KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -1-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İSLÂM’DA CİHAD

KUR’ÂN NURDUR

Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa gönderdiği son ilâhî mesajıdır. Hakk’ın bize mektubudur.

Kur’ân-ı Kerim, şifâ ve rahmet menbaıdır. Müttakîlere hidâyet rehberidir. Mü’minlere hikmet dolu öğüt, hatırlatma ve nasihattir. Kalp ve rûha basîret nurlarıyla imdâd eden ebedî hidâyet mûcizesidir. İki cihânı feyizlendiren sonsuz berekettir. Ebedî saâdetin reçetesi ve müjdesidir.

Kur’ân-ı Kerim; gönlüne inzâl olunduğu Fahr-i Kâinât Efendimiz ile beraber, dünyada «sırât-ı müstakîm»in rehberidir. Âhirette de «Dâru’s-selâm»ın yani cennetin yol göstericisidir.

Kur’ân-ı Kerim; kendisini huşû ve huzur ile okuyup tatbik edenler için, kabirde dosttur, mahşer karanlıklarında nurdur, mahkeme-i kübrâda şefaatçidir, mîzanda en ağır gelen ecir ve sevaplardandır, sıratta imdâd-ı ilâhîdir.

Kur’ân-ı Kerim; edille-i şer‘iyyenin, yani hüküm menbaı olan şer‘î delillerin birincisidir. Onun hükmü kıyâmete kadar bâkîdir.

Kur’ân-ı Kerim; bize sahih îmânı, Allâh’a dosdoğru kulluğu, ibâdeti, en düzgün muâmelâtı, âdil ukûbâtı ve en güzel ahlâkı bildirir.

Bu makale serisinde, inşâallah Rabbimiz’in bizlere tâlimatlarını âyet âyet birlikte okuyacağız.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in ifadesiyle; Kur’ân ahlâkı, Peygamberimiz’in ahlâkıdır.

Yani;

Rasûlullah Efendimiz, Kur’ân’ın beyan buyurduğu ahlâkın en güzel mümessilidir. Bu sebeple âyetlerle beraber, hadisleri ve Allah Rasûlü’nün ashâbının ve Hak dostlarının kıssalarını da zikredeceğiz.

İKİ ZIT CEPHE

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de; insanı, yeryüzünde bir halîfe olarak yarattığını bildirir. Rabbimiz, insanları da cinleri de Zâtına kulluk için yaratmıştır. Bu kulluğu da ahsen şekilde edâ etmesini arzu etmektedir. Rabbimiz’in insanı mükerrem kılması ve yeryüzünde bu kulluk imtihanı için seçmesi üzerine, iblis de, insanı bu gayesinden uzaklaştırmak için ona düşmanlık yolunu seçmiştir.

Hayır ve şer iki uçlu bıçak mesâbesindedir.

Bu sebeple;

İmtihan dünyasında; hak ve bâtıl, hidâyet ve dalâlet, îman ve küfür, ihlâs ve nifak, tevhid ve şirk, salâh ve fesâd, şükür ve nankörlük şeklinde dâimâ ikiye ayrılmış mefhumlar ve onların müntesipleri ve tâbîleri var olmuştur.

Birinin mükâfâtı cennet, diğerinin fecî âkıbeti cehennem olan bu iki grup; insanlık tarihi boyunca mücadele hâlinde olmuştur.

Ehl-i îman ve takvâ, Hakk’ın yeryüzünde şahidi; şeytan ve avenesi ise, Allâh’ın, îmânın ve güzel ahlâkın düşmanları…

Kur’ân-ı Kerim’de bu düşmanlığın nasıl başladığı şöyle bildirilir:

“İblis dedi ki:

«–Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Sen’in doğru yolunun üstüne oturacağım.

Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.” (el- A‘râf, 16-17)

Bir tarafta; peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihler…

Diğer tarafta; küfür ve dalâlet ehli, kibirli tâğutlar ve aveneleri…

Âdem -aleyhisselâm- ve İblis…

Hâbil ve Kābil…

İbrahim -aleyhisselâm- ve Nemrud…

Musa -aleyhisselâm- ve Firavun…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Ebû Cehil… Ve günümüze kadar devam eden takipçileri…

Aslında dış dünyada yaşanan bu mücadele, insanın iç dünyasında da devam eder. Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle anlatır:

“Nefis sahibi olan kimse, Musa -aleyhisselâm- gibidir. Teni ise onun Firavun’udur. Nefis sahibi bir kimse, kendi dâhilindeki nefsi bırakır da; «Düşman nerede?» diye hâriçte aranır durur.”

