 237.