İSLÂMİYET’İN DOĞDUĞU DEVİRDE DÜNYA

Dr. Med. Naif ÖZKUL

Tarihî kaynaklara göre; İslâmiyet’in doğduğu devirde, bugün yedi buçuk milyarı aşan dünya nüfusu 400 milyon civarında idi. İslâmiyet’in dünyaya ve insanlık tarihine neler getirdiğinin daha iyi anlaşılması için, bu yazımızda o devrin DÎNÎ ve SOSYAL yapısını kısaca gözden geçirmek istiyoruz:

Öncelikle Arap Yarımadası’nın (Cezîretü’l-Arab) komşuları hakkında bilgimizi aktaralım:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğduğu devirde Arabistan çevresinde iki büyük siyâsî güç vardı. Haritada görüldüğü gibi;

•Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu,

•Sâsânî İmparatorluğu (İran merkezli Pers İmparatorluğu’nun son devleti.)

Bu iki devlet, sürekli birbirleriyle savaşmaları sebebiyle hayli yıpranmıştı.

Hazret-i Peygamber zamanında; Kur’ân’da Rûm Sûresi’nde ifadesini bulduğu şekilde, bu iki güç arasında ağır bir hezîmetle sonlanan bir savaş cereyan etmişti.

Önce iki tanrılı (mecûsî), Allâh’a ortak koşan (müşrik), ateşperest Sâsânî İmparatorluğu; ehl-i kitap olan Doğu Roma İmparatorluğu’nu çok ağır bir hezîmete uğratmıştı. Bu hâdise; kendileri gibi müşrik olan Mekkelileri sevindirmiş, müslümanları üzmüştü. Bunun üzerine Allah Teâlâ, birkaç yıl sonra ehl-i kitap Rumların (Romalıların) galip geleceğini müjdelemişti. Bu haber aynen gerçekleşti.

Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans); Kafkaslar, Anadolu, Suriye ve Kuzey Afrika’ya kadar olan bölgelere hâkimdi. Afrika’da Kızıldeniz kıyılarında ise Habeş (Habeşistan) Krallığı kurulmuştu.

Orta Asya’da hâkim güç, Göktürk Devleti idi.

Avrupa’da derebeylikler (feodalite), İspanya’da Vizigot Krallıkları, Uzak Doğu’da Hint ve Çin devletleri…

Yine İslâmiyet öncesi Arap Yarımadası’nda, Arap kavminin yaşadığı devreye, câhiliyye devri denmiştir.

Neden?

Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- öncesi döneme câhiliyye denmesinin sebebi, insanların okuryazar olmaması değildir. Aksine câhiliyye devrinde çok gelişmiş bir Arap edebiyatı vardı.

Câhiliyye denmesinin sebebi şu çirkin hâlleriydi:

Ahlâksız, gaflet içinde yaşamaları, medeniyetten uzak olmaları, putlara tapıp Allâh’a ortak koşmaları (şirk), kadın ve kız çocuklarına haksız ve zâlimâne tavırları, özellikle kız çocuklarını ailede maddî bakımdan yük, mânevî yönden de ar ve utanma vesilesi saymalarıydı. Baba, kızını öldürmekte bir mahzur görmezdi. (Bekir TOPALOĞLU, İslâm’da Kadın)

İslâm dîni ise kadını bu iğrenç vaziyetlere mahkûm eden insanlığa şu mesajı veriyordu:

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. En şerefliniz takvâda en ileri gideninizdir.” (el-Hucurât, 13)

DÎNÎ YAPISI: (İNANÇLARI)

Müşrikler, Allâh’ın varlığını inkâr etmezlerdi. O’ndan başka ilâhlar olduğunu kabul edip, onlara da taparlardı. Onları Allâh’a eşdeğer güç ve varlıklar tanırlardı.

Şirk ve küfür birbirine yakın iki kavramdır. Şirk; ortak koşmak demektir. Küfür ise ateizmi / tanrıtanımazlığı da içine alacak şekilde, her türlü inkârdır. Meselâ;

•Âhireti inkâr da küfürdür.

•Mecûsîlikte (Zerdüştlük) iki tanrının varlığını kabul etmek, şirk; aynı zamanda küfürdür. Hâlbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür, şirk değildir.

•Şirk koşana, müşrik denir.

Kur’ân’a göre müşrikler, ateist (tanrıtanımaz) değildir.

Âyet meâli:

“Eğer dönüp de onlara sorsan;

«–Gökleri ve yeri yaratan kimdir, güneş ve ayı emre âmâde kılan kimdir?» diye; hiç şüphen olmasın ki;

«–Elbette Allah’tır!» diyecekler. O hâlde nasıl böyle savruluyorlar?” (el-Ankebût, 61)

Müşrikler, Allâh’a yaklaşmak için aracılar kullanırlar!

“…«Biz bunlara sadece, bizi Allâh’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.» derler…” (ez-Zümer, 3)

Müşrikler, aynı zamanda putperest atalarını âdeta tapacak şekilde severlerdi.

Bunun yanı sıra câhiliyye toplumunda, az da olsa; Hıristiyanlık, Yahudilik ve Haniflik (Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm’ın dînine inananlar) vardı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dedesi Abdülmuttalib’in; Ebrehe ordusunun Kâbe’yi yıkmak istemesine karşılık, Kâbe’nin Rabbinden yardım dilemesi bunu gösterir.

