EVLÂTLARIMIZIN ve VATANIMIZIN DERDİYLE DERTLENEBİLMEK
Yüzakı:
–Muhterem Efendim, Yüzakı Mecmûamız için tertip ettiğimiz Temsilciler Programımızı teşrif ettiniz. Çok teşekkür ederiz.
Burada verdiğiniz sohbetinizde de, umûmî olarak eserleriniz ve hasbihâllerinizde de, ailenin İslâmî esaslarla ihyâ edilmesi ve evlâtlarımıza İslâm karakter ve şahsiyetinin mîras bırakılması hususlarının üzerinde ehemmiyetle durmaktasınız. Son olarak Ailede İki Cihan Saâdeti adlı eseriniz Yüzakı Yayınlarımız arasında neşredildi.
Şu sualle başlayabilir miyiz:
Ailede iki cihan saâdeti nasıl mümkün olabilir?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–İnsan yalnız yaşayamaz. Vahdâniyet, Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. İnsan, toplum hâlinde yaşar. Toplum da ailelerden meydana gelir. Aile düzgün olursa, fert de toplum da huzurlu olur, âbâd olur.
Cenâb-ı Hak; bazı hakikatleri bize, duâ şeklinde telkin buyurmuş. Furkān Sûresi’nde okuyoruz:
“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak hanımlar ve zürriyetler bağışla ve bizi müttakîlere önder kıl!..” (el-Furkān, 74)
Bu âyet-i kerîmede, takvâlı bir toplum için, evvelâ «hanımlar»ın hayırlı ve fazîletli bir şekilde yetiştirilmesinin zarûrî olduğuna bir işaret vardır.
İstikbâlin anneleri olan kız evlâtlar, göz nûru mâhiyette yetiştirilecek. Onlar sâliha anneler olarak, nesilleri göz nûru ve gönül sürûru olacak şekilde, iffet, takvâ ve fazîletlerle büyütecek. Böylece toplum da bir takvâ toplumu hâline gelecek.
Erkekler de bu toplumun sâlih babaları ve fazîletli önderleri olacak. Nitekim erkekler ve kadınlar, birbirini tamamlayan husûsiyetlere sahiptir.
Yani işin özü;
Annesiyle, babasıyla ve evlâtlarıyla istikamet içinde yaşayan bir aile…
Çare bu…
Hattâ Cenâb-ı Hak; insanlığı, ilk defa babası peygamber olan bir aileden neş’et ettirdi.
Müteâkip zamanlarda da; dâimâ peygamberleri asil, iffetli, tertemiz, müttakî ve istikamet ehli ailelerden seçti. Hazret-i Nûh’un, Hazret-i İbrahim’in neslinden seçti.
Bu seçtiği ailelerden biri de İmrân Ailesi:
İmrân, Hazret-i Meryem’in babası. Onun hanımının adının da Hanne Hatun olduğu bildiriliyor. Cenâb-ı Hak; bu ailenin adını, Kur’ân-ı Kerim’de bir sûreye vererek, bize ideal örnek bir aile olarak takdim ediyor.
O devirde, evlâtları mânen güzel terbiye etmek için, Beytü’l-Makdis’e adak olarak veriyorlardı. Tâ ki orada dîni yaşasın ve yaşatsın, hizmet ve ibâdetle meşgul olsun ve tebliğ için zâhiren ve bâtınen hazırlansın. Yani asr-ı saâdetteki ashâb-ı suffe misâli bir eğitim alsın. Âdetâ onun günümüze yansıyan şekli olarak da yatılı Kur’ân kurslarının vazifesi de budur:
Yani İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet üzere yaşamak ve yaşatmak.
Meryem Vâlidemiz’in annesi; henüz hâmile iken, karnındaki evlâdının derdine düşmüştü. Onu, erkek zannı ile de Beyt-i Makdis hizmetine adamıştı.
Demek ki;
➢ Bir anne veya baba, evlâdının/ciğerpâresinin bir ibâdet ve rûhâniyet neşvesi içinde sâlih veya sâliha bir kul olarak yetişmesini isteyecek.
➢ Sâlih anne-babalar, evlâtlarının kendilerine bir sadaka-i câriye ve hayru’l-halef olmasını arzu edecek.
➢ Bu gayeler için evlâdını fedâkârlık göstererek Allah yoluna adayacak.
Bunlar, İslâm’ı hazmetmiş bir anne-babanın îmânının alâmetidir.
Hanne Hatun hâmile olduğu evlâdını erkek zannediyordu. Fakat kız olduğunu görünce va‘dinden dönmedi. Allâh’a verdiği ahdine vefâ gösterdi.
Evlâtların en büyük düşmanı şeytandır. Hanne Hatun da şeytana karşı Allâh’a sığındı ve sığındırdı.
Şeytandan Allâh’a sığınmak, sadece eûzu çekmekle olmaz. Sadece hacda cemrelere taş atmakla da olmaz.
Ne ile olur? Bütün hayatta, takvâ ve istikamet ile olur.
Evlâtları; şeytanın güdümünde menfî çerçevedeki televizyon, internet, moda ve reklâmlarla baş başa bırakıp, sonra da eûzü çekmenin hiçbir mânâsı yoktur.
Çünkü;
Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere şeytan (gaflet ehlinin) mallarına ve evlâtlarına ortak olmaktadır. Günümüzde bu hâl çok ehemmiyet kesbetmektedir.
Hanne Hatun, sadece sözde kalmadı. Bilfiil Allâh’a sığındı ve sığındırdı. Yani Allâh’ın muhafazasına çocuğunu adadı. Kitâbullah mektebine, yani Beyt-i Makdis’e verdi. Kız kardeşinin beyi olan Zekeriyya -aleyhisselâm-’a teslim etti.
Cenâb-ı Hak da Hanne Hatun’un bu hâlis niyetle yaptığı adağını kabul buyurdu. Meryem Vâlidemiz’i güzel bir filiz gibi yetiştirdi.
Meryem Vâlidemiz; mescide hizmet ediyor, dâimâ ibâdetle meşgul oluyor, haramlardan uzak kalıyor ve ırzını iffetle koruyordu.
Günümüzde kız evlâtlarımızın, sâliha hocahanımların bulunduğu Kur’ân kurslarında tahsil görmelerini temin etmemiz zarûrîdir.
Meryem Vâlidemiz’e Cenâb-ı Hak, büyük lütuflarda bulundu. İbâdetle meşgul iken ona, Allah katından kerâmeten meyveler ikrâm edilirdi.
Bugün evlâtlarımızın rızkını, istikbâlini düşünüyoruz. Fakat bu düşünce bizi, âhiret tahsilini bıraktırarak, dünya tahsiline yönelme hatasına düşürüyor.
Yüzakı:
–Efendim, devrimizde aileler tahsile çok ehemmiyet veriyor. Evlâtlarının okuması ve bir yerlere gelmesi için fedâkârlıklar yaptıklarını düşünüyorlar.
Ancak, üzülerek görüyoruz ki tahsil adına çıkılan yolda, millî ve mânevî şahsiyetimizden uzaklaştırıcı, menfî neticeler hâsıl olabiliyor. Evlâtların tahsili ve istikbâli hususlarında nelere dikkat edilmeli?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Bu cihanda iki mektep var:
Biri dünya mektebi… Meslek edindirme, zâhirî bilgiler, fennî bilgiler ve emsâli.
Diğeri âhiret mektebi… Mârifetullah, Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanımada mesafe almak. Bu da ancak zihnî bilgilerin kalbe hazmettirilmesiyle, yani dünya mektebini âhiret mektebinin içine almakla mümkündür. Yani Allâh’a kulluk, ibâdet, takvâ, istikamet, tezkiye ve neticesinde, Kitap ve hikmetin tâlimi… Kalpte derinleşmek. İlâhî kudret akışları ve ilâhî azamet tecellîlerine kalben âşinâ olabilmek…
Yani;
Kalbi nefsin her türlü hoyratlığından ve mâsivâdan temizleyip de oradaki renk kalabalığından kurtulmak. Renksizlikte su misâli bir berraklığa kavuşup da semâların ilâhî rengine bürünmek.