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

Demek ki, dünya imtihanında muvaffakiyet için; insan hem iç dünyasında hem de dış dünyada, kendisinin ve Allâh’ın düşmanlarıyla mücadele etmek mecburiyetindedir.

Bu mücadeleye, Kur’ân-ı Kerim, «cihâd» adını vermiştir. Cihad, «kıtal»den, yani harpten çok daha şümullü, geniş bir mânâ ifade eder. Nitekim, müslümanların savaşmalarına izin verilmeyen Mekke döneminde, cihâdı emreden âyet-i kerîmeler nâzil olmuştur.

MEKKE’DEKİ CİHAD

Rabbimiz buyurur:

فَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَادًا كَب۪يرًا

“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’ân ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver!” (el-Furkān, 52)

Cihad; cehd (gayret etmek) ve içtihad (çalışkanlık, bir gaye için bütün aklî ve bedenî gayreti sarf etmek) kelimeleriyle aynı köktendir. Dolayısıyla cihad; bedenî, mâlî, ilmî ve fikrî, ferdî ve içtimâî her türlü cehd ü gayreti içine alır.

İ‘lâ-yı kelimetullah için karşılaşılacak her türlü çileye tahammül göstermeyi içine alır.

Peygamberimiz ve sahâbe-i kiram, Mekke devrinde müşriklerin zulmüne karşı müthiş bir sabır ve metânet sergilemişlerdir. Sayısız hâdiseden birkaç misal:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

•«Yalancı, kâhin, şair, mecnun» gibi nice hakaretlere uğradı.

•Kâbe’de namaz kılarken, üzerine deve işkembesi atıldı.

•Geçtiği yollara dikenler döküldü.

•Yıllarca boykota mâruz kaldı.

•Tâif’te taş yürekli kalpler tarafından taşlandı.

•Sayısız tehditlere ve sûikastlere uğradı.

Şöyle buyururdu:

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım. (En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.)” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

İlk müslümanlar nice çileler çektiler.

Bilâl-i Habeşî, Ammâr bin Yâsir, Abdullah İbn-i Mes‘ûd gibi sahâbîler nice işkenceler yaşadılar. Yâsir -radıyallâhu anh- ve Sümeyye -radıyallâhu anh- hunharca şehîd edildiler.

Hazret-i Habbâb -radıyallâhu anh-; zayıf ve fakir müslümanlardan biriydi. Kendisini himaye edecek kimse olmadığı hâlde, müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmedi. Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, ona eziyet etmeye başladılar.

Onun çıplak vücuduna demir gömlek giydirir, en sıcak günlerde güneşin altında tutarlardı. Ateşle kızdırılmış taşlara, çıplak sırtını bastırırlardı. Bütün dertleri ona bir inkâr sözü söyletmek olurdu! Fakat o, büyük bir îmanla;

“–Allah birdir, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- O’nun Peygamberi’dir!” diye haykırırdı.

Yıllar geçtiği hâlde bile, Hazret-i Habbâb’ın sırtındaki yanıkların izleri, kaybolmadı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfe iken bir gün, Habbâb’a, o günleri sordu. Habbâb kifâyetsiz kelimelerle ifade etmek yerine sırtını açtı:

“–Ey mü’minlerin emîri! Bak sırtıma!”

Hazret-i Ömer, diyor ki:

“–Doğrusu ben, böylesine tahrip olmuş bir sırtı hiç görmemiştim!

Bu işkence ve zulümlere karşı; sabır ve sebat, metânet ve cihad, bu sayıca az ilk mü’minler grubunun îmânını muazzam derecede kuvvetlendirdi. Onlar çok zor olan akāid imtihanında muvaffak oldular. Tarihteki emsalleri olan;

•Hazret-i Musa’ya îmân eden sihirbazlar,

•Ateşe atılan Ashâb-ı Uhdûd,

•Taşlanarak katledilen Habîb-i Neccâr,

•Dakyanus’un şerri yüzünden mağaraya sığınan Ashâb-ı Kehf ve;

•Aslanlara parçalattırılan ilk Îsevîler gibi,

Mekkeli ilk müslümanlar da sergiledikleri metânet ile, îmanda zirveleştiler. Nâil oldukları îmânın bedelini; ağır işkencelere, baskılara tahammül ederek ödediler.

Önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret ettiler, vatan-cüdâ oldular. Mallarını ve evlerini bıraktılar. Eşyaları gasp edildi. Kan bağının yerine îman bağını koydular. Îmân etmelerine karşı çıkan ailelerini ve akrabalarını terk ettiler.

İşte bunlar, Kur’ân’ın ve Allah Rasûlü’nün tezkiyesiyle iç dünyada ve dış dünyada yaşanan mukaddes bir cihâd idi.

İÇ DÜNYADA ve DIŞ DÜNYADA

Yine Mekke’de nâzil olan Ankebût Sûresi’nde buyurulur:

وَمَنْ جَاهَدَ فَاِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَم۪ينَ

“(Nefsiyle yahut İslâm düşmanlarıyla) cihâd eden, ancak kendisi için cihâd etmiş olur.

Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir. (O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur).” (el-Ankebût, 6)

Bu cihad hem nefse karşı yapılan mücâhede hem de İslâm düşmanlarına karşı yapılan mücadeledir. İslâm düşmanlarının, alay, hakaret, işkence, mâlî ve içtimâî muhasara ve cinayete varan baskılarına karşı koymak; bu baskıların insanın iç dünyasında meydana getirebileceği korku, endişe, vehim ve vesveseleri bertaraf edebilmek, hem içte hem de dışta büyük bir mücadele gerektirir.

Aynı sûrenin sonunda da şöyle buyurulur:

وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ

“Bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah ihsan sahipleriyle beraberdir.” (el-Ankebût, 69)

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şu îzahta bulunur:

Burada «mücâhede»nin mutlak olarak (yani kiminle cihâd olduğu tayin edilmeksizin) zikredilmesi; zâhirî ve bâtınî bütün düşmanları içine alması içindir.

Dolayısıyla cihâd iki türlüdür:

1. Nefse, nefsânî duygulara karşı cihad:

Nefsin arzularıyla ve şehvet, gazap gibi duygularıyla mücâhede ederek, onu dizginleyip terakkî ettirmek. Şu hadîs-i şerifler de bu mânâyı te’yid eder:

“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ ve heveslerine) karşı cihâd edendir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621)

“Güçlü ve kuvvetli pehlivan, herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

2. İslâm’a ve vatana yapılan mütecâviz saldırılara karşı cihad:

CİHAD NEDİR?

Kur’ân-ı Kerîm’in istediği cihad;

•Mü’minlerin canlarıyla, mallarıyla ve bütün imkânlarıyla, Allah yolunda gayret etmeleridir.

•İslâm’ın istikbâli için kendini mes’ul görmektir.

•Dünyanın her tarafına giderek hidâyetlere vesile olmaktır.

•İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak yolunda; hitâbet, kitâbet ve her türlü neşriyat vasıtasını kullanmaktır.

•Bu gaye istikametinde insanlar ile İslâm’ın arasına giren mâniaları, fitne ve zulümleri bertaraf etmektir.

Evet, yeri geldiğinde «kıtal» yani savaşmak da cihâdın muhtevâsına girmiştir. Lâkin, muârızlarının İslâm’a iftira olarak isnâd ettikleri üzere, kılıç zoruyla müslümanlaştırmak yahut toprakları elde etmek için savaşmak, İslâm’ın tatbikatında yoktur.

Peygamberimiz, savaşa da hukuk getirmiştir. Çocuk, kadın, yaşlı, harbe katılmayan din adamı gibi sivillerin incitilmemesini emretmiştir.

Cihâd asla beldeler elde etmek için, toprakları kanla sulamak değildir. İslâm’da harpler ekseriyâ tedâfüîdir yani müdafaa maksadıyla gerçekleştirilmiştir.

Başta da ifade ettiğimiz üzere; her zaman îman-küfür mücadelesi sürdüğü için, dâimâ müslümanların üzerine hücumlar olmuş, müslümanlar da bunlara karşı durmak mecburiyetinde kalmışlardır. Tarihi inceleyen bu hakikati îtirâf etmek zorunda kalır.

Cihad, gönülleri fethetmektir. İslâm fütuhâtının kalıcı olmasının sebebi de budur. İslâm fetihleri, Atillâ ve İskender istîlâları gibi parlayıp sönen değil; kalıcı ve muazzam fetihler olmuştur.

