O (S.A.V) Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hâsıl Etti? -8-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

KULUN KIYMETİ: DUÂ

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; dâimâ Cenâb-ı Hakk’a duâ, niyaz, hamd, şükür ve zikir hâlinde yaşadı. Ashâbına da Rabbe ilticâ hâlinde yaşamayı tâlim buyurdu.

Çünkü;

Cenâb-ı Hakk’ın katında insanın kıymet ve değeri, ancak kulluğu ve Allah Teâlâ’ya yakarışı nisbetindedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلْ مَا يَعْبَؤُ۬ا بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُ۬كُمْۚ

“(Rasûlüm!) De ki:

«Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!?. (Duânız yoksa ne kıymetiniz var!?.)…»” (el-Furkān, 77)

Nitekim ilk insan Hazret-i Âdem ve zevcesi Hazret-i Havvâ; yasak ağaca yaklaşınca, cennetten uzaklaştırıldılar ve dünyaya gönderildiler. Evvelâ yıllarca ayrı ayrı nedâmetle tevbe ettiler, daha sonra bir araya gelip Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Şöyle yalvardılar:

“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz.” (el-A‘râf, 23)

Cenâb-ı Hak da onların tevbe ve istiğfarlarını kabul etti. Gözyaşıyla ilticâ etmelerinden hoşnut oldu. Onlara mağfiret kapısını açtı.

MELEKLERİN KAPIŞTIĞI İNCİLER

Gözyaşı, ilâhî muhabbet bağına girenler için tevbe pınarıdır. Günahları yıkar, temizler. Rabbe karşı bir şükrandır.

Gözyaşı, Cenâb-ı Hakk’ın ümit dergâhıdır. Bütün ümitlerin kesildiği bir anda bu dergâhın eşiğinde ağlayabilenlere ne mutlu! Onlar gerçek bahtiyarlardır.

Samimî gözyaşları ile âlemi seyredenler için o damlaların her biri; bağrında bin bir okyanus sergileyen aynalar gibidir ki, her zerrede ilâhî sır ve hikmetler âşikâr ve ayandır. Nice okunamayan hikmet sayfaları onunla okunur. Zira gözyaşı; kelimelerin taşıyamayacağı mânâları yüklenen ve ifade edebilen bir ilâhî lisandır ki, kul onunla, kendisinin bile hayâl edemeyeceği şeyleri Rabbinden istemiş olur…

Allah için gözlerden dökülen bir damlanın değerini şu kıssa ne güzel ifade eder:

Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû-, bir gün yolda giderken gökten meleklerin indiğini ve yerden bir şeyler kapıştıklarını gördü. Onlardan birine;

“–Kapıştığınız şey nedir?” diye sordu.

Melek cevap verdi:

“–Bir Allah dostu buradan geçerken iştiyakla bir; «Âh!..» çekti ve gözünden birkaç damla yaş döküldü. Bu vesile ile Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olalım diye o damlaları kapışıyoruz.”

Cenâb-ı Hak; kulun ibâdetine ve samimî gözyaşlarına çok kıymet verir. Zira Rabbimiz; insanı, Zâtına kulluk için yarattı. Bunun ilk şartı da kişinin, Rabbini tanımasıdır. Hayatın gayesi de mârifetullah tahsilidir.

Nitekim Rabbimiz, «gerçek bilen», yani mârifetullah»tan nasîb alan kullarının vasıfları arasında;

وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّه۪

“…Rabbinin rahmetini umarlar…” (ez-Zümer, 9) buyurmaktadır.

Bu hâlin en müstesnâ örneklerinden biri Hazret-i İbrahim’dir.

