HAZRET-İ HABBÂB’IN ÎMÂNI
Sami GÖKSÜN
İslâmiyet’in ilk yıllarında müslüman olanlar genellikle yoksul, zayıf ve kimsesiz insanlardı. Mekke’deki müşrikler; bu müslümanlara zulmederler, akla hayale gelmedik işkencelerde bulunurlardı. Öyle ki artık müşriklerin işkenceleri çekilmez hâle gelmiş, müslümanlar dayanamaz olmuşlar ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek bu sıkıntılardan kurtulmak için Allâh’a duâ etmesini istemişlerdir. Peygamber Efendimiz de sabretmelerini tavsiye etmiş ve onları tesellî etmek için de bu zulüm ve işkenceye mâruz kalanların sadece kendilerinin olmadıklarını; daha önceki inanan kimselerin de benzeri, hattâ daha ağır zulüm ve işkencelere mâruz kaldıklarını belirtmiştir.
Mekke müşriklerinin bu zulüm ve işkencelerine mâruz kalanlardan biri de Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh-’tır. Habbâb bin Eret, Temim kabîlesine mensuptur. Künyesi Ebû Abdullah’tır. İlk müslüman olanlardandır. Hattâ rivâyet edildiğine göre, sahâbeden İslâm’a girenlerin on altıncısı olmuştur. İslâm dîni uğruna; birçok işkence, ezâ ve cefâya mâruz kalmıştır.
Habbâb, Ümmü Enmar isminde müşrik bir kadının kölesi idi. Bu müşrik kadın; Habbâb’ın müslüman olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa dönmüştü. Bu köle nasıl olur da sahibinin izni olmadan yeni bir dîne girer, müslüman olurdu. Hem üstelik bu din; Allah katında, köle ile efendisinin eşit olduğunu söylüyordu. Bu olacak iş miydi!
Ümmü Enmar Habbâb’ın dîninden dönmesini istiyordu. Habbâb’ın bunu kabul etmediğini görünce; dîninden döndürmek için, ona akla hayale gelmedik işkenceler yapmaya başlamıştı. Demiri ateşte kızdırır, kıpkırmızı olunca onunla Habbâb’ın bedenini ve başını dağlardı. Habbâb da buna sabrederdi. Ama bu zulüm ve işkencenin biteceği yoktu. Diğer kimsesiz sahâbelere de benzeri işkence ve zulümler yapılıyordu. Artık dayanamaz hâle gelmişlerdi. Habbâb bir gün bu durumu Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e şikâyet etmiş, Hazret-i Peygamber de;
“Allâhümm’ansur Habbâben: Allâh’ım Habbâb’a yardım et!” diye duâ etmişti.
Bu Habbâb’a yapılan bir zulümdü. Tarih boyunca hiçbir zâlimin yaptığı yanına kalmamıştır. Onun için;
“Mazlumun âhı, indirir şâhı” denilmiştir. Bu ilâhî bir kanundur, burada da öyle olmuştur. Ümmü Enmar ismindeki bu müşrik kadın, çok geçmeden başından bir derde tutulmuştu. Öyle ki şiddetli sancıdan dolayı kıvranıp duruyordu. Köpek gibi ulumaya başlamıştı. Tedavisi için her türlü çareye başvurulmuştu. Sonunda başını kızgın demirle dağlaması tavsiye edilmiş, aksi takdirde bundan kurtulamayacağı söylenmişti. Allâh’ın hikmetine bakınız. Bu defa kızgın demirle dağlama sırası Habbâb’a gelmişti. Habbâb kızgın demiri alır, hanım efendisinin başını dağlardı.
Tabiînin büyük âlimlerinden eş-Şa‘bî demiştir ki:
“Habbâb kendisine yapılan işkence ve zulümlere sabredip; müşriklere istediklerini vermemiş, dîninden dönmemiştir. Müşrikler Habbâb’ın sırtına kızgın demiri koyarlar, hattâ sırtının etleri erirdi.” (Üsdü’l-Ğâbe, 114)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfe olunca; bir gün Habbâb’a müşriklerden gördüğü işkenceyi ve zulmü sormuştu. O da sırtını açarak;
“–Ey mü’minlerin emiri! Sırtıma bak!” demişti.
Hazret-i Ömer onun sırtına bakınca, gördüğü manzaradan ürpererek;
“–Bugün Habbâb’da; daha önce duyduğum ve gördüğüm zülüm ve işkence gibisini hiç görmedim. Böyle bir sırta şahit olmadım.” demişti.
Habbâb da bu hâdiseyi şöyle anlatmıştı:
“–Ey mü’minlerin emiri! Benim için ateş yakılır, üzerine yatırılırdım, sırtımın yağları ateşi söndürürdü.” (Üsdü’l-Ğâbe, 115) Hazret-i Ömer, Habbâb’ın başına gelenlerden dolayı çok duygulanmış, gözlerinden yaşlar boşanmıştı.