Öyle ki; fethedilen birçok beldenin halkı, müslümanların gelişini sevinç ve huzurla karşılamıştır. Suriye, Anadolu, Balkanlar’da, Bosna’da ve birçok yerde, bölge halkı başlarındaki zâlim ve zorbalardan kurtulabilmek için, fatihlere yardımcı olmuştur. Oralarda bu vesileyle İslâm kalıcı olmuştur.

Çünkü müslüman idareciler, adâlet ve insafla hükmetmişlerdir. Merhamet ve şefkatle idare etmişlerdir. Din ve vicdan hürriyeti tanımışlardır.

Bu sebeple Polonya’da;

“Vistül Nehri’nde Osmanlı atları su içmedikçe bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşmaz!” diye darb-ı meseller söylenmiştir.

CANLAR ve MALLAR

Kur’ân-ı Kerim’de; Mekke’den Medine’ye hicretten sonra, tedrîcî olarak müslümanların savaşmalarına izin verildi. Bu dönemde nâzil olan şu iki âyet-i kerîmede; mü’minlerin MALLARI ve CANLARI ile imtihan edilecekleri haber verilmekte ve sabredenler müjdelenmektedir:

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; MALLARDAN, CANLARDAN ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) SABREDENLERİ müjdele!” (el-Bakara, 155)

لَتُبْلَوُنَّ ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَذًى كَث۪يرًاۜ وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ

“Andolsun ki, MALLARINIZ ve CANLARINIZ husûsunda imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer SABREDER ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.” (Âl-i İmrân, 186)

Mekke’de sabır, sebat ve tahammül şeklinde gerçekleşen cihad; Medine’de artık bir devlete kavuşan müslümanlar için nizâmî bir hâl aldı. Mekkeli müşriklerin tehditlerine karşı, Peygamber Efendimiz, mü’minleri cihâda hazırladı.

Nitekim daha Akabe Bey‘atlerinde Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

“–Yâ Rasûlâllah! Rabbin ve kendin için bize istediğin şartı koşabilirsin.” demişti.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Rabbim için şartım, O’na ibâdet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır.

Kendi hakkımdaki şartım ise, CANLARINIZI ve MALLARINIZI nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”

Medine’den gelen mübârek sahâbe topluluğu sordular:

“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne vardır?”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben;

“–Cennet vardır!” buyurunca, oradakiler;

“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Bugün de O’nu, O’na îmanı, O’nun ahlâkını ve sünnet-i seniyyelerini korumak bu çerçevededir.

O’nun sünnetini yaşamanın ve O’nun sünnetini müdafaa etmenin bir lutfu ve bereketi de O’nun rahmet şemsiyesinin altına girebilmektir.

Eğer gönlümüzde O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olursa, O’na muhabbet ve ittibâ olursa, iki cihanda ilâhî azaptan -biiznillâh- muhafaza olunuruz. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

“Hâlbuki Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (el-Enfâl; 33)

Bu âyet-i kerîme; Rasûlullah Efendimiz yaşadığı müddetçe, O’nun içinde bulunduğu topluma azap inmeyeceğini müjdelemektedir. Müfessirler; Efendimiz’in sünnetinin, bir toplumda yaşanmaya devam ettiği müddetçe de ümmetine toplu azabın inmeyeceğini ifade etmişlerdir. Bu âyet Peygamberimiz’in Allah katındaki şeref ve kıymetine delildir.

Üftâde -kuddise sirruhû- Hazretleri der ki:

“Kâinattaki bütün intizam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şerefli vücudu iledir. O, Hakk’ın zâtının mazharı ve âlemlerin tılsımıdır. Hattâ İsa -aleyhisselâm-, cesediyle birlikte semâya yükseldiği hâlde, O’nun pâk cisminin dünyada kalmasının, cesetler âleminin ıslah ve intizamı için olduğu söylenmiştir. (Bursevî, Rûhu’l-beyân, III, 342)

Cenâb-ı Hak, muhâcirleri MALLARI ve CANLARIYLA cihâd edenler olarak tarif etti ve onların ensâr ile kardeşliklerini meth ü senâ buyurdu:

اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالَّذ۪ينَ اٰوَوْا وَنَصَرُٓوا اُو۬لٰٓئِكَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ

“Îmân edip de hicret edenler, Allah yolunda MALLARIYLA, CANLARIYLA cihâd edenler ve (muhâcirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır…” (el-Enfâl, 72)

Bu âyette birbirine kardeş olan muhâcir ve ensârın, birbirine mîrasçı oldukları da bildirilmekteydi. Daha sonra bu hüküm kaldırıldı.