Bu seviyeye ulaşan yani nefsânî arzulardan arınan ve Rabbini unutmayan bir gönül, nefsinin gaflete düşüren renklerinden kurtularak renksizliğe ulaşır, yani «sıbğatullâh»a / Allâh’ın boyasına nâil olur. Böyle bir kalpte ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar ve sırlar tecellî eder. Bu tecellî ile kullar, kâmil insan hüviyetine bürünür. Mârifetullah ilminin gayesi de budur.
Yani;
Nasıl ki deryâ ve denizlerin rengi, semâlardaki güneşin rengi ise, ilâhî tecellîlere mazhar olan gönlün rengi de, Hakk’ın -âyetteki ifadesiyle- sıbğatullah denilen mânevî boyası ve renginden ibarettir.
Eğer dünya mektebini, âhiret mektebinin içine alabilirsek, fevkalâde. Kişi; ne okursa okusun, âhiret mektebinin içinde okuyacak.
Meselâ;
•Müsbet ilimler mi okuyor, tefekküre vesile olacak. Bu onu, ilâhî azamet akışlarına, kudret nakışlarına âşinâ olmaya sevk edecek.
•Tahsili, makam-mevkî ile kibre sebebiyet vermeyecek. Enâniyete götürmeyecek. Aczini bildirecek. Kulluğu unutturmayacak.
•Şerîate muhalif mekânlarda, ihtilât, fısk ve küfür ehliyle beraberliğe sebebiyet vermeyecek.
Eğer dünya mektebi, âhiret mektebinin önüne geçerek galebe hâlinde olursa, felâket. Çünkü bu durumda hak ve hakikati hakkıyla tanımak ve bilmek, zaafa uğrar. Âkıbet; insan, okudukça cehlini artıran ve bu cehâletinden de habersiz yaşayan gafil bir câhil olur. Güya kendince çok bilgilidir, çok âlimdir, çok aydındır, vesâire. Lâkin heyhat! Eskimez insanımız ne güzel söylemiş:
“Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!”
Unutulmamalıdır ki;
Zâlimler de zulümlerini dünyevî ve zihnî bilgileriyle artırırlar. Meselâ I. ve II. Dünya Savaşlarında milyonlarca insan, bilim ve teknik vasıtasıyla îmâl edilen bombalarla katledildi. Bugün de aynı katliâmlar, İslâm memleketleri olan Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Afrika’nın nice yerlerinde bir vahşet hâlinde devam etmektedir. Demek ki ilim, tek başına saâdete götürmüyor. Özünde îman ve vicdânı telkin etmeyen her bilgi, ancak zulmün ve vahşetlerin âleti olur. Merhamet, insaf ve vicdânın kuruduğu gönül toprakları da, ancak bir zulüm mekânı kesilir ve vîrânelerden ibaret kalır.
Dolayısıyla idrâk etmeli ki:
Zâhirî ilme sığınıp da âhireti unutanlar, ne büyük bir felâketin eşiğindedir.
Zira; Allah Teâlâ, rızka kefildir. İşte anlattığımız kıssada Hazret-i Meryem’e kapalı kapının ardında, o mevsime ait olmayan meyveler ikrâm ediliyor.
Allâh’a ne kadar kul olur ve evlâtlarımızı da o kulluğa ne kadar sevk edersek, Allâh’ın yardımını o kadar umabiliriz. O ilâhî yardım o kadar tecellî eder.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ
“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.”
(el–Fâtiha, 5)
Hazret-i Meryem’e Cenâb-ı Hak daha nice ikramlarda bulundu. Nihayet kendisine hiçbir beşer eli değmemesine rağmen mûcizevî şekilde, İsa -aleyhisselâm-’ı doğurarak en büyük peygamberlerden birinin annesi olma şerefine nâil oldu.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de 34 yerde onun ismini zikretti. İsa -aleyhisselâm-’dan bahsederken çok yerde «Meryem oğlu İsa» buyurarak Meryem Vâlidemiz’e büyük bir kıymet bahşetti…
Yine Hazret-i İsa’yı dünyaya getireceğinde; doğumu kolaylaştırması için, bir lütuf olarak bir su arkı meydana getirildi ve mevsimi olmadığı hâlde, ona taze hurmalar ikrâm edildi.
Babasız bir şekilde, mûcize olarak evlât dünyaya getirdiğinde; Hazret-i Meryem’e nâdanlar, sû-i zan ve iftira ile hücum ettiler. Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa’yı henüz beşikte iken mûcizevî olarak konuşturdu ve Hazret-i Meryem’in iffetini îlân etti.
Cenâb-ı Hak; Hazret-i Meryem’in namazda seviye kazanmasını arzu ederek, şöyle buyurur:
يَا مَرْيَمُ اقْنُت۪ى لِرَبِّكِ وَاسْجُد۪ى وَارْكَع۪ى مَعَ الرَّاكِع۪ينَ
“Ey Meryem! Rabbine ibâdet et; secdeye kapan, (O’nun huzûrunda) rükû edenlerle beraber sen de rükû et!..”
(Âl-i İmrân, 43)
Demek ki, anne-babalar, şartlardan, dünya endişe ve tasalarından âzâde olmalıdır.
“‒Evlâdımı dînî tahsile gönderirsem, aç kalır, rızkını kazanamaz, akranlarından geri kalır.”
Böyle düşünceler, şeytan vesvesesidir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Şeytan fakirlikle korkutur ve (bunu sebep göstererek) kötülükleri emreder.” (el-Bakara, 268)
Meselâ anne-babaları;
“–Evlâdını, fâsık ve gafil insanlarla karışık tahsile göndermezsen, çocuğun câhil kalır, tahsilsiz kalır.” diye korkutur.
Kız evlâtları;
“–Başını açmazsan, tesettürden taviz vermezsen iş dünyasında yükselemezsin, ekonomik hürriyete erişemezsin! Evde kalırsın…” diye korkutur.
Erkek evlâtları;
“–Eğer kadın-erkek karışık lâubâlî yerde çalışmam dersen, aç kalırsın!” diye korkutur.
Bunlara itibar etmemek gerekir. Asıl korkulması gereken, âhiret hüsrânıdır.
İlk müslümanlar; çok zayıftı, fakirdi ve işkenceler altındaydı. Müşrikler ise; rahat idiler, ticaretlerine bakıyor, sere serpe gezip tozuyorlardı. Bîçâre müslümanlar bu zıtlığa şaşırıyorlardı. Biz Allah yolundayız, ama zor durumdayız. Onlar müşrik ama rahatlar diye taaccüp ediyorlardı. Şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar gezip dolaşmaları seni aldatmasın!..
Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196, 197)
Bugün de aynıdır. Dinden, helâl ve haramlardan, âhiretten taviz vererek, dünyada elde edilen hiçbir şeye hayran olunmamalıdır. Çünkü âhiret karşısında dünya bir damladan ibarettir.
Diğer taraftan, dünyada da Cenâb-ı Hak, bir müddet sıkıntılarla pişirdikten sonra, sahâbe-i kirâmı nice imkânlara ve nimetlere sahip eyledi.
Peygamberimiz buyurur:
“Şüphesiz ki Allah Teâlâ, bu Kitap (Kur’ân-ı Kerim) sebebiyle (yani ona îman ve bağlılık bereketiyle) bazı milletleri yüceltir, (bu istikametten uzak olan) diğer milletleri de alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn, 269)
Yüzakı:
–Efendim; buyurduğunuz üzere, işin içinde şeytan hile ve desîseleri olunca, dünyevî tahsil ve istikbal uğruna evlâtların karşı karşıya kaldıkları tehlikeleri önemsiz gören, avâmî tabirle; «Bir şey olmaz!» diyerek hareket eden anne-babaları, nasıl îkāz edebiliriz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Devrimizde; biyolojik olarak anne-baba olmak, kâfî gelmemektedir. Maalesef evlâtları; internet, televizyon, moda ve reklâmlar yetiştirmektedir. Nesillerin zihin ve gönül dünyaları; değişmekte, yabancılaşmaktadır. Hâsılı şeytan, evlâtlara ortak olmaktadır.