HALÎLULLÂH’IN DUÂLARI

İbrahim -aleyhisselâm-; malıyla, canıyla ve evlâdıyla, Allah yolunda fedâkârlıkta bulunmuş, Halîlullah mertebesine böylece vâsıl olmuştur. Ancak yükseldiği o ulvî makamda, karşısında nice ufuklar açılmış, ötelerden kendisine nice muhteşem tecellîler gelmiş ve o da bu tecellîler karşısında acziyete bürünerek şöyle niyâz etmiştir:

وَلَا تُخْزِن۪ي يَوْمَ يُبْعَثُونَۙ

“(Yâ Rabbî! İnsanların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!..” (Bkz. eş-Şuarâ, 87)

Demek ki, âhiret ne muazzam ve ne dehşetli bir gündür! O günün dehşeti karşısında, Halîlullah makamına eren, «ulü’l-azim»den olan, yani en büyük peygamberlerden biri olan Hazret-i İbrahim de mahviyet ve hiçlik hâlindedir. O günün azameti karşısında, Cenâb-ı Hakk’a arz-ı hâl içindedir. Sonsuz bir ilticâ hâlindedir.

Peygamberimiz’in şu duâsı da bize böyle bir îkaz mahiyetindedir:

اَللّٰهُمَّ اِنّ۪ى اَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

“Kabir azâbından, ateş (cehennem) azâbından yâ Rabbî Sana sığınırım…” (Buhârî, Ezân, 149)

Bu duâlar, ilâhî azamet karşısında Peygamber Efendimiz’in bir titreyişidir ve bizi îkāz edici ve sakındırıcı feryatlarıdır.

Zira Peygamberler, şefkat ve merhamet âbidesidirler. Duâları ve niyazları da bizlere şefkat içindir. Onlar «Nefsî! Nefsî!» demezler. «Ümmetî! Ümmetî!» diye ümmetleri için niyaz ve yakarış içindedirler.

Hazret-i İbrahim’in şu duâsında bu dertlenişi temâşâ etmekteyiz:

MÜ’MİNİN DÖRT DERDİ

İbrahim -aleyhisselâm-’ın, Kur’ân-ı Kerim’de bizlere de tâlim buyurulan ve namazların son ka‘delerinde okuduğumuz duâsı şöyledir:

رَبِّ اجْعَلْن۪ي مُق۪يمَ الصَّلٰوةِ
وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۗ رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَٓاءِ

رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ
يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟

“Yâ Rabbî;

Beni; huşû ile namaz kılanlardan eyle!

Zürriyetimi de namaz kılanlardan eyle!..

Yâ Rabbî! Hesabın görüleceği gün, beni, anne-babamı ve (cümle) mü’minleri bağışla!..” (İbrahim, 40-41)

Demek ki bir mü’minin dört derdi olmalı:

1. Bir mü’minin en büyük endişesi, önce kendisinin; namazı, kalp ve beden âhengi içinde, Allâh’a yaklaştırıcı bir mîrac vasfında kılabilmesi olmalı.

Zira insan önce kendisini inşâ etmedikçe, başkalarına yardımcı olamaz.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in namaz hakkındaki tâlimatları:

“Namazı, benim kıldığım gibi, (beni nasıl kılıyor görüyorsanız öyle) kılın!” (Buhârî, Ezân, 18)

“Namazı, hayata vedâ eden bir kimsenin kıldığı namaz gibi, (son namazın gibi) kıl!” (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)

2. Sonra mü’min, evlâdını da din ve îman yolunda seferber etmeli. Evlâdına, onu ehl-i salât eyleyecek bir terbiye vermeli. Kur’ân’ın hurûfunu, hudûdunu ve hulkunu, evlâdına tâlîm edebilecek bir eğitimi tercih etmeli. Ezcümle, evlâdına İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakmalı.

3. Bir mü’min, anne-babasının hayrı ve saâdeti için gayret etmeli. Onlar için bir sadaka-i câriye olmayı gaye edinmelidir.

4. Son olarak bir mü’min, bütün mü’minlerin derdiyle dertlenmeli. İçtimâîleşmeli… Bütün mü’minleri, hattâ bütün insanlığı; kendine zimmetli olarak addetmeli… Devrin akışından kendini mes’ul görmeli…

FİİLÎ DUÂ: FEDÂKÂRLIK

Duâ, sadece kavlî değildir. Amel-i sâlihler, fedâkârâne hizmet ve gayretler de fiilî duâdır.

