UYAN ARTIK!

Sami GÖKSÜN

Müslüman basîretli ve firâsetli olmalıdır. Hiç yakışır mı o müslümana ki; doğsun, büyüsün, gelişsin, yetişsin, yesin, içsin, gezip tozsun, mal-mülk edinsin ve dünyanın bütün nimetlerinden doya doya istifade etsin de; ölümden sonrası için zerre kadar bir gayreti ve hayrı olmadan şu fânî âlemden bir ağaç kütüğü gibi devrilip cehenneme yuvarlansın.

İnsanın sırf dünya için çalışıp da âhirette Rabbinden bir şeyler ümit etmesi akıl kârı mıdır? Bu mevzuda yüce Mevlâmız Kur’ân-ı Kerim’de;

“Onun için sen Bizim zikrimize arkasını dönen, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir.” (en-Necm, 29) buyurmuştur. Bu hâlin belirtisi, Allâh’ın rahmetinden tamamen ümidi kesmek ve; «Allah Kerîm’dir.» deyip şeytana aldanmaktır. Bu ise en büyük ahmaklıktır. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde;

“Akıllı insan, kendisini hesaba çekip ölüm sonrası için çalışan; ahmak da nefsinin arzularına uyarak Allâh’a ümit bağlayandır.” buyurmuştur.

Gerçek şudur ki:

İnsanoğlu; yiyip içmek, gezip tozmak ve ölünce de bir çukuru doldurmak için bu âleme gelmemiştir.

Ya ne için, hangi gaye ile yaratılıp gönderildi bu dünyaya?

İnsan bu gerçeklerin farkında mı acaba?

Yaşadığı ömrün her saniyesinden ve alıp verdiği nefeslerin her birinden mes’ul olduğunun farkında mıdır?

Yoksa; «Adam sen de; dünyaya geldik bir kere, giden gitsin istediği yere!» deyip, bu mes’ûliyetin ciddiyetini hâlen kavrayamamakta ısrar mı ediyor?

Yani; ille de kıyâmetin ayak sesleri duyulunca mı, gaflet perdesinden sıyrılacağız ve aklımız başımıza gelecek. Hiç zannedilmesin ki; kıyâmetin kopması insanın aklını başına almasına fırsat verecek. O, öyle kısa bir an ki; sıfır saniye bile, kıyâmetin ânî oluşu yanında fazla bir zaman dilimi sayılır.

Ne diyelim, yüce Rabbimiz biz müslümanlara ve bütün insanlara; idrak, şuur, basîret, firâset, metânet, rikkat, hissiyat, anlayış kabiliyeti ve güzel ahlâk ihsan eylesin. O pek dehşetli kıyâmetin gelmesinden önce; kendi kıyâmetimiz kopmadan, yani rûhumuz bedenimizden çıkmadan, aklımızı başımıza almayı nasip eylesin.

İşte Cenâb-ı Hak bu noktada bizleri şöyle îkaz ediyor:

“İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaştı.

Hâl böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler. Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse; onlar bunu, hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir.” (el-Enbiyâ, 1-2)

Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi; gerçekler karşısında birçok insan önceki hâlini, yaşayışını ve inatçı tavrını hâlâ sürdürmeye devam etmektedir. Fakat şu hakikati de her zaman göz önünde bulundurmak gerekir ki, o da; hidâyet ve dalâlet meselesidir. Allah kimi hidâyete erdirirse, onu saptıracak kimse olmayacağı gibi; kimi de saptırır dalâlette bırakırsa, onu da hidâyete ulaştıracak bir kimse bulunamaz. Yani bir insan; aklını ve iradesini hak yolda kullanıp, sırât-ı müstakîm üzere yaşamaya gayret ederse, Allah o insanı hidâyete ulaştırmış olur. Şayet insan aklını ve iradesini bâtıl yollarda kullanır ve şer üzere yaşamayı tercih ederse, Allah da o insanı hidâyete ulaştırmamış olacağından dalâlette kalmış olacaktır. Her iki durumda da mes’ûliyet insanların kendilerine aittir. Yüce Rabbimiz, her şeyi açık ve seçik olarak Kur’ân-ı Hakîm’inde beyan buyurmuştur.