Bedir Gazvesi, mü’minlerin ilk harbi ve ilk zaferi oldu. Îman asabiyeti, ırkî asabiyeti bertaraf etti.

Uhud’da ise cihad husûsunda bazı imtihanlar yaşandı.

•Başta istişâre esnasında Peygamberimiz’in müdafaayı tercih eden görüşüne muhalefet,

•Daha sonra harp esnasında okçuların mühim bir kısmının mevzilerini terk etmesi ve

•Müşriklerin orduyu arkadan kuşatması esnasında bazı müslümanların dağılması gibi birtakım imtihanlar yaşandı.

Uhud Gazvesi’nden sonra Saff Sûresi nâzil oldu. Bu sûrede; mü’minlere cihad husûsunda «yapamayacakları iddiâlı şeyleri söylememeleri» tâlim edilmiş; Cenâb-ı Hakk’ın böyle iddiâlı tavırlarla konuşanları değil, bünyân-ı mersûs / kenetlenmiş bir bina gibi, saflar hâlinde savaşanları sevdiği bildirilmiştir.

Sûrenin sonunda cihâda teşvik sadedinde şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى تِجَارَةٍ تُنْج۪يكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ ﴿10﴾ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۙ ﴿11﴾ يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً ف۪ي جَنَّاتِ عَدْنٍۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۙ ﴿12﴾ وَاُخْرٰى تُحِبُّونَهَاۜ نَصْرٌ مِنَ اللّٰهِ وَفَتْحٌ قَر۪يبٌۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿13﴾

“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?” (es-Saff, 10)

“Allah ve Rasûlü’ne inanır (îmân eder, îmânın göstergesi olarak) MALLARINIZ ve CANLARINIZLA Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

İşte bu takdirde;

Allah; sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki o güzel meskenlere koyar.

İşte bu en büyük kurtuluştur.” (es-Saff, 11-12)

“Seveceğiniz başka bir şey daha var:

Allah’tan yardım ve yakın bir fetih.

Mü’minleri (bunlarla) müjdele!” (es-Saff, 13)

Hicretin altıncı senesinde; umre için çıkılan yolun sonunda, Saff Sûresi’nde müjdelenen «Fetih ve Zafer»e bir adım daha yaklaşılmış, Hudeybiye Musâlahası akdedilmişti.

Bu dönemde çevreden birçok kabîle İslâm’a girdiler. İlk müslümanların yaşadığı çilelerden geçmeyen bu kişiler; müslüman olmalarını, Peygamber Efendimiz’e minnet olarak yüklemeye kalkıyor, bir menfaat vesilesi yapmaya çalışıyorlardı.

Ancak Cenâb-ı Hak, onların îman kıvâmının henüz yeterli olmadığını bildirdi. Gerçek mü’mini, yine «canları ve mallarıyla cihâd edenler» vasfıyla tarif etti:

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـًٔاۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿14﴾ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ ﴿15﴾

“Bedevîler;

«–İnandık» dediler.

De ki:

«–Siz îmân etmediniz, ama; ‘Boyun eğdik.’ deyin! Henüz îman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allâh’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»

Mü’minler ancak Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda MALLARIYLA ve CANLARIYLA cihâd edenlerdir. İşte sâdık olanlar / gerçek mü’minler ancak onlardır.” (el-Hucurât, 14-15)

Hicretin sekiz ve dokuzuncu yıllarında; Mekke Fethi, Mekke’nin müşriklerden temizlenmesi ve Tebük Seferi esnasında nâzil olan Tevbe Sûresi; «Canları ve mallarıyla cihâd etmek» husûsiyetinin en çok tekrarlandığı sûredir.

Siyak itibarıyla; Mekke müşriklerinin, sikāye, ridâne gibi Harem vazifeleriyle övünmelerine cevap içinde Rabbimiz, yine malları ve canlarıyla cihâd eden mü’minleri methetti ve müjdeledi:

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۙ اَعْظَمُ دَرَجَةً عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَٓائِزُونَ ﴿20﴾ يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُمْ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَهُمْ ف۪يهَا نَع۪يمٌ مُق۪يمٌۙ ﴿21﴾ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۜ اِنَّ اللّٰهَ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ ﴿22﴾

“Îmân edip de hicret edenler ve Allah yolunda MALLARIYLA, CANLARIYLA cihâd edenler; derece bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.

Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile, kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler.

Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.” (et-Tevbe, 20-22)

Mûte’nin akabinde, dokuzuncu yılda; Bizans’ın büyük hazırlıklarına karşı, Tebük Seferi kararlaştırıldı. Bu «Zorluk Seferi» için Allah yolunda cihâda teşvik ise şu âyet-i kerîmelerle duyuruldu:

اِنْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا وَجَاهِدُوا بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

“(Ey mü’minler!) Gerek hafif gerek ağır olarak savaşa çıkın, MALLARINIZLA ve CANLARINIZLA Allah yolunda cihâd edin!

Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)

Tebük Seferi’ne katılmamak için; münafıklar ve îmânı zayıf bazı mü’minler, Allah Rasûlü’nden izin istediler. Boş mazeretler ileri sürdüler. Cenâb-ı Hak, gerçek mü’minlerin cihaddan geri kalmak istemeyeceğini bildirdi:

لَا يَسْتَاْذِنُكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ

“Allâh’a ve âhiret gününe îmân edenler, MALLARIYLA, CANLARIYLA savaşmaktan (geri kalmak için) Sen’den izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir.” (et-Tevbe, 44)

Müteâkip âyet, böyle mazeretleri ancak inançta şüphe içindeki kişilerin ileri sürebileceğini bildirdi:

اِنَّمَا يَسْتَاْذِنُكَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ ف۪ي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ

“Ancak Allâh’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler.” (et-Tevbe, 45)

Tebük’e katılmayanların; cihâdı kerih görmeleri, korkaklıkları şu âyetlerle kınandı:

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلَافَ رَسُولِ اللّٰهِ وَكَرِهُٓوا اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِي الْحَرِّۜ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّاۜ لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ

“Allâh’ın Rasûlü’ne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; MALLARIYLA, CANLARIYLA Allah yolunda cihâd etmeyi çirkin gördüler;

«–Bu sıcakta sefere çıkmayın» dediler.

De ki:

«–Cehennem ateşi daha sıcaktır!»

Keşke anlasalardı!” (et-Tevbe, 81)

Samimî mü’minler ise, cihâda koştular ve ilâhî müjdelere nâil oldular:

لٰكِنِ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ جَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْخَيْرَاتُۘ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Fakat Peygamber ve O’nunla beraber inananlar; MALLARIYLA, CANLARIYLA cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.” (et-Tevbe, 88)

Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh- bu seferde şehîd olmak için duâ istemiş, Peygamber Efendimiz de onu şehâdetle müjdelemişti. Sıcak çatışmanın olmadığı bu seferde, bu sahâbî seferde hastalanarak şehîd oldu. Peygamberimiz, onu kabrine bizzat koydu.

Ebû Hayseme -radıyallâhu anh- başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medine’de kalmış, orduya iştirâk edememişti. İslâm ordusu yola çıktı. O günlerden birinde; bahçesindeki çardakta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu da davet etmişlerdi.

Ebû Hayseme; ikramlara bakarken, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının kızgın çöllerdeki hâlini tefekkür etti. Bir anda aklı başına geldi ve kendi kendisine;

“Onlar bu sıcakta Allah yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?!.” dedi.

Sofraya el bile sürmeden derhâl yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna katıldı. Onun geldiğini gören Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sevindi ve;

“–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

Tebük Seferi’ne mazeretsiz katılmayan üç sahâbî ise, dönüşte çetin bir imtihanla karşı karşıya kaldılar. Peygamberimiz bu üç sahâbîyle görüşme yasağı koydu. Kimse onlarla muhatap olmadı. Onlara âyet-i kerîmenin ifadesiyle, yeryüzü dar geldi. 55 günlük bu tecrîdin ardından, onların tevbelerinin kabulünü müjdeleyen âyetler nâzil oldu.

Bu sahâbîler, o güne kadar gerçekleşen bütün harplere katılmışlardı. Fakat Tebük’e katılmamaları üzerine böyle ağır bir şekilde tecziye edildiler.

Demek ki, cihâd emrinin gerçekleştirilmesi husûsunda; “Ben şu kadar gayret ettim, yeter!” gibi bahaneler, Allah katında asla makbul değildir.