Hazret-i Ömer’in müslüman olması hâdisesinde, Hazret-i Habbâb’ın isminden de bahsedilir. Habbâb’ın okuryazar olduğunu, Rasûlullâh’a inen Kur’ân âyetlerini öğrendiğini ve kendisinden sonra müslüman olanlara da öğretmeye çalıştığını görüyoruz. Bu Mekke döneminde, İslâmiyet’in ilk yıllarında, çok tehlikeli bir işti. Fakat onun, her türlü tehlikeyi göze alarak bunu yaptığını müşâhede ediyoruz.
Hazret-i Ömer’in kız kardeşi Fâtıma ile eniştesi Said’e de Kur’ân’ı Habbâb öğretiyordu. Hazret-i Ömer; müslüman olmadan evvel, müşriklerin ileri gelenlerinin tahriki ile kılıcını kuşanıp Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i öldürmeye giderken, yolda, eniştesi Said ile kız kardeşi Fâtıma’nın da müslüman olduklarını işitmişti. Hiç beklemediği bir durumla karşılaşan Hazret-i Ömer’in tepesi atmış, önce onları ortadan kaldırmak için doğruca kız kardeşinin evine gitmişti. Tam o sırada Habbâb; Hazret-i Ömer’in kız kardeşi ile eniştesine Kur’ân öğretiyor, elindeki sahifeden Tâhâ Sûresi’ni okutuyordu. Habbâb; Hazret-i Ömer’in geldiğini hissedince hemen evin kilerine gizlenmiş, Fâtıma da sahifeyi alarak saklamıştı. Aralarında geçen sert münakaşa ve mücadeleden sonra Hazret-i Ömer’in gönlü yumuşamış;
“–Biraz önce okuduğunuzu bana getiriniz. Muhammed’in ne getirdiğine bir bakayım.” demişti. Okuyunca da onun ne güzel bir söz olduğunu belirtmiş, bunu işiten Habbâb, saklandığı yerden çıkarak;
“–Umarım ki ey Ömer! Allah, Nebîsinin duâsını senin hakkında gerçekleştirir. Dün O’nun; «Allâh’ım! İslâmiyet’i ya Ebu’l-Hakem bin Hişam ya da Ömer bin Hattab’la kuvvetlendir.» diye duâ ettiğini işittim. Allah Allah! Şu işe bak ey Ömer!” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer;
“–Ey Habbâb! Hazret-i Muhammed nerede bana bildir, yanına gidip müslüman olayım.” demiştir. Habbâb da;
“–Hazret-i Muhammed, Safâ Tepesi’nde bir evdedir. Yanında da ashâbından bazı kimseler var.” dedi. Hazret-i Ömer oraya giderek müslüman olmuştur.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“–Allah Habbâb’a rahmet eylesin. O isteyerek müslüman olmuş, itaat ederek hicret etmiş, mücâhid olarak yaşamış ve çeşitli işkencelere mâruz kalmıştır. Elbette Allah, güzel amel işleyen kimsenin ecrini zâyî etmeyecektir.”
Habbâb -radıyallâhu anh-, kendi yapmadığı şeyi başkasına söylemezdi. Bizzat yaşadığı ve hayatında tatbik ettiği şeyleri söylerdi. Bir defasında ashab mescidde iken Habbâb gelmiş, oturup susmuştu. Ashabdan biri;
“–Bunlar senin başına, kendilerine hadis nakletmen veya öğüt vermen için toplandılar.” deyince, Habbâb susmasının sebebini şöyle belirtti:
“–Belki de onlara yapmadığım şeyi emredebilirim.“ (Üsdü’l-Ğâbe, 116)
Habbâb Hazretleri demirci idi. Kılıç ve zırh yapıp satıyordu. Azılı müşriklerden As bin Vâil’e yapmış olduğu kılıçlardan satmıştı. Alacağını isteyince, As bin Vâil;
“–Senin dînine girdiğin Muhammed; cennette cennet ehli için altın, gümüş, elbise ve hizmetçilerin olduğunu söylemiyor mu?” dedi.
Habbâb da;
“–Evet söylüyor.” dedi.
As bin Vâil;
“–Öyle ise kıyâmet gününe kadar bana mühlet ver, orada senin hakkını ödeyeyim. Ey Habbâb! Allâh’a yemin ederim ki, sen ve peşinden gittiğin Muhammed, Allah katında benden daha üstün olmayacaksınız ve size verilecek nimet, benden daha çok olmayacaktır.” dedi.
İşte bu hâdise üzerine, Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi indirmiştir:
“Âyetlerimizi inkâr edip; «Bana evlât ve mal verilecek.» diyen adamı gördün mü? Gaybe mi çıkıp baktı, yoksa Rahmân’ın huzûrunda bir ahid mi aldı? (Allah ile bir anlaşma mı yaptı?)
Hayır (yanılıyor), Biz onun dediğini yapacağız ve onun için azâbı uzattıkça uzatacağız. O dediği (malı ve evlâdı)na biz vâris olacağız. (Nesi varsa Biz’e kalacak) ve o, Biz’e tek başına gelecek (yanında ne malı ne de evladı olmayacak)!” (Meryem, 77-80)
Habbâb hicretin 37. senesinde vefat etmiş ve Kûfe’ye defnedilmiştir.
Yüce Rabbim, cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. O güzel sahâbeden hisseler alabilmeyi bizlere nasîb eylesin. Âmîn…