Bu sebeple, günümüzde, evlâtlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakabilmek için daha fazla gayret lâzımdır.
Bugün bir anne-baba; evlâdının îmânını, dînini korumak husûsunda büyük bir endişe taşımalıdır:
“‒Evlâtlarım, fâsık ve gafillerle ihtilât ederse, münkirlerle dolu mekânlarda onlarla fikrî ve zihnî beraberlik içinde bulunursa, îmânını muhafaza edebilir mi?” diye düşünmeli ve buna göre bir istikbal inşâ etmeye gayret etmelidir.
İmâm-ı Gazâlî buyurur:
“Zihnî beraberlik, zamanla kalbî beraberliğe döner. Bu da kulu, bir felâketin eşiğine getirir.”
Evlâtlarımıza, gerçek hayatın âhiret olduğunu tâlim etmeliyiz. Esas diplomanın Allah rızâsı olduğunu idrâk ettirmeliyiz. Bu dünyaya kuru bir kariyer yapmaya değil, mârifetullah tahsili yapıp takvâ ile yaşayarak âhireti kazanmaya geldiğimizi öğretmeliyiz. Kariyer mevzuu da, bütün meseleler gibi ancak takvâ ile mezcolunca makbuldür, faydalıdır.
Anne-babaların en çok korktuğu şey, evlâtlarından ayrı düşmektir.
Cenâb-ı Hak, nesil endişesine dikkat etmeyenler hakkında, Yâsîn-i Şerif’te büyük bir ayrılığı haber vermektedir.
O gün müttakî olanlar;
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ
“Merhametli Rabden selâm olsun!” (Yâsîn, 58) buyurularak cennete davet edilecektir.
Mücrimler ise;
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
“Siz ayrılın bugün ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59) diye cennetlik olanlardan ayrılarak cehenneme sevk edileceklerdir.
İşte en hazin ayrılık budur!..
Muhtelif âyetlerde;
“Mal ve evlât fitnedir (insanın imtihanıdır.)” (el-Enfâl, 28 vb.) buyurulmuştur.
Evlâtlar nasıl bir imtihandır?
Onları nasıl yetiştirdiğimiz yönünde bir imtihandır. Sadaka-i câriye vasfında mı, seyyie-i câriye vasfında mı?
Sâlih evlâtlar anne-babalar için sadaka-i câriye. İki dünyada da göz nûru… Vefatlarından sonra dahî ecir ve hasenat vesilesi…
Fâsık evlâtlar ise, anne-babaları için seyyie-i câriye!.. Yani anne-baba vefât ettikten sonra dahî, amel defterlerine günah ve seyyiat yazılmasına sebep!..
Nitekim hadîs-i şeriflerde buyurulur:
“Allah Teâlâ, cennetteki sâlih kulunun derecesini yükseltir de, hayrete düşen kul:
«–Yâ Rabbî, bu terfî bana hangi sebeple verildi?» diye sorar.
Allah Teâlâ da;
«–Çocuğunun sana yaptığı istiğfar ve duâ sebebiyle…» buyurur.” (Ahmed, II, 509; İbn-i Mâce, Edeb, 1)
“İnsan ölünce, şu üç ameli dışında bütün amellerinin sevâbı kesilir:
•Sadaka-i câriye,
•Kendisinden istifâde edilen ilim,
•Arkasından duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyye, 14)
Nitekim her namazın son oturuşunda, salli-bâriklerden sonra anne-babalarımıza şöyle duâ etmekteyiz:
رَبَّنَا اغْفِرْل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ
يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ
“Rabbimiz! Beni, anne-babamı ve mü’minleri hesabın görüleceği gün bağışla!..”
Yüzakı:
–Muhterem Efendim, çocuklarımıza mîras olarak ne bırakalım?..
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, bu suâle cevabı şöyle:
“Hiçbir baba; çocuğuna, güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33/1952)
Evlâtlarımıza İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakmalıyız. Zaten mîras iki türlüdür:
Maddî mîras ve mânevî mîras… Eğer anne-babalar, evlâtlarına mânevî mîrâsı, yani İslâm şahsiyetini bırakamazlarsa, çocuklar maddî mîrâsı da israf ederler. O maddiyat da evlâtlar için zarar verici olur.
Fakat anne-babalar, evlâtlarına mânevî mîrâsı bırakabilmişlerse, o zaman maddî mîrâsı da hayırlı bir şekilde kullanırlar. Maddî mîras kalmamış olsa da, onlar Allâh’ın izniyle mahrum olmazlar.
Bu hakikati şu hâdise ne güzel ifade eder:
Halîfe Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’e veziri şu teklifte bulundu:
“–Efendim, beytülmalden aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da, bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!.”
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- bu teklife şu mânidar cevabı verdi:
“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. (Yani benim yolumdan gelirlerse, onlara mal bırakmama ihtiyaç yok.)
Zira Cenâb-ı Hak;
«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196) buyurmuştur.
Yok, sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerim’de;
«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!..» (en-Nisâ, 5) buyurulmuştur. Bu ilâhî nehye rağmen, sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!.” (Ebu’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770)
Yüzakı:
–Muhterem Efendim, mîras meselesinden devam edersek, peygamberlerin ve Peygamber Efendimiz’in mîrâsı ne olmuştur?..
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Hadîs-i şerifte buyurulur:
“…Peygamberler maddî bir mîras bırakmazlar…” (Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19. Ayrıca bkz. Buhârî, İlim, 10)
Peygamberimiz, ümmetine kıyâmete kadar devam edecek mânevî fazîletleri mîrâs olarak bırakmıştır.
Peygamberimiz, bize emânet ettiği Kitap ve Sünnet’i mîras bırakmıştır. Örnek alacağımız ehl-i beytini mîras bırakmıştır.
Hâsılı O’nun mîrâsı, İslâm’ın karakter ve şahsiyetidir. Bu hakikatleri istikbâle aktarabilecek bir nesil yetiştirmektir.
Peygamberimiz, dâr-ı bekāya irtihâl ettikleri günün sabah namazında oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnada Hazret-i Ebûbekir’in imamlığında namaz kılan sevgili ashâbını son kez seyrettiler. Onları (yani yetiştirdiği o müstesnâ nesli) yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde görmekten memnun kalarak sürûr içinde tebessüm buyurdular. (Buhârî, Meğâzî, 83)
Nitekim bu hâdiseyi anlatan Hazret-i Âişe Vâlidemiz diyor ki:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek seyrediyordu. (Arkasında güzel bir nesil bırakmanın huzuru ve sürûru içindeydi.) Allah Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)
Yüzakı:
–Efendim, ecdâdımız bu mîrâsı nasıl bıraktılar? Onların mîras bıraktığı Kur’ân ve Sünnet üzere yaşayan nesillerin ihtişamlı mâzîmizdeki tezâhürlerine misaller verir misiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
‒Ecdâdımız altı asır boyunca üç kıtada adâleti hâkim kıldı. İslâm’ı Avrupa’nın içlerine kadar götürdüler. Ancak hiç kimseyi boynuna kılıç dayayarak müslüman yapmadılar. Zaten dînimizde buna müsaade edilmemekte;
“Dinde zorlama yoktur!..” (el-Bakara, 256) buyurulmaktadır.
Bosna ve Kosova gibi yerlerde İslâm şöyle yayılmıştır:
Fetihleri müteâkip; Anadolu’nun İslâm’ı yaşayan tertemiz, fazîletlerle dolu halkı o coğrafyalara yerleştirilmiştir. Nasipli Balkan milletleri, onlarda İslâm’ı temâşâ edip hayran olarak müslüman olmuşlardır.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün diyor ki:
“‒Siz, susarak da İslâm’ı tebliğ edin.”
“–Yâ Halîfe!” diyorlar. “Susarak nasıl tebliğ edilir?”
“–Hâlinizle ve ahlâkınızla.” buyuruyor.
Biz de evlâtlarımıza, talebelerimize ve bütün çevremize hâlimizle örnek olabilmeliyiz.
Ecdâdımız sergilediği şahsiyetiyle herkesi kendine hayran bıraktı.