SOSYAL HAYAT:

Arap toplumu, bedevî (göçebe) ve hadarî (şehirli) olmak üzere ikiye ayrılırdı. Bedevîler göçebe yaşar, hayvancılık (deve) ve avcılıkla uğraşırlardı. Yerleşik olanlar ziraat ve ticaretle uğraşırlardı.

Câhiliyye devrinde insanlar; hürler, mevâlîler (âzadlı köleler) ve köleler olmak üzere, üç sosyal sınıfa ayrılırlardı.

Hürler her hakka sahip iken; köleler mal gibi alınır, satılır ve mîras bırakılabilirdi.

Hemen şunu ilâve edelim:

Kölelik sadece câhiliyye toplumuna ait bir keyfiyet değildi. O zaman Avrupa’da hüküm süren derebeylik krallıklarında da köle sınıfı (serfler) vardı. Doğudaki kast sisteminde de; paryalar, adâletsizlik ve eşitsizlik mevcuttu.

Hicaz bölgesinde Mekke ve Yesrib birer şehir devletiydi. Mekke, ticaretin merkeziydi. Kâbe’nin orada bulunmasıyla dînî bir merkezdi. Tabiî ki, ticârî olarak büyük bir avantaj sağlıyordu. Kışın Yemen’e; yazın kuzeye, Şam bölgesine kervan ticareti yapılıyordu. Yesrib (Medine), Yemen önemli tarım merkezleri idi.

Mekke’de haram aylarda Ukaz Panayırı yapılır, burada sohbet edilir ve yarışmalar düzenlenirdi. Spor ve şiir yarışmaları yapılır, kazanan şiirler Kâbe’nin duvarına asılırdı. (Muallâkāt-ı Seb‘a: Yedi seçkin manzûme)…

Avrupa’da derebeylik (feodalite) idaresi vardı. Derebeyler; bütün arazinin, emlâkin ve askerî nüfûzun sahibiydiler. Râhipler de bir üst sınıfta tutuluyordu. Geriye kalan çiftçiler, köylü ve köleler ağır mükellefiyetler (vergiler) altında idi.

İspanya’da Vizigot Krallıklarında da halk, aynı mükellefiyetler altında zorlu bir hayat sürüyordu.

Roger Garaudy’nin ifadesiyle:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den hemen sonra İspanya’nın fethi ile iki sene içinde bütün İber Yarımadası müslümanların eline geçmişti. Çünkü halk, bu baskıcı idareden memnun değildi. Müslümanlar ancak 700 sene süren bir yerleşimden sonra ülkeyi terk etmişti.

Orta Asya’da Göktürklerin gök tanrısına inançları vardı. Şamanizm denilen pagan dîne inanıyorlardı. Bu; Hinduizm, Brahmanizm, kısmen Budizm gibi mahallî putperest inançların birleşimi, tenâsüh gibi mistik ve panteist unsurlar ihtivâ eden bir din idi. Çin’de Budizm ve Şintoizm bütün bunlar pagandı.

SOSYAL DURUM:

Kast sisteminde halk sınıflara bölünmüştü: En başta Brahmanlar olmak üzere devlet adamları, en altta paryalar, hâsılı insan ve kadın hakları yok hükmünde idi.

Dünya büyük bir kurtarıcı bekliyordu.

Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’ın 12 kişilik havârîsi vardı ve onların yaymaya çalıştığı Îsevîlik, asliyetiyle yayılamamıştı. Roma’da; putperestliğinin hışmına uğrayan bu dînin inananları, arenalarda arslanların ağzına terk edilmişti. İnancım şu ki; İsa -aleyhisselâm-’ı peygamber olarak kabul edenler, müslüman olarak vefât etmişlerdir inşâallah.

Hâsılı dünyanın hâli bu vaziyette idi. İslâm’ın doğduğu dönemde; insanlar arasında hukuksuzluk, adâletsizlik ve eşitsizlik hüküm sürüyordu ve insan hakları yok hükmünde idi. Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’dan sonra altı asırlık Fetret Devri bu minval üzere devam ederken;

Yüce Allah; yedinci asrın başında insanlık başta olmak üzere bütün âlemlere rahmet, Fahr-i Kâinât, «azîm bir ahlâk»a sahip yüce Peygamber’i, bir elçi olarak insanlara göndermeyi murâd etti.

Bu büyük nimet ise Rahmân’ın bütün insanlığa merhameti sebebiyle tecellî etti.

M. Âkif üstad, ne güzel terennüm etmiş:

Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!

Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi…

Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.

Şiirde geçen kayser ifadesi, Roma İmparatoruna ait lakaptır. Kisrâ ise, Sâsânî (Pers) İmparatoruna ait unvandır.

Bu iki imparatorluktan Pers İmparatorluğu, Hazret-i Ömer zamanında fethedildi ve tarihe gömüldü. Doğu Roma ise; Suriye bölgesinden tard edilerek, İstanbul’a doğru uzaklaştırılmış, Fatih Sultan Mehmed zamanında tamamen tarihten silinmiştir.

Bu imparatorlukların yerine; Abbâsî, Selçuklu, Osmanlı gibi cihanşümul imparatorluklar kuruldu. Onlar asırlarca adâletin hâmîsi oldular.

İslâm dünyasındaki hâl-i hazırdaki perişanlık da o günkü dağınıklığı ve bekleyişi hatırlatmaktadır.

Niyaz ediyoruz ki; yeniden İslâm’ın nûru ile zulümler sona ersin, adâlet ve merhamet galip gelsin…