Hazret-i İbrahim’in diğer bir fârikası fedâkârlığıdır.

Fedâkârlık, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımızı gösteren en mühim alâmettir. Çünkü insan; sevdiği için, sevdiği kadar fedâkârlıkta bulunur. Bu fedâkârlık; sözde değil, malda, canda ve evlâtta fedâkârlıktır.

Hazret-i İbrahim; malı, canı ve evlâdıyla fedâkârlıkta bulundu. Evlâdı İsmail’i Allah yolunda kurban ediş emrine tam bir teslîmiyet gösterdi. Cenâb-ı Hak ise; onun samimî sadâkatine mukabil, semâdan bir kurban göndererek İsmail’i kurban edilmekten âzâd etti. Cenâb-ı Hak; Hazret-i İbrahim’in nâmını, kıyâmete kadar bizlere namazlarda, salât ü selâmlarda tekrar ettirdi.

Kurban hâdisesinde ne büyük sırlar vardır:

Rabbimiz, bizlerden evlâtlarımızı kurban etmemizi istemiyor. Fakat onları, Allah’tan birer emânet bilerek, İslâm terbiyesiyle yetiştirmemizi emrediyor.

Bugün fânî dünyanın albenili, câzibedar tekliflerini bir tarafa itip, evlâtları, Allah yolunda yetiştirebilmek çok büyük bir fedâkârlıktır.

Çünkü İsmail -aleyhisselâm- hâdisesini ve kurbanı tefekkür ettiğimizde görüyoruz ki;

Rabbimiz; bizden evlâtlarımızın fânî bedenlerine, gıdâlarına ve kıyafetlerine gösterdiğimiz ihtimamdan ziyade, onların kalplerine, ruhlarına ve mâneviyatlarına ihtimam göstermemizi emrediyor.

Evlâtlarımızın dünyalarını mâmûr etmemizden ve onlara maddî bir mîras bırakmaya gayret etmemizden ziyade, onların âhiretlerini mâmûr etmemizi, onlara mânevî bir mîras, yani İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakmaya cehd etmemizi emrediyor.

Bu, Cenâb-ı Hakk’a olan sadâkatimizin ve sayısız nimetlerine şükrümüzün bir ifadesidir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Kurbanların) ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hacc, 37)

Mânevî olarak düşündüğümüzde;

Evlâtlarımızdan da ölümden öteye geçecek ve âhirete intikal edecek olan şeyler; onların fânî bedenleri değil, onlara yedirdiklerimiz değil, içirdiklerimiz değil, onların şu fânî hayatta elde ettikleri mallar, süsler, ziynetler değil, makamlar, apoletler ve sıfatlar değil, ancak Rabbimiz için îfâ edecekleri sâlih amellerdir. Yani onları kalb-i selîme nâil edecek gayretleridir, takvâlarıdır.

Kurban hâdisesi sırlarla doludur. Bu hâdisede, sadece Hazret-i İbrahim teslîmiyet göstermemiştir. Hazret-i İsmail ve Hazret-i Hâcer de kâ‘bına varılmaz bir teslîmiyet sergilemişlerdir.

Demek ki; Hak yolunda fedâkârlık, huzurlu bir aile ve ailede başlayan mânevî bir terbiye ve tahsili îcâb ettirmektedir.

İsmail -aleyhisselâm-; annesi Hazret-i Hâcer ve babası Hazret-i İbrahim’in terbiyesiyle, karşılaştığı bu ağır imtihanda ne büyük bir teslîmiyet ve rızâ göstermiştir!.. Babası Hazret-i İbrahim; ona Rabbinin emrini bildirdiğinde;

“–(Rabbim ne emretti ise, râzıyım!) Emrolunduğun vazifeyi yerine getir ey babacığım! Beni inşâallah sabredenlerden bulacaksın.” dedi. (es-Sâffât, 102)

Bu tefekkürle soralım:

Evlâtlarımızı, bizler de Allâh’ın emirlerine teslîmiyet gösterecek şekilde yetiştirebiliyor muyuz?

