ŞEB-İ ARÛS
Sami GÖKSÜN
Âlimlerin tespitlerine göre, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın üçte biri âhiret îkazıdır.
İnsan; dünyanın aldatıcı efsunları sebebiyle, ölüm hakikatinden gafil yaşar. Ecel gelince çok geç olacağı için insana daima ölümü ve ötesini hatırlatmak gereklidir.
Biz de bu hatırlatma vazifesini yerine getirmeye, âyet-i kerîmeler ile başlayalım:
“Nihayet onlardan birine ölüm gelince; «Rabbim! Beni dünyaya geri döndür de, bıraktığım dünyada, sâlih bir amel işleyeyim.» der. Hayır! Bu sadece onun söylediği boş bir sözden ibarettir…” (el-Mü’minûn, 99-100)
“Herkesin yaptığı iyiliği ve yaptığı kötülüğü hazır bulacağı günde; kişi, kötülükleri ile kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister.” (Âl-i İmrân, 30)
Hiçbir şeyin gizli kalmayacağı ve her şeyin apaçık ortaya çıkacağı kıyâmet gününde bu dünyada bütün yapıp ettiklerimizin kaydedildiği kitap veya kaset elimize tutuşturulduğu zaman;
“Gelin kitabımı okuyun! Ben hesabımla karşılaşacağımı biliyordum.” (el-Hâkka, 19-20) diyerek mesut ve bahtiyar mı olacağız; yoksa;
“… Eyvah! Bu nasıl bir kitap ki küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş…” (el-Kehf, 49) ve yine;
“Keşke kitabım bana verilmeseydi. Hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim. Keşke ölüm ile her şey son bulmuş olsaydı. Malım bana hiçbir yarar sağlamadı. Saltanatım da yok olup gitti.”
(el-Hâkka, 25-29) diyerek geri dönüşü olmayan bir perişanlığa mı sürükleneceğiz?
Âhirete hazırlanmayanlar, fânî hazların zebûnu olanlar, bu dünya hayatı hiç bitmesin isterler. Âyet-i kerîmede inkâr ehlinin vaziyeti bildirilir:
“Andolsun ki; onları, insanların hayata karşı en düşkünü, hattâ müşriklerden bile daha düşkün bulacaksın. Onların her biri kendisine bin yıl ömür verilmesini ister. Hâlbuki uzun yaşamak, kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah -celle celâlühû- onların bütün işlediklerini görmektedir.” (el-Bakara, 96)
Gaflet ehli de, âhirete hazırlanmanın, nefse ağır gelen vecîbelerine tahammül etmekten kaçınarak, ölüm yokmuş gibi davranırlar. “Biraz daha dünya, biraz daha eğlence, biraz daha nefsânî arzular…” diyerek tevbe ve ıslahı geciktirir dururlar. Hâlbuki, bu fânîde biraz daha rahat edeyim diye, âhireti berbat etmek akıl kârı değildir.
Dîvan şairi Vâsıf şöyle îkaz ediyor:
Gözün aç göz göre aldanma Vâsıf reng-i fânîye,
Yarın ukbâda bugün nefsine uyanlar ağlarmış!..
Ya müttakî müslümanlar?
Âhirette cennetin, «Cemâlullâh»ın var olduğunu bilen bir mü’min niçin ölümden kaçsın? İşte Hak dostları bu sebeple, ölümü metânetle karşılamış ve onu vuslat bilmişlerdir. «Likāullah» yani Allah Teâlâ’ya kavuşma, O’nunla buluşma günü saymışlardır. Mevlânâ’ya göre ölüm gecesi, «Şeb-i arûs»tur. Düğün gecesidir. Korkulacak olan; kötü, perişan ve hazırlıksız ölümdür.
Mevlânâ da bu hakikate dikkatlerimizi çekerek, mevzuyu şöyle dile getirir:
“Öldüğüm gün tabutumu götürürlerken bende bu dünya derdi var sanma!
Bana ağlama; «Yazık, yazık!» «Vah vah!» deme!
Şeytanın tuzağına düşersen «vah vah»ın sırası o zamandır,
«Yazık, yazık!» asıl o zaman denir.
Cenazemi gördüğün zaman;
«Elvedâ, elvedâ!» deme! Bilâkis benim buluşmam asıl o zamandır.”
Tamamen dünyaya dalıp âhiret yurdunu unutanlar veya âhirete inanmayanlar için ise ölüm, en istenmeyen şeydir. Ama o; nice hırslara son verir, nice zâlimlerin belini kırar ve nice zorbaları yere serer, nice zevkleri yerle bir eder.
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- şöyle nasihatte bulunurdu:
“Ölümü çok hatırla!
•Eğer bolluk içindeysen onu sana daraltır. (Şükrü unutmana fırsat vermez.)
•Eğer darlık içindeysen onu sana genişletir. (Sabretmene yardımcı olur.)”
Cenâb-ı Hak da, ecelden kaçışın olmadığını hatırlatarak, âhirete hazırlanmaya ve ölüm korkusuyla cihaddan uzak durmamaya şöyle davet eder:
“Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşacaktır. Sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile…” (en-Nisâ, 78)
“Her nefis ölümü tadacaktır.” (el-Enbiyâ, 35)
Biz ölümü hatırlamak istemesek dahî, o bize kendini hatırlatıp durmaktadır. Yakınlarımız, tanıdıklarımız, onların yakınları bir bir vefât ediyorlar. Biz de cenâzelerine, tâziyelerine katılıyoruz.
Şair Nâbî diyor ki:
Fenâ-yı âlemi, eyler, cemaâte tefhîm,
Cenâze vaʻza çıkıp kürsi-î musallâda.
“Her cenâze, âdeta musalla denilen o kürsüye bir vâiz gibi çıkar da, cemaate âlemin ne kadar fânî bir yer olduğunu anlatıp durur!”
Süleyman Çelebi merhum da demiş ki;
Her kim ola âkıl ü devletli er,
Vâiz u nâsih, ona ölüm yeter!..
Ölmemeye çare mi var? Elbette yok! Ne kadar uzun yaşamamız takdir edilmiş olursa olsun, bu dünya hayatında bize verilen müddet mahduttur. Her uyandığımız fecirle, ömür defterimizden bir yaprak daha çevirmekte ve ölüme doğru yol almaktayız. Aldığımız her nefes, sayılı nefeslerimizi bir bir eksiltiyor.
Ölüm hak. Onu düşüne düşüne üzülmek yerine, ona hazırlanmak ve Hazret-i Mevlânâ’nın tavsiye ettiği gibi, onu güzelleştirmek boynumuzun borcu. O ebedî yolculuğa azık hazırlamalı.
Fudayl bin Iyâz Hazretleri, ölüm döşeğinde iken bir an kendinden geçer, sonra gözünü açar ve şöyle der:
“Ah ne uzun bir yolculuk ve ah (ömrümce biriktirdiğim) ne kadar az bir azık!..”
Rabbim hepimize bu hakikati idrâk edebilmeyi nasip eylesin. «Eyvah! Eyvah!» dedirtmeyecek kıvamda bir hayatı yaşamayı, elimizden geldiğince daha fazla azık hazırlayabilmeyi bizlere müyesser eylesin… Bizim azıcık azığımızı, O -celle celâlühû- sonsuz lutfuyla bereketlendirsin.
Âmîn…