Lehistan’da meşhur bir darb-ı meseldi:
“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” diyorlardı.
Çünkü biliyor ve takdir ediyorlardı ki, Osmanlı’nın atları bir yerde su içiyorsa, orada adâlet vardır, merhamet vardır, insanlık vardır.
Bugün mâtem yurtlarına dönen İslâm diyarlarına mukabil, o gün ecdâdımız, şefkat elini gayr-i müslimlere de uzatmaktaydı.
Endülüs’te Katolikler, müslümanlarla beraber yahudileri de katletmiş ve İspanya’dan kovmuştu. Barbaros Hayreddin Paşa, onlardan nicesini gemilerle kurtararak, İstanbul’a getirdi. İstanbul’un merhametli müslüman halkı; “Bunlar mazlumlardır.” diyerek onlara misafirperverlik gösterdiler.
Yüzakı:
–Muhterem Efendim, dâimâ îkāz ettiğiniz üzere, televizyonların ve internetin menfî programları; toplumu bozuk ve çirkin örneklerle sürekli ifsâd ediyor.
Sâlih bir baba, sâliha bir anne olma istikametinde bizim örneğimiz kimdir? Kimi ve kimleri örnek almalıyız?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular:
“Kişi, sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Ailede de yegâne örneğimiz, Rasûlullah Efendimiz’dir.
O’nun mübârek ehl-i beytidir, ashâbıdır.
Hazret-i Peygamber’in hanımları evlât dünyaya getirmeseler de Kur’ânî tabirle; «ümmehât / أُمَّهَات ümmetin anneleri» oldular. Çünkü o muhtereme vâlidelerimiz, anneliğin şefkat ve merhametini sergilediler. Hanımlara tebliğde bulundular. Garip, kimsesiz ve yetimlere sahip çıktılar.
Onların ardından gelen ümmetin sâliha hanımları da, tıpkı onlar gibi çocukları olsa da olmasa da, aynı şefkat ve merhameti sergilemeliler. Kimsesiz, garip ve yetimleri kendilerine zimmetli bilmeliler. İrşad bekleyen yavrulara, mânen bir anne olmalılar.
Gerek kendi evlâtlarına, gerek ümmetin evlâtlarına annelik husûsunda, tarihimizde güzîde örnek anneler sayısızdır:
Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“On yaşımdayken Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiştim. Sabah namazından önce annem beni kaldırır, soğuk Bağdat günlerinde abdest suyumu ısıtırdı. Sonra elbiselerimi giydirirdi. Evimiz uzak ve yol karanlık olduğu için, kendisi de başörtüsünü takıp tesettüre bürünerek benimle birlikte camiye kadar gelirdi.” (Ali el-Karnî, Durûs, XXVI, 4, XLIII, 21)
Sâlih bir babaya misal:
İmam Mâlik Hazretleri der ki:
“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bana bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende tarifsiz bir lezzet hâline geldi.”
Yüzakı:
–Efendim, Hazret-i Mevlânâ’nın vefâtının üzerinden 7 asır geçmesine rağmen, hâlâ bütün dünyada onun eserleri irşâda devam ediyor.
Her yıl abonelerimize güzel bir eser hediye etmekteyiz. Yüzakı Mecmûamız’ın 2020 hediyesi, sizin tensiplerinizle, Hazret-i Mevlânâ’nın Aşk ve Vecdinden Sırlar, Hikmetler ve Rumuzlar adlı eser oldu.
Nesiller, evlâtlar ve gerçek tahsil mevzuları içerisinde, Hazret-i Mevlânâ’nın insanımıza mesajları neler olur?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Evet, hakikaten Hazret-i Mevlânâ’nın irşâdî nefesi, hâlâ zinde ve hayat dolu. Çünkü eserleri, hâlâ gönülleri ihyâ ediyor.
Bu işin sırrı nedir? Binlerce âlim yetişmiş, kütüphâneler dolusu eserler bırakmışlar. Fakat Mesnevî’deki feyiz ve tesir bambaşka…
Bu sır nedir?
Şöyle bir cevap verebiliriz:
İki türlü ilim vardır:
Birincisi; kitaplardan, defterlerden, hocalardan, mekteplerden aldığımız ilimdir. Lâkin bu yeterli değildir.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“Allah’tan ittikā edin, Allah size öğretiyor.” (Bkz. el-Bakara, 282)
Cenâb-ı Hak takvâ varsa ikinci ilmi de lutfediyor:
İkinci bir ilim daha vardır ki, o da ancak takvâ ile mümkündür. Bunu insan bir kitaptan veya hocadan alamaz. Kendi kendisine gayret ederek, takvâda mesafe katettikçe, bu irfanda derinleşebilir.
Mevlânâ Hazretleri Selçuklu Medresesi’nde dersiâm idi. Yani birinci tür ilmin zirvesinde idi.
Buna mukabil, Şems Hazretleri ise kendi hâlinde bir derviş idi. Mahdut bir ilmi vardı. Lâkin kalbinden hikmetler taşırıyordu.
Hazret-i Mevlânâ’ya nice sırları, hikmetleri ve mânevî derinlikleri, otuz yaşlarında karşılaştığı Hazret-i Şems öğretti.
Muzdaripler üşürken ısınamamayı, üşümeyi yani onların derdiyle dertlenmeyi, merhameti ve fedâkârlığı
Hazret-i Mevlânâ’nın kalbine, Şems öğretti.
Böylece;
Mesnevî, Dîvân-ı Kebîr, Fîhîmâfîh ve benzeri her biri muhteşem, avâma ait, havâssa ait eserler vücuda geldi.
Zaten iki ilim birleşmeseydi, bu seviye gerçekleşmezdi.
Bu bakımdan;
Takvâ, zihindeki gerçek bilgilerin kalben hazmedilerek ihlâsla yaşanmasıyla gerçekleşir. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulan;
“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (hakkıyla) korkar…” (Fâtır, 28) âyetinin muhtevâsı, «havf ve recâ / korku ve ümit» arasında böyle bir takvâ ile müzeyyen ilme ve âlimliğe işaret eder. Bu da, ihlâslı bir şekilde sâlih amellerle İslâm’ın yaşanması ve yaşatılmasıdır.
Ehlullah Hazerâtı, dâimâ bu takvâya erişmeyi sözleriyle ve yaşayışlarıyla tebliğ ettiler.
Aynı menbâdan, yani Kitap ve Sünnet’ten feyizlenen sayısız Hak dostu, aynı ışığı rengârenk bir sûrette yansıtan bir kristalin farklı kesitleri gibi, mânâ âleminde nâil oldukları tecellîlerin tezâhürü bakımından farklılık arz ederler.
Meselâ;
Cenâb-ı Hak, bazı velî kullarını Şâh-ı Nakşibend eyleyip mânevî tasarruf ve «mârifetullah»ta eşsiz bir himmet deryâsı kıldı.
Kimini Mecnûn gibi aşk çöllerinde dolaştırdı.
Kimini hayret vâdilerinde gezdirdi.
Kimini azamet-i ilâhiyye karşısında dilsiz kılarak sükût ve hâl lisânıyla irşâdın şi‘riyyeti içinde yaşattı.
Kimini Yûnus Emre gibi aşk-ı ilâhî bülbülü kıldı.
Kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi, dilinden hikmet incileri dökülen, bütün velîlerin sözcüsü mâhiyetinde, eşsiz bir mânâ deryâsı eyledi.
«Evliyâullâh»ın pek çoğu, hâl lisânına ilâveten, bir de sözlü beyâna memur kılınmışlardır. Bu yüzden o Hak âşıkları, hikmetli sözleriyle, feyizli özleriyle, gönül eserleriyle; hakikati arayan, Hakk’a teşne gönülleri asırlardan beri irşâd etmeye devam etmektedirler.
Hazret-i Mevlânâ’nın Aşk ve Vecdinden taşan SIRLAR, HİKMETLER ve RUMUZLAR kitabı da inşâallah okuyucularımızın başucu eseri olur.
Bu eserde Hazret-i Mevlânâ’nın mücerred hakikatleri müşahhaslaştırıcı çok güzel temsilleri, tefekkürleri ve ince nükteleri var.