Bir anne, baba veya evlât olarak, aile hayatımız, Rabbimiz’in arzularına muvâfık mı?

Bu tefekkürlerle kurbanı idrâk etmemiz gerekir. Zira;

Kurban, Allâh’a yaklaşmak demektir. Fedâkârlık demektir. Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi;

“Kurban, bir et-kebap bayramı değildir.”

Hayat bir imtihandır. O imtihanda muvaffakiyetin tek çaresi de fedâkârlıktır. Aslında tefekkür edildiğinde görülür ki; Allah yolunda fedâ olmamak ve fedâkâr olmamak, Hak’tan uzaklaşmak ve perişan olmaktır.

Fedâkârlığın hudûdunu ve sonsuzluğunu Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:

“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Bunun en müşahhas misâli, Allah Rasûlü’nün terbiyesinde yetişmiş olan ashâb-ı kiramdır. Onlar dâimâ;

«‒Malım, canım, anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!» dediler. Fedâkârlığı canlarına minnet bildiler. Cellâtların parlayan kılıçlarının yanında hiç korkmadan Allah Rasûlü’nün mektubunu krallara okudular.

Tarihimizde; Fatih’in askerleri de, İstanbul surlarını aşarken yukarıdan dökülen kızgın alevlere karşı yürüdüler, önlerindeki şehîd olunca aynı şevkle;

“‒Şehidlik sırası bizde!” diyerek ileri atıldılar. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in iltifatına nâil oldular.* Fânî bedenlerinden sonra ümmete misâl olarak hem Hak katında hem de mü’min gönüllerde ebedîleştiler.

İKİ ATEŞ ARASINDA

Cenâb-ı Hak; hayat imtihanında bize musallat olup, muvaffakiyetimize mâni olmayan çalışan iki düşman verdi:

Nefs ve şeytan.

Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek için bu iki düşmanı bertaraf edebilmemiz lâzım.

Kâinattaki vaziyetimiz de buna bir misal:

Güneş muazzam bir ateş topu. Âdetâ cehennem… Dünyanın merkezi de mağma… O da bir ateş denizi… İki ateş arasında Cenâb-ı Hak bize huzur ve selâmet içinde bir hayat yaşatıyor.

Aynı şekilde nefs ve şeytanın tasallutundan Allâh’a sığınarak, istikamet içinde bir hayat yaşayabilirsek, âhirette ebedî kurtuluşa nâil olanlardan oluruz.

Bu iki ateş karşısında tek çaremiz:

ALLÂH’A İLTİCÂ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ

“Allâh’a koşun!..” (ez-Zâriyât, 50)

Cenâb-ı Hakk’a ilticâ, yegâne çaremizdir. Zira insan ne kadar gayret etse, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği sayısız nimetlerin bir tanesini dahî ödemesine imkân yoktur. Meselâ;

“Ver gözünü, al dünyayı!..” denilse kimse veremez. Gözünden vazgeçemez. Bir ömür boyu edâ edilen bütün ibâdetler, bir tek gözün şükrünü ifade etmez.

Bu bakımdan;

Rabbimiz’e ilticâ etmekten, O’ndan bağışlanma dilemekten başka çaremiz yoktur.

Duâ, Cenâb-ı Hakk’a dâimî bir ilticâdır.

Âyet-i kerîmede, cennet ehli müttakîlerin vasıflarından biri şöyle ifade buyurulur:

وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ

“…Seher vaktinde Allah’tan bağışlanma dileyenler.” (Âl-i İmrân, 17)

Cenâb-ı Hak; bilhassa seherlerde Zâtına sığınmamızı, istiğfâr etmemizi, yani Kendisinden bağışlanma dilememizi istiyor. Bundan hiç kimse istisnâ değil.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir niyazı da şuydu:

“Ey Allâh’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar bile beni nefsime bırakma!” (Câmiu’s-Sağîr, I, 58)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; gelmiş geçmiş zelleleri bile bağışlanmış olduğu hâlde diyordu ki:

“Ben günde yetmiş defadan fazla, (bir başka rivâyette 100 defa) Allah’tan beni bağışlaması için duâ ediyorum.” (Bkz. Ebû Dâvud, Vitr, 26; Ahmed, II, 450)

Öyleyse kusurlarla dolu olan bizlerin dilleri ve kalpleri, bilhassa seherlerde, her fırsatta ve her demde dâimâ istiğfâr ile dolu olmalıdır.