Hulâsa; hayır ve şer, nur ve zulmet, hidâyet ve dalâlet, saâdet ve şekavet, cennet ve cehennem… Kur’ân ve Sünnet’te detaylarına kadar açıklanmıştır.

Gören gözlere, işiten kulaklara, hisseden kalplere; hak ve bâtıl tanıtılmış ve bu iki yolun neticeleri de haber verilmiştir. İnsanlar ise, bu iki neticeden birine mutlaka kavuşacaktır. Her kul, ya cennete hazırlık yapar hidâyettedir ya cehenneme hazırlanır o da dalâlettedir.

Şimdi şöyle bir düşünelim:

Bizler ne yapıyoruz, ne ediyoruz, nereye doğru gidiyoruz? Yönümüz istikametimiz nereye doğru, hangi yöne yol alıyoruz. Rahmânî yolda mıyız yoksa şeytânî yolda mıyız? Bu suallerin cevaplarını ve muhasebesini her insan yapmalı ve tedbirini bu âlemde almalıdır. Yoksa mezarın karanlık ve soğuk derinliklerine indirilince, kâinâtın kaç bucak olduğunu anlamış oluruz. Fakat o zaman iş işten geçmiş olup, nefsimiz ve işlemiş olduğumuz iyi veya kötü amellerimizle baş başa kalacağız. Sağımız, solumuz, altımız ve üstümüz sert ve soğuk toprak yığınlarıyla dopdolu; kalkıp doğrulmaya, kaçıp kurtulmaya mecal ve tâkatimiz olmayacak. Zifirî karanlık mezar çukurunda ne bir dost ne de bir yardımcımız bulunmayacak. O soğuk ve karanlık çukurda, sual meleklerinin ardından ya rahmet melekleri ya azap melekleri yanı başımızda belirecek.

Artık ey insan!

Ne olduğunun ve olacağının gerçek görüntüleriyle ya sevinecek ya üzüleceksin. Oysa, üzülmenin hiçbir faydası yoktur. Geri dönmek istesen de boş. Rabbine söz verip yalvarıp yakarsan da, geçti artık. O fırsat dünyada idi; o zaman sen toprağın üstünde idin, şimdi ise toprağın altındasın; boş yere yalvarmanın ve dünyaya geri dönme isteğinin anlamı yoktur.

Basîret ve firâseti çok üstün olan zâtlardan Rebî bin Heysem isimli mübârek bir Allah dostu, evinde bir mezar kazıp oraya girer ve yatıp uyurdu. Sonra uyanınca şu âyet-i kerîmeyi okurdu ki, meâli şöyledir:

“Rabbim! Beni geri gönder. Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketleri) yapayım.” (el-Mü’minûn, 99) Sonra kalkar ve kendi kendine;

“Ey Rebî! İstediğin reddedilip geri dönemeyeceğin gün gelmeden, fırsatı ganîmet bilerek Rabbine ibâdet eyle!” derdi.

İşte bu gerçekler bizlere ibret olmalıdır. Fakat ne hazindir ki, insanların ekserîsi hâlen bu meselelerin ciddiyetini anlayıp kavramış değildir.

Gelecek ve hakikat olan o son, mutlaka karşımıza çıkacaktır. O son an, çok ama çok önemlidir. Kişiler amellerine göre karşılık göreceklerdir.

“Ancak müslüman olarak gel!” (Bkz. Âl-i İmrân, 102) emrine uyanların amelleri değerlendirilecek ve neticesi güzel olacaktır. Nefsinin zebûnu olarak ve gayr-i müslim olarak ölenlerin ise âkıbetleri berbat ve hüsran olacaktır. Onların âhirette nasipleri de olmayacaktır. Rabbim muhafaza buyursun.

Rabbim bu hakikatleri anlayıp, o minval üzere güzel bir hayat yaşamayı cümlemize nasip eylesin. Âmîn…