İYİ NİYET İSRAFI!

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Bir çivinin tahtaya çakılıp kaldığı gibi insanların dünyaya çakılıp kaldığı şu zamanda; her ne kadar üniversiteyi bitiren, diplomalı kişi sayısı artsa da cehâlet devrinin zirvesi yaşanmaktadır. Kur’ân’da anlatılan ve kavimlerin helâkine sebep olan farklı fiillerin tamamı işlenmekte ve gün geçtikçe bu fiiller şaşılacak derecede artmaktadır.

Bu asrın en büyük hastalıklarından biri de şüphesiz israftır. İnsanlar; sanki bir israf deryâsına düşmüş, bütün nimetlerin Hak tarafından verildiği ve hesabının sorulacağı unutulmuş, bir yarış başlatılmış ve kim daha fazla israf ederse yarışmayı o kazanacakmış gibi birbiriyle yarışmaktalar.

Bir başka boyut var ki, insanların fark etmeseler de asıl israfı burada yaptıklarını düşünüyorum:

İyi niyet, güzel duygu ve düşünce israfı.

Bu israfın neticesinde; arkadaşlık ve dostluklar bitmekte, iyi niyet ve güven kaybı yaşanmakta, Allah rızâsı için yapılan işler sekteye uğramaktadır.

Altı-yedi yaşlarındaydım. Bir gün ailecek meyve yiyorduk. Tabakta birkaç armut vardı. Bu armutlardan birinin neredeyse tamamı çürümüştü. Annem bu armudu eline aldı. Bıçakla kesmeye başladı. Anneme, armudun çürük olduğunu ve niçin çürük armutla uğraştığını sordum. O da bir tırnak üstü kadar çürümemiş olan kısmını çürüyen kısmından ayırarak, kulağıma küpe olacak şu cümleleri söyledi:

“–Oğlum, bak bu parça henüz çürümemiş. Bu kadar küçük de olsa Allâh’ın verdiği nimetler israf edilmemeli.”

Bu cümleler, anne-babalarımızın ve önceki nesillerin hayata bakış açısını ortaya koymakta ve ellerindeki nimetlerin kıymetini bilmeleri noktasında güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu bakış açısı neticesinde; kadîm ve sağlam dostluklar kurulmuş, Allah’tan korkan kimseler bir başkasını aldatmayı düşünmemiş ve iyi niyet bir çığ gibi büyüyerek tamamını olmasa da toplumun büyük bir bölümünü kuşatmıştır.

Bugün ne yazık ki bu noktadan çok çok uzaklardayız. Sosyal medya arkadaşlığı, insanların birçok kişiyle muhatap olmaları, empati duygusunu yitirmemiz, dînimizin emirlerini umursamamamız gibi birçok sebepten dolayı insânî münasebetlerimiz zayıflamış, insanlara karşı isteyerek ve bilerek yapılan hatalar, yanlışlar oldukça fazlalaşmıştır.

HANGİ PAZARTESİ?

Bir Cuma günü telefon geldi. Önceden merhabalaştığımız biri, hastahâneye gitmek için paraya ihtiyacı olduğunu, pazartesi günü maaşının yatacağını, maaş yatar yatmaz borcunu ödeyeceğini söyledi. Arkadaşlardan bulduk, parayı hesabına aktardık.

Pazartesi akşama kadar herhangi bir haber gelmedi. Bir sıkıntısının olabileceğini düşünerek biraz daha beklemeye karar verdik. Bir hafta, bir ay geçti. Para hâlâ hesabımıza geçmedi. Arkadaşı aradık. Biraz konuştuktan sonra;

“–Kardeşim, parayı ne zaman göndereceksiniz? «İki gün sonra pazartesi göndereyim.» demiştin. Bir ay geçti.” dedim.

Verdiği cevap şuydu:

“–Hocam, ben pazartesi dedim, ama hangi pazartesi olduğunu söylemedim. Daha çok pazartesi var. Birinde gönderirim.”

SEN BANA «TİCÂRÎ Mİ?» DİYE SORMADIN

Bir öğretmen arkadaştan araba aldık. Gidip geldiğimiz, muhabbetimiz olan biriydi. Ona îtimat ettiğimizi söyleyip aracın herhangi bir ârızasının olup olmadığını sorduk. O da; «Yok!» dedi. Biz de güvenip aldık.

Birkaç yıl sonra arabayı satarken, aracın önceden ticârî taksi olarak çalıştığını öğrendik. Tabiî değerinin çok altında satmak zorunda kaldık.

Birkaç ay sonra bir toplantıda yan yana geldik. Biraz konuştuktan sonra sözü, aldığımız arabaya getirip, onun ticârî taksi olarak çalıştığını niçin söylemediğini sorduğumda kahkaha atarak şu cevabı verdi:

“–Sen bana; «Arabanın ârızası var mı?» diye sordun; «Önceden ticârî taksi miydi?» diye sormadın ki.”

MÜ’MİN GÜVEN VERİR

“O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır; hâkimiyetin mutlak sahibidir, her türlü eksiklikten uzaktır, esenlik verendir, güven sağlayan ve kendisine güvenilendir, görüp gözeten ve yönetendir, üstündür, iradesine sınır yoktur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, onların yakıştırdıkları ortaklardan tamamıyla münezzehtir.” (el-Haşr, 23)

Mü’min; Allâh’ın esmâ-i hüsnâsından biridir ve mânâsı, «güven sağlayan ve kendisine güvenilen»dir. Allâh’a îmân eden kişiye de mü’min denir. Mü’min (müslüman) olan kişi; karşısındaki kişinin güvenini boşa çıkarırsa, verdiği sözleri tutmazsa hem dînine hem de îmânına zarar verir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Emâneti olmayanın îmânı da yoktur.” (Ahmed, III, 135)

“Dört vasıf vardır ki; bunlar kimde bulunursa, o kişi tam münafık olur. Kimde de bu vasıflardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir sıfat kalmış olur: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihânet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.” (Buhârî, Îmân, 24, Mezâlim, 17; Müslim, Îmân, 106)

Yukarıdaki anlatılanlar yaşadığımız bazı hâdiselerdir. Bu tür durumlar insanlara karşı tavrımızı, düşüncelerimizi etkilemekte ve herhangi bir yardım istendiğinde durup bir daha düşünmemize sebep olmaktadır. Çünkü insanlar yaşadıklarından ders çıkarmakta, tecrübeleri ışığında geleceğini şekillendirmektedirler.

«Acaba bizler, hangi yanlışları yaparak kimlerin güvenini boşa çıkardık, insanların İslâm’a karşı bakış açısının değişmesine sebep olduk? Toplumda güvenin kaybedilmesinde, ilişkilerin bozulmasında, iyi niyet ve güzel düşüncelerin savrulmasında, israfında rol aldık?» düşünmek gerekir.

Hâdiseler bizi, iyilik yapmaktan, yardıma koşmaktan, güzel düşünmek ve davranmaktan soğutsa da kendimizi maddî ve mânevî zarara uğratacak bile olsa doğruyu söylemekten, güven vermekten uzaklaştırmamalıdır. Bir mü’min, diğer mü’minleri kardeşi olarak görmeli, Allâh’ın rızâsını kazanmak için onların kendisine, kendisinin de onlara ihtiyacı olduğunu düşünmelidir.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“İki nimet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi; bir adamın ihtiyacını karşılayacağımı sanarak bana gelmesi, bütün samimiyetiyle benden yardım istemesidir.

Diğeri de, o kimsenin arzusunu Allâh’ın benim vasıtamla yerine getirmesi yahut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın işini görmeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 598/17049)