Gönüllerin böyle hikmetli eserlerle dinlendirilmesi lâzım.
Hak dostlarının eserleri deryâya benzer. Her dalgıç, kendi liyâkati nisbetinde o deryâya dalabildiği kadar oradan incelikler, güzellikler, mânâlar ve hikmetler seyreder. Dolayısıyla az bir derinliğe dalan bir dalgıcın nasîbi ona göre az olurken, daha derinlere dalanın ise ona göre daha derin bir nasîbi olur. Daha da enginliklere dalabilen ise daha ziyade bir idrak ve hakikate mazhariyet kesbeder.
Peygamber Efendimiz’in yüce terbiyesinde ve mübârek yolunda yetişenler, O’nun sır ve hikmet deryâsında daha derinliklere daldılar ve daha müstesnâ oldular. Allâh’a dostluk makamında yaşadılar.
O Allah dostları; dînin zâhir ve bâtınını ikmâl ederek, nefsânî arzularını bertaraf etmiş, zühd ve takvâ yolunda kalbî merhaleler katetmiş müstesnâ şahsiyetler oldu. Onlar, kendilerinin dâimâ ilâhî müşâhedenin / ilâhî kameranın altında bulunduğunu idrak hâlinde ömür sürdüler.
Bahâeddin Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, üstâdının irşâdıyla yedi sene hastalara, cerahatli mahlûkata hizmet etti. Yolları temizledi. Çukurları, engelleri giderdi.
Hasta insanlara hizmet etti. Zira insanları kendisine zimmetli bildi. İslâm kardeşliğini yaşadı.
Mahlûkata hizmet etti. Zira Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakmak, Hak dostlarının şiârıdır.
Yolları temizledi. Zira;
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” (Beyhakî, Şuab, VI, 117; İbn-i Hacer, Metâlib, I, 264) buyurulmuştur.
Şâh-ı Nakşibend; “En büyük feyze bu hizmet sayesinde nâil oldum.” buyurmuştur.
Yine böyle feyizli gönül tahsili neticesinde;
İmâm-ı Nevevî Hazretleri, hadîs-i şeriflerde (Peygamberimiz’in) karpuzu nasıl kestiğini göremediği için karpuz yememiştir.
Şeyh Ahmed Yesevî Hazretleri de;
“Allah Rasûlü 63 yaşında vefât etti, dünyaya vedâ etti, benim 63 yaşından sonra dünyada görecek işim yok artık.” demiş ve kendisine toprak altında bir yer yapıp vefâtına kadar orada yaşamış ve irşâdına orada devam etmiştir.
Bu hâller Cenâb-ı Hakk’a yakınlığın ve nefs-i mutmainne ve kâmilenin zirve akisleridir.
Denilebilir ki, o has kullar; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâl ve ahlâkının zamana yayılmış zirve temsilcileridirler. Cenâb-ı Hak, bize kulluğumuzun kemâli için üç tane yardımcı lutfetti:
•Kur’ân-ı Kerim, (kelâmda mûcize)
•Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, (insanda mûcize)
•Kâinat, (fiilde mûcize) Yani kudret akışları ve ilâhî azamet tecellîlerinin lâboratuvarı olan engin bir mekteb-i âlem.
Lâkin; Bu üç büyük nimet, sır ve hikmetlerle dolu… Onlardan tam istifâde edebilmek, takvâ ile mümkün.
Rabbimiz buyurur:
هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ
“…(İçinde şüphe bulunmayan bu Kitap), müttakîler için hidâyet rehberidir.” (el-Bakara, 2)
Takvâda ve «mârifetullah»ta derinleşen Hak dostları ise, o sır ve beyanlara tercüman oldular.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince; onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)
Cenâb-ı Hak; bir kulunu severse, o kulu arz ve semâ ehline sevdirir. O sâlih kişiler de, muhabbetle kendine bağlanan mü’minlere rehber olur. Rabbimiz’in ilkā buyurduğu bu sevgi o kadar tesirlidir ki, o zâtların hizmetleri fânî hayatlarından sonra da devam eder. Günümüzde, her gün binlerce ziyaretçisini ağırlayan Ebû Eyyûb el-Ensârî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Yahya Efendi gibi zâtları mânen ölü saymak asla mümkün değildir. Bu itibarla; en uzun ömürlü kullar, «evliyâullah»tır. Bundan sonra;
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
“(Allah Teâlâ) ona (sır ve hikmetlere ait) beyânı öğretti.”
(er-Rahmân, 4) sırrı tecellî eder.
Hak dostlarının, gönüllere tesir eden İhyâ-i Ulûmiddîn, Mesnevî, Mektûbât vb. eserleri yazabilmeleri, ancak bu merhaleden sonra tecellî etmiştir. Hak dostlarının; Allah yoluna girmeden evvel, halkı irşâd eden kuvvetli eserleri yoktur. Ancak bu mânevî yolculuktan sonra, Mesnevî gibi eserler vücuda gelmiştir. Yûnus Emre Hazretleri de ancak, dergâha yıllarca odun taşıdıktan sonra o ilâhîleri söylemeye başlamıştır.
“Ben Kur’ân’ın kölesiyim, Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun tozu, toprağıyım!” diyen Hazret-i Mevlânâ da, eserleriyle, ilâhî sırları şakıyan bir bülbül oldu.
Kur’ân ve Sünnet’in tercümânı oldu.
«Hamdım, piştim, yandım!» diye hulâsa ettiği mâneviyat yolculuğunun neticesinde;
«Kur’ân hakikatlerinin özü, sırrı, hikmeti ve işârî tefsîri» mâhiyetindeki eserlerini meydana getirdi.
Kur’ân-ı Kerim; «اِقْرأْ / Oku!» ile başlar. Mesnevî de bu ilâhî tâlimâtın bir şerhi olarak; «بِشْنَوْ / dinle!» diye başlar. Dolayısıyla Mesnevî’deki «dinle» ifadesinin özü; «Allâh’ın kelâmını dinle, sırlara âşinâ ol!» demektir.
Hazret-i Mevlânâ, misaller ve remizlerle insanın nice dertlerine derman reçeteleri takdim etti. En girift mücerred hakikatleri, müşahhas temsillerle kolayca anlaşılır hâle getirdi.
Öyle ki, bugün onun eserleri; batı âleminde dahî en çok okunan eserler arasında yer almakta, onun feyizli nefesi, hâlâ hidâyet ve irşâda vesile olmaktadır.
Nitekim; Allah dostlarının sözlerinin mânâsı ve kudreti noktasında Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Ehlullâh’ın yüreklerinden taşan mübârek sesler ve sözler, İsrâfîl’in sûru gibi dirilticidir.”
O ihyâ edici, hikmetli sözler bizi Kur’ân ve Sünnet’e götürür. Ailenin, ferdin, evlâtların, nesillerin yegâne saâdet çaresi Kur’ân ve Sünnet istikametinde bir hayattır.
Yüzakı:
–Efendim, evlâtların yetişmesinde hulâsa olarak nelere dikkat etmeliyiz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Evlâtların terbiyesinde; dört meseleye, dört merhaleye çok ihtimam göstermek lâzımdır.
BİRİNCİ HUSUS: Helâl gıdâya çok ehemmiyet vermek lâzım.
Zira lokma; haram veya şüpheli ise mânevî hayata zehir saçar. Kalbe kasvet, ibâdetlere karşı üşengeçlik ve Allah yolundaki hizmetlere karşı tembellik verir.
Buna mukabil, yenilen lokmalar helâl ise o da gönül feyzini ziyadeleştirip rûhâniyeti takviye eder. Sâlih amellere rağbeti artırır, bedenle birlikte rûha gıdâ, sadra şifâ olur.
Helâl gıdâya dikkat tâ anne karnından başlar. Annenin aldığı gıdâ, kanı vasıtasıyla evlâdına intikal eder. Doğduktan sonra da sütüyle intikal eder. Helâliyetine göre tesir eder.
Annenin ağzından çıkan her bir kelime çocuğun şahsiyetine konulan bir tuğla mesâbesindedir. Yani anne yüreği çocuğun eğitim gördüğü ilk sınıftır.