Peygamberler ve gönül ehli insanlar dâimâ duâ hâlinde yaşamışlardır.

Gafiller ise, Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatlarına, emir ve yasaklarına aldırmadan, kendi kendilerine; «Benim kalbim temiz!» derler. Allâh’ın hükmünün endişesini düşünmeden, kendi kendilerine şeytânî bir aldanış hükmü vererek, nefsânî bir hayatın zebûnu olurlar.

Sanki cenneti garanti etmiş gibi; ibâdeti, duâyı ve Allâh’a ilticâyı unuturlar. Duâyı unutan kişiler, zaman içinde bedbahtlaşırlar.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:

“Duâlarınız kabul olunmayacak diye korkmuyorum. Sizin, duâ edemez hâle gelmenizden endişe ediyorum…”

Cenâb-ı Hakk’ın bizlere üsve/örnek şahsiyet olarak gönderdiği insan terbiyecileri olan peygamberlerin hayatlarını incelediğimizde, onları dâimâ duâ ve ilticâ içinde görüyoruz. Hepsi cennetle müjdelenmiş oldukları hâlde, onlar acziyet ve gözyaşı içinde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlindedirler.

Bu itibarla bütün Hak dostları da;

Yaptıkları amelleri az görerek her nefesi değerlendirme gayretinde olmuşlardır. Nitekim Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesine yazdığı mektuptaki şu ifadeleri ne kadar mânidardır:

“‒Evlâdım, hiçbir amelime güvenemiyorum. Bu acziyetimle, Allâh’ın huzûruna ancak O’nun yüce merhamet ve sonsuz rahmetine sığınarak çıkıyorum. Bana duâ ediniz!”

İTİRAF…

MAHVİYET…
ARZ-I HÂL…

Peygamberlerin ilticâlarında görüyoruz ki;

• Peygamberler; duâlarında, dâimâ bir anlık gafletlerini bile çok büyük cürümmüş gibi îtirâf ediyorlar:

ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا

“Nefsimize zulmettik!” (el-A‘râf, 23: Hazret-i Âdem)

اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ

“Zâlimlerden oldum!” (el-Enbiyâ, 82: Hazret-i Yûnus)

رَبِّ اِنّ۪ى ظَلَمْتُ نَفْس۪ى فَاغْفِرْ ل۪ى

“…Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla!..” diyerek itirafta bulunuyorlar. (el-Kasas, 16: Hazret-i Musa)

• Peygamberler; duâlarında, hiçlik ve mahviyet içinde, acziyetlerini ifade ediyorlar;

“…Eğer bizi bağışlamazsan, bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz.” (el-A‘râf, 23: Hazret-i Âdem)

“(Yûsuf -aleyhisselâm- dedi ki) Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve câhillerden olurum!..” (Yûsuf, 33: Hazret-i Yûsuf)

Bin bir debdebe ve şâşaa ortamı olan Firavun’un sarayından ayrıldıktan sonra çilelerle dolu Medyen çöllerinde Hazret-i Musa; açlık, gariplik ve muhtaçlık içinde Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmiştir:

رَبِّ اِنّ۪ي لِمَٓا اَنْزَلْتَ اِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَق۪يرٌ

“Rabbim! Doğrusu bana indireceğin en küçük bir hayra da muhtacım!” (el-Kasas, 24: Hazret-i Musa)

• Peygamberler niyazlarını ve taleplerini bilhassa son nefeste îmâna ve âhirette necâta teksif ediyorlar:

تَوَفَّن۪ى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِح۪ينَ

“(Yâ Rabbî!..) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101: Hazret-i Yûsuf)

اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا
وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ
وَاكْتُبْ لَنَا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً
وَفِي الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَۜ

“…Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize merhamet et! Sen bağışlayanların en hayırlısısın!