?

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zira Allah (iyilikte bulunan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.” (el-Bakara, 195)

Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlünü bildiren şu kıssa çok ibretlidir:

Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- iki kez İstanbul’a gerçekleştirilen seferlere katıldı. Bir seferinde Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken; Medineli bir cengâver, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler hayretler içinde;

“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” demişlerdi.

Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî şöyle dedi:

“–Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz ensar hakkında nâzil oldu. (Biz ensar, Allah Rasûlü’ne misafirperverlik ettik, O’nunla gazvelere iştirâk ettik. Neyimiz varsa, Allah Rasûlü’nün yoluna bezlettik.

Daha sonra;)

Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini galip kıldığında biz; «Artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım.» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu âyeti vahyetti.

Bu âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat, bağ ve bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, Hak yolunda gayreti terk ve ihmâl etmemizdir.”

Bu ilâhî îkāza bütün samimiyetiyle kulak verip ittibâ eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri; dünyanın süsüne ve rahatına hiçbir zaman iltifat etmeyerek Allah yolunda hizmetten geri kalmamış ve nihayet katıldığı bu sefer esnasında şehîd olarak, surların yakınına (bugün kendi adıyla anılan Eyüp semtine) defnedilmiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)

Zira cihâd emrinde, namazdaki gibi vakit ve rekât sayısı; farz oruçtaki gibi gün tahdidi; zekâttaki gibi hudûdu belirleyen nisab ve nisbetler yoktur. Hac gibi, ömürde bir kez edâsı da mükellefiyeti ortadan kaldırmaz.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَجَاهِدُوا فِي اللّٰهِ حَقَّ جِهَادِه۪ۜ

“Allah uğrunda, hakkını vererek cihâd edin!..” (el-Hacc, 78)

Cihâdın hakkı, yakîn gelene kadar, yani son nefese kadar bütün gayretlerin Allah yolunda sarf edilmesidir.

Cihadsız bir müslümanlığın olamayacağını Peygamber Efendimiz şu kıssada bildirmektedir:

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum.

Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

“–Cihad yok, sadaka yok; peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!.”

Bunun üzerine;

“–Yâ Rasûlâllah! Bey‘at ediyorum.” dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim. (Ahmed, V, 224)

Âyet-i kerîmede ise şöyle buyurulur:

اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِ وَالْقُرْاٰنِۜ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذ۪ي بَايَعْتُمْ بِه۪ۜ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ ﴿111﴾

“Allah; mü’minlerden, MALLARINI ve CANLARINI, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu); Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir va‘ddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)

Tebük’ten sonra nâzil olduğu bildirilen şu âyet-i kerîme ise, cihâdın üstünlüğünü tebârüz ettirdi:

لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ غَيْرُ اُو۬لِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ وَكُلًّا وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ وَفَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ اَجْرًا عَظ۪يمًاۙ ﴿95﴾ دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةًۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا۟ ﴿96﴾

“Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla, MALLARI ve CANLARIYLA Allah yolunda cihâd edenler bir olmaz. Allah; MALLARI ve CANLARI ile cihâd edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı.

Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) va‘detmiştir; ama mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.

Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (en-Nisâ, 95-96)

Rivâyete göre;

Bu âyet ilk nâzil olduğunda -özür sahibi olanlar dışında- ibâresi mevcut değildi. Âmâ sahâbî İbn-i Ümmü Mektûm; üzüntüsünü belirtince, bu ifade ile âyet tekrar nâzil oldu.

Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm -radıyallâhu anh-; yine de bu fazîletten mahrum olmamak için, o günden sonra yapılacak savaşlara katılacağını söyleyip sancağın kendisine verilmesini istemiştir.

Âmâ olduğu için harpte faydalı olamayacağını söyleyenlere şöyle dediği rivâyet edilir:

“–Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Çünkü ben âmâ olduğum için, düşman kılıçlarını göremem, bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören müslümanların da cesaret, kahramanlık ve heyecanı artar.”

Ne büyük bir îman heyecanı!..

Rabbimiz, bizlere yolunda canları ve mallarıyla cihâd eden ashâb-ı kirâmın şuurunu nasîb eylesin. Cephelerde din ve vatan düşmanlarıyla mücâhede eden Mehmetçiklerimize zaferler ve fetihler nasîb eylesin! Âmîn!..