Yüksek karakterli kişiler, daha ziyade sâliha annelerin yetiştirdiği insanlardır.
İKİNCİ HUSUS: Anne-babanın evlâdını İslâm ahlâkı ile yetiştirmesi, İslâmî bir terbiye vermesi. Çünkü ağaç yaş iken eğilir.
Tabiî bunun için de anne-babanın sâlih ve sâliha olması şart. Çünkü eşler göz nûru olursa, evlâtlar da göz nûru olurlar. Çünkü evlâtlar anne-babayı nümûne alırlar. Taklit temâyülüyle öğrenirler. Anne-baba sâlih olur ise, onları taklit ile o evlâtlar da sâlih olurlar.
ÜÇÜNCÜ HUSUS: Mektep ortamında ilmen, fikren ve kalben güzel bir eğitim ve öğretim.
DÖRDÜNCÜ HUSUS: Erkeklerin sâlih arkadaşlarla ve kız evlâtların da sâliha arkadaşlarla beraber olmalarına zemin hazırlamak.
Evlâdımızı mutlaka Kur’ân tedrîsinden geçirmemiz ve imam hatiplerde okutmaya gayret etmemiz gerekiyor. Anne-babalar bu mektepler arasından da titizlikle mânen en iyisini seçerek göndermeli evlâtlarını. Bunu seçerken;
“Benim ciğerpârem, hangi okulda Allâh’a daha yakın olur, hangi tahsilde, takvâsını koruyabilir?” diye ölçmeliler, araştırmalılar.
Sosyetik kesimler, çocuklarının okuyacağı kolejleri ve öğretmenleri ince eleyip sık dokurlar. Bizler ise, Hazret-i Peygamber’in şu tâlimâtına dikkat etmeliyiz:
“–Ey İbn-i Ömer!
Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl!
Zira o senin hem etin hem kanındır.
Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikamet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden (dünya menfaatlerine meyleden gafillerden) alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121)
Bu vesileyle ifade edelim ki Yüzakı Mecmûamız’ın çevresinde, elhamdülillâh güzel bir Kur’ân eğitim gayreti var.
Sancaktepe merkezli kardeş ve koordineli müesseseler hâlinde, Bir Gönül Derneği, Akmescid Öğrenci Yurdu, Aziz Bayraktar Öğrenci Yurdu ve Musa Efendi Anadolu İmam Hatip Lisesi faaliyet gösteriyor.
Okuyucularımıza da bildirelim:
Bu mektebin, orta kısmı hâfızlık proje ortaokulu. Lisesinde de hâfızlar, Arapça ve İslâmî ilimlerde mesafe katediyorlar.
4’üncü sınıfı bitiren erkek yavrularımızı, Mayıs ayında yapılacak imtihanlarla bu mektebimize kaydettirebilirsiniz. Burada hem hâfız olmaktalar, hem zâhirî hem bâtınî ilimlerde derinleşmekteler inşâallah.
Ben de haftanın Salı günleri onlarla hasbihâl ediyorum. Ben de bu azim ve gayretlerin şâhidiyim.
Buradan mezun olacak bir imam; sadece camide kalmayacak, mahalleyi de irşâd edecek, toplumu da ihyâ edecek.
Buradan mezun olacak bir öğretmen, genç kalpleri huzur ve rûhâniyete kavuşturacak. Onlara İslâm’ı öğretecek.
Rasûlullah Efendimiz’in en çok üzerinde durduğu buydu. Mekke’de o en zor şartlar altında, o tahammül ötesi güçlükler altında dahî Peygamber Efendimiz Dâru’l-Erkam’ı kurmuş, orada talebeler yetiştirmiştir. Medîne-i Münevvere’de ise ilk işlerden biri Suffe’nin kurulması oldu. Oradan nice müstesnâ İslâm tebliğcileri yetişti. Dünyaya yayıldılar. Zira onlar kendilerini; nâil oldukları hidâyet nimetini, herkese ulaştırmakla mes’ul addediyorlardı.
Suffe Mektebi’ndeki sahâbenin gönülleri; Rasûlullâh’ın rahle-i tedrîsinden geçince deryâ hâline geldi, inceldi, derinleşti, kalpleri ilâhî tecellîlere mâkes oldu. Meselâ İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh- eriştiği mânevî hâli şöyle anlatır:
“–Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in‘ikâs etti ki boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)
Yedi kıraat imamından biri olan Nâfi Hazretleri’nin de güzel bir hâtırası var:
Talebelerinden biri şöyle anlatır:
Nâfi konuştuğunda ağzından misk kokusu gelirdi. Kendisine;
“‒Okumak için her oturduğunda güzel koku mu sürünüyorsun?” dedim.
“‒Hayır, koku kullanmıyorum. Bir defasında Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i rüyamda gördüm. Benim ağzımdan Kur’ân okuyordu. O günden beri bu güzel kokuyu duyuyorum.” dedi. (Zehebî, Ma‘rifetü’l-kurrâ, s. 64)
İşte en zirve Kur’ân eğitimi!..
Bu sebeple, eğitimde evlâtlarımızın çevresi çok mühim.
Çünkü insan, ister istemez beraber olduğu kimselerin karakteriyle yoğrulur ve ona göre şekillenir.
Bu noktada karma eğitim de evlâtlara maddî ve mânevî olarak zarar verir. Çünkü;
İnsan fıtratında bir imtihan olarak, karşı cinse bir temâyül vardır. Bu bakımdan, erkeklerin erkeklerle beraber, hanım kızların da hanım kızlarla beraber okuması zarûrîdir. Aksi hâlde, yani kız-erkek karışık ortamda yapılan bir tahsilde, hem rûhâniyet kaybolur, hem de okuyan kız ve erkekler okuduklarında derinleşemezler. Dikkatleri dağılır.
Bugün ABD, Japonya ve İngiltere gibi gayr-i müslim memleketlerde dahî kız-erkek ayrı eğitim yapılan birçok müessese mevcuttur.
Burada;
Bu şekilde Kur’ân müesseselerini desteklemek, yaşatmak ve orada insan yetiştirilmesine hizmet etmek, vicdânî ve dînî mes’ûliyetimizdir. Hem de kendimize kabir ve kıyâmet selâmeti için bir vesile olur inşâallah.
Günümüzde bir kültür istîlâsı ile karşı karşıyayız. Bilhassa böyle bir zamanda Kur’ân hizmetlerine maddî ve mânevî destek vermek çok mühimdir.
Devletler; zor ve tehlikeli yerlerde hizmet görenlere, fazladan bir mahrumiyet zammı verir.
Cenâb-ı Hak da, böyle zamanlarda dînine yapılan yardımlara husûsî ecir ve mükâfatlar verecektir.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:
“Kim Allâh’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfâtı da vardır.” (el-Hadîd, 11)
Allah yolundaki hizmetlerin kıymeti, bu uğurda katlanılan fedâkârlıklar nisbetindedir.
Şöyle ki;
Yokuş yukarı ârızalanan bir arabanın kaymaması için, sahibi yardım ister. Yardım edenlere de çok müteşekkir olur. Zira böyle bir durumdaki vasıtayı itmek zahmetlidir. Âdeta geriye kaymaması için tekerlekleri sabit tutan bir takoz gibi olabilmek gereklidir. Dik bir yokuşta böylesine zor bir fedâkârlık, sadece düz bir yerde verilecek kolay bir destekten kıyas edilmeyecek kadar fazîletli ve değerlidir.
Bugün İslâm’ın galebesi için gayret edersek, onun zaafa düşmemesi için her türlü fedâkârlığı gösterirsek, bu dînin sahibi olan Rabbimiz; ümit ederiz ki bizden râzı olur.
Bugün îfâ edilecek hizmetler, geçmişte İslâm’ın kuvvetli olduğu zamanlardaki gayretlerden daha fazla ecre vesile olur. Nitekim âyette de buyurulmuştur:
“…İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) evvel infâk eden ve savaşanlar (o fetihten sonrakilerle) bir olmaz. İşte onlar, sonradan infâk eden ve savaşanlardan derece olarak daha büyüktür…”
(el-Hadîd, 10)
Zamanımızda anne-babaların göstermesi gereken hassâsiyete de şu misâli verebiliriz:
Bir annenin çocuğuna süt vermesi, merhamet ve şefkatinin îcâbıdır. Ancak evde yangın çıktığında çocuğuna süt vermeyi derhâl bırakıp bir kova su ile de olsa yangını söndürmeye gayret etmelidir. Zira o yangını söndüremezse, kendisi de yanar, evlâdı da yanar.
Yüzakı:
–Muhterem Efendim, İslâmî neşriyatın ehemmiyeti noktasında ve husûsen Yüzakı’mız hakkında okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Tebliğ vazifesi, bize Peygamberimiz’den emânettir.
Bu vazife iki türlü yapılır:
Birincisi: Bire bir talebe yetiştirmek. İnsanlara doğrudan ulaşmak.
İkincisi: Neşriyat faaliyetleri. Kitlelere ulaşmak.
İkisi de çok mühim.
Yüzakı, elhamdülillâh kardeş kuruluşlar hâlinde her iki hizmete de emek veriyor.
Allâh’ın lutfuyla Yüzakı’mız, İslâmî neşriyâtımızda adı gibi yüz akı bir yere sahip.
Dergimiz bir mekteptir. Binlerce gönle ulaşan bir mekteptir. Bu mecmûa bir eve girdiği zaman, bir makalesinin dahî okunması çok mühim bir irşaddır.
Şükür vesilesi olarak ifade edelim ki;
Yüzakı’mız; hem neşriyâtıyla, hem de güzîde hocaları ve «Âsım’ın nesli» kıvâmında ehl-i Kur’ân talebeleriyle, âdetâ bir îman ve irfan mektebi oldu elhamdülillâh. Nezih bir tasavvuf neşvesiyle yeşermiş bir edep mektebi.
O mektepte neşredilen bütün İslâmî eserler, hiç şüphesiz hem hâle hem istikbâle gönderilen mektuplardır.
Çünkü bu edep mektebinde, en mühim husus, Kur’ânî hakikatlerin beyân edilmesi ve öğretilmesidir. Kur’ânî hikmetlerin hem satırlarda hem de gönüllerde sergilenmesidir.
Karşımızda globalleşen bir dünya var. Biz de o dünyanın tam ortasında yaşıyoruz. İnternet ve televizyon; kıtalardan kıtalara, şehirlerden köylere, en ücrâ köşelere kadar ulaşıyor. Ağrı Dağı’nın dibinde yaşayan bir insan dahî, internet ve televizyonda kendisine sunulan âlemin içine giriyor. O kişinin ahlâkı, seyrettiği televizyonun ahlâkı oluyor. O kişinin karakteri, takip ettiği internetin karakteri oluyor. O kişinin fikir dünyası da okuduğu kitapların ve dergilerin fikriyâtı oluyor.
Bunlara karşı bizim fikrimiz, Kur’ân ve Sünnet menbaından neş’et etmeli. Mehmed Âkif’in söylediği gibi:
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı…
Yüzakı’mızın hedefi işte budur.
Mesele globalleşen dünyada evlâtlarımızın îmânını korumak. Bu mâhiyette neşriyatımız, Âkif’in dediği şu düsturla gayret etmektedir:
Îmandır o cevher ki, İlâhî, ne büyüktür,
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür.
Neslimizi global dünyanın getirdiği bir felâket olarak «paslı yürek» olmaktan muhafaza etmek, çok mühimdir.
Bu sebeple;
Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker / iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak» mevzuuna temas edilmektedir.
Evvelâ mü’min, kendisini inşâ edecek. Kendisi «hayırlı bir insan», bir «rahmet insanı» olacak. Dînin bir temsilcisi olacak. İslâm’ın şahsiyet ve karakterini sergileyerek, «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker»de bulunacak.
Bu vazifelerin gerçekleştirilmesinde en yaygın vasıta; gönül sohbetleri ve o sohbetlere kaynak olan dergiler, kitaplar, yazılı, sesli, görüntülü yayınlar, yani neşriyattır.
Bunlar da emr-i bi’l-mârûfu gerçekleştirme vasıtalarıdır.
Bu neşriyâtı hazırlayan, teknik olarak yardım eden, abone olan, abone bulan, yayılmasına hizmet eden ve temsilcilik yapan herkes bu hizmetin içindedir. Bu dâvânın içindedir. Allâh’ın izniyle sonsuz ecir ve mükâfatlardan nice nasipler alır.
Birisi meselâ Yüzakı Mecmûamız’dan bir spot okusa, bir makale okusa da istifâde etse; bu fayda, emeği geçen herkes için çok büyük bir nimet ve ecirdir. Sadaka-i câriyedir.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:
اَلدَّالُّ عَلَى الْخَيْرِ كَفَاعِلِه۪
“Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir.” (Tirmizî, İlim, 14)
Her türlü hizmete vesile olan, vesile olduğu kadar ecre nâil olur.
Yüzakı:
–Muhterem Efendim; sevenlerinizden, talebelerinizden oluşan câmiada çeşitli dergiler ve yayınevleri var. Bu yayınlar arasında zaman zaman indî bir yaklaşımla bir lüzum sıralaması yapıldığına üzülerek şâhit oluyoruz. Bu hususta sizi yormak istememekle beraber, cevabınızı tekrâren okuyucularımıza ulaştırmak istiyoruz.
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Biz; Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında olmak şartıyla, neşredilen bütün mecmûaları takdir ederiz. «Allah hepsinden râzı olsun, hepsine hayırlı hizmet ömürleri versin!» diye duâ ederiz.
Her mecmûayı neşreden topluluk, kendi istîdâdına göre çıkarır. Kitap ve Sünnet muhtevâsında olduğu için, biz hepsini takdir eder, hepsine duâ ederiz. Birini diğerinden ayrı tutmayız. Bu çerçevede;
Ruhlarımıza ferahlık veren ve şahsiyetli bir neslin yetişme zemini olan Yüzakı Mecmûamız da bizimdir; kezâ yıllardır takdire şâyan hizmetleri ve gayretleri olan Altınoluk Mecmûamız da bizimdir. İkisi de, İslâmî hakikatlere tercüman oluyorlar. İkisi de ayrı ayrı lüzumlu, ikisi de ayrı ayrı ihtiyaç. Vücudumuzun nasıl muhtelif vitaminlere ihtiyacı varsa, rûhumuzun ve kalbimizin de ihtiyaçları çeşit çeşit. Biri olsa yeter, diğeri olmasa da olur, diyemeyiz.
Fakir her iki mecmûamızda da makalelerim neşrediliyor ve her iki dergimizi de terviç ve tavsiye ediyorum. Her iki dergide de gençlerimizin ve cümlemizin alacağı nasipler var. Her iki dergi de, ilâhî ikramların arz edildiği birer sofradır. İlâveten Erkam Radyomuz da bizimdir.
Bunun dışında değerlendirmeler yapılırsa, yanlış kıyaslar devreye girer; bu da fitneye, dedikoduya ve hak olan bir husûsu tezyif etmeye kadar büyük yanlışlara sebep olur Allah korusun.
Îman kardeşleri arasında en kötü şey fitnedir. Çünkü âyetlerde;
“Fitne, (kötülük itibarıyla) adam öldürmekten daha şiddetli (bir günah), daha büyük (bir suçtur)!” (el-Bakara, 191, 217) buyurulmuştur.
Bugün küfrü, inkârı, fısk u fücûru yaymaya çalışan sayısız neşriyat vasıtası var. Buna karşı durmak için İslâmî neşriyâta destek olmak lâzımdır.
Yüzakı’mız bu vazifeyi yerine getirmeye çalışan bir dergi, gençliğe İslâmî eğitimde rehberlik eden bir dergi, yetiştirici bir dergi, iki kanatlı bir eğitim harmanı, hem dünya hem âhiret, medeniyetimizin aynası bir dergi, lisan olarak da aslî lisânımız kullanılıyor. Bu eserleri nesillerimizle buluşturmak çok mühim…
Mâlûm; lisandaki tahribin hedefi, İslâm’ı tahripti. Bu da, İslâm kültüründen gelen kelimeleri devre dışı etmekle başladı. Yerine uydurukça, nesebi gayr-i sahih kelimeler kondu. Halk, dînini gerçek kaynağına uygun şekilde anlayamaz hâle geldi. Tahripler neticesinde İslâm kültüründe ve fikriyâtında da kargaşalar meydana geldi.
Bu kargaşayı ortadan kaldıracak husus, yeniden Kur’ân kelimelerine sahip çıkmaktır. Bu da çok mühim bir vazifemizdir.
Yüzakı:
–Muhterem Efendim, cep telefonları, internet ve televizyon ekranları her tarafı sarıyor. İnsanların okumak husûsunda tembelleştiği yönünde îkazlar var. İslâmî neşriyâtın bu husustaki ehemmiyeti bakımından neler söylemek istersiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Maalesef bugün televizyon ve internet gibi görüntülü yayınlar; zihnî melekeleri tembelleştiriyor. Dimağları dumûra uğratıyor. İnsanlar kısa bir yazıyı okumakta hemen yoruluyorlar.
Hâlbuki bir insan okumakla alacağı bilgiyi, seyrederek alamaz.
Dahası bunlarda seyrettirilen ekseriyâ şeytânî vitrinlerdir. Bunun kalbe in‘ikâsı da; seyredilen gafillerin ve fâsıkların hâline bürünme, onlar gibi olma neticesini meydana getirir. Seyredenler, âdetâ o seyrettikleri fikriyâtın robotu hâline geliyor.
Haram görüntüler olmasa da bu sefer, mâlâyânî oluyor. Seyredeni oyalamış, meşgul etmiş ve yapması gereken hayırlı faaliyetlerden alıkoymuş oluyor. Hâfızayı yoruyor. Zihnî melekeleri köreltiyor.
Günümüzün ne kadarı, hangi vitrinlerin karşısında geçiyor? Bunun muhasebesini her mü’minin yapması lâzım.
Kaç dakikamız Kur’ân okuyarak geçti; kaç saatimiz televizyon, cep telefonu vb. ekranların karşısında geçti? Hangisi bizim âhiretimiz için bize ne kazandırır?
Cenâb-ı Hak, hem fazîlet ve ilâhî mes’ûliyetlerden uzak durup felâha eremeyenlerin yanlış hâllerini îkaz hem de felâha erenlerin sahip olduğu güzel bir vasfı ifade sadedinde şöyle buyurur:
وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.”
(el-Mü’minûn, 3)
Yani Cenâb-ı Hak şu dünyayı ziyan etmemizi istemiyor. Hâlimizi ziyan etmemizi istemiyor. Kavlimizle/konuşmamızla hâlimizi ziyan etmemizi istemiyor.
Cenâb-ı Hak, kulunun boşa zaman harcamaması için buyurmakta ki:
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ ﴿ 7 ﴾
وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ ﴿ 8 ﴾
“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)
Çünkü en fecî israf, zaman israfıdır. Cenâb-ı Hak, son nefesteki nedâmet hâlini göstererek bizi irşâd eder:
“Herhangi birinize ölüm gelip de;
«–Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam!» demeden evvel, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)
Rasûlullah Efendimiz de ümmetinin gece-gündüz bütün zamanını Allah yolunda dolu dolu yaşaması için henüz günün ağarmadığı sabah namazında bile ashâbına sorardı:
“‒Bugün bir yetim başı okşadınız mı?”
“‒Bugün bir cenâze teşyiinde bulundunuz mu?”
“‒Bugün bir hasta ziyaret ettiniz mi?”
(Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)
Bu sebeple, bir mü’minin vakit disiplini kazanması ve «beşikten mezara faydalı ilim» tahsilini düstur edinerek, başta Kur’ân olmak üzere, dâimâ faydalı eserleri okumaya ve dinlemeye zaman tahsis etmesi elzemdir.
Dikkat edilmesi gereken bir başka husus da, İslâmî neşriyat adı altında;
•Mezhebleri red,
•Sünneti inkâr ve
•Ahkâmı iptal (tarihselcilik) gibi bâtıl yayınların da yapılıyor olmasıdır. Bu sebeple, itimat edilecek, yaptığı işi şer‘î ölçülerle mîzân eden neşriyat müesseselerinin desteklenmesi elzemdir.
Nice bâtıl cereyanların çıkması, dînî ilimlere haksız bir şüpheyle bakışı artırmakta ve maalesef nesilleri kastî olarak «deizm»e doğru zorlamaktadır. Neşriyatımız arasında bu hususta gerekli meselelerin; «Aklın Cinneti: DEİZM» başlığıyla kaleme alındığı bir eserimiz de yayımlanmıştır.
Bu mecmûalarımızın bir vazifesi de, vatan sathında bir mektep olmaktır.
Bugün mastır-doktora yapıp üniversitede hoca olmak, birçok gence câzip geliyor. Evet, üniversitede hoca olmak güzel bir şeydir. Lâkin maalesef bu hocalık, sadece şekilde kalırsa, okuyan da okutulan da satırların arasında kaybolursa, o zaman hiçbir kıymeti yok.
Faydalı ilim yolunda, makam-mevkî derdine fazla dalmadan ve yapılacak kariyer çalışmalarını takvâ ile mezcedip de «emr-i bi’l-mârûfa ve nehy-i ani’l-münker»e riâyet etmek îcâb eder. Zira mü’min hem kendinden hem de dünyanın gidişâtından mes’ul olduğunu unutmamalıdır. Fakat maalesef bugün, tebliğ hizmetlerinin hakkı verilmemektedir. İlim adına unvan peşine düşülmektedir.
Bir genç kendine sormalı:
Eğer senin gayen İslâm’a hizmet ise, ilim ve irfânı neşretmek ise, senin dershânen sath-ı vatan olmalı. Niçin sadece üniversite kürsüsü?
Sen sath-ı vatanda ders vermelisin!
Elhamdülillâh Yüzakı ve emsâli dergiler, sath-ı vatanda emr-i bi’l-mârufta bulunan mecmûalarımızdır.
İslâm’a ve Kur’ân’a hizmet eden asıl müesseseler de; Kur’ân ve Sünnet’i merkeze alan, oryantalist, modernist zehirli fikriyattan muhafaza edilen, sağlam eğitim ocaklarıdır.
Yüzakı:
–Efendim, Temsilciler Programımızı teşrifiniz ve bu mülâkat için zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:
–Ben teşekkür ederim.
Yüzakı’mızın Kur’ân ve Sünnet eksenindeki neşriyatına da, kıymetli eğitim faaliyetlerine de Rabbimiz bereketler ihsân eylesin. Mükâfâtı da ebedî olsun inşâallah.
Okuyucularımıza son olarak söylemeyi arzu ettiğim sözüm, ümit verici ve şuurlandırıcı şu ifadelerdir:
Bu cennet vatanın her köşesinde şu tarihî sedâ yankılanmaktadır:
“Ey şanlı nesil!
Sen; Osman Gazi ve nesli gibi diğergâm, gönül eri ve kendisini Cenâb-ı Hakk’a adayan âbide şahsiyetlere sahipsen;
Teb’asıyla mahkemeye çıkarak bütün dünyaya örnek bir adâlet anlayışı tevzî eden bir Fatih’in varsa;
Hazret-i Mevlânâlar, Yûnuslar, Şâh-ı Nakşibendîler ve Hüdâyîler gibi Edebâlî Silsilesi hâlinde yüreklerini dergâh hâline getiren gönül erlerin ve onlardan feyz alarak izlerini takip eden fazîletli insanların varsa;
Bir karıncanın hukukunu düşünen Kanunî Sultan Süleyman’ın varsa;
Sînesi Kur’ân’la dolmuş analar, arslan yürekli yiğitler olarak doğurduğu evlâtlarının derdinde ise;
Dünya, senin gözünde küçülmüş, âhiret saâdeti ve Allah rızâsı bir ideal hâline gelmişse;
Asla ümitsizliğe kapılma!
SEN BÜYÜK BİR MİLLETSİN!..”