Bize, bu dünyada da hasene / iyilik yaz âhirette de. Şüphesiz biz Sana yönelip geldik…” (el-A‘râf, 155-156: Hazret-i Musa)

رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَدْخِلْن۪ي بِرَحْمَتِكَ ف۪ي عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ

“Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın sâlih ameller yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni sâlih kulların arasına kat!..” (en-Neml, 19: Hazret-i Süleyman)

İstiğfârın en büyük neticesi, Cenâb-ı Hakk’a yanık bir gönül hassâsiyetiyle yaklaşabilmektir.

Cenâb-ı Hak, tevbe ve istiğfâr eden kullarını sıkıntılardan kurtarır ve onlara pek çok lütuflarda bulunur.

Bir defasında Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne dört kişi geldi. Biri kuraklıktan, diğeri fakirlikten, öteki tarlasının verimsizliğinden, bir başkası da çocuğunun olmayışından şikâyette bulunmuş, Hazret’ten duâ talep etmişlerdi. Bu büyük velî, onların her birine «istiğfâr»ı tavsiye etti. Yanındakiler kendisine;

“–Efendim, bu kimselerin dert ve sıkıntıları farklı farklı, lâkin siz hepsine aynı şeyi tavsiye ettiniz?!.” dediler. Hasan-ı Basrî Hazretleri, onlara şu âyet-i kerîmeyi okuyarak cevap verdi:

“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!” (Nûh, 10-12)(İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 98; Aynî, Umdetü’l-Kārî, Beyrut ts. XXII, 277-278)

EFENDİMİZ’İN DUÂLARI

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyâz ederlerdi:

يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْب۪ى عَلٰى د۪ينِكَ

“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren (Allâh’ım!) Kalbimi dîninde sâbit eyle!” (Tirmizî, Deavât, 89/3522; Ahmed, IV, 182, VI, 91)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet olunduğuna göre, Peygamber Efendimiz; gece teheccüde kalktığında şöyle duâ ederlerdi:

اَللّٰهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ، أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَنْ ف۪يهِنَّ، وَلَكَ الْحَمْدُ، أَنْتَ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَنْ ف۪يهِنَّ، وَلَكَ الْحَمْدُ، أَنْتَ مَلِكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَنْ ف۪يهِنَّ، وَلَكَ الْحَمْدُ، أَنْتَ الْحَقُّ، وَوَعْدُكَ حَقٌّ، وَلِقَاؤُكَ حَقٌّ، وَقَوْلُكَ حَقٌّ، وَالْجَنَّةُ حَقٌّ، وَالنَّارُ حَقٌّ، وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ، وَمُحَمَّدٌ (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) حَقٌّ، وَالسَّاعَةُ حَقٌّ.

اَللّٰهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ، وَبِكَ اٰمَنْتُ، وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ، وَبِكَ خَاصَمْتُ، وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ، فَاغْفِرْ ل۪ي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ، أَنْتَ الْمُقَدِّمُ وَأَنْتَ الْمُؤَخِّرُ، لاَ إِلٰهَ إِلاَّ أَنْتَ وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ.

“Allâh’ım Sana hamdolsun! Sen bütün semâları, arzı ve onlardakileri ayakta tutansın.

Hamd Sana mahsustur ey Rabbim! Sen semâlarda, arzda ve onlarda ne varsa hepsinin nûrusun.

Hamd Sana mahsustur ey Rabbim! Sen semâların, arzın ve onlardakilerin hâkimi ve hükümdarısın.

Ve Sana yine hamdolsun ki, sen Hak’sın. Senin va‘din de haktır, Sana kavuşmak da haktır, sözün de haktır, cennet de haktır, ateş de haktır, nebîler de haktır, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de haktır, kıyâmet de haktır.

Allâh’ım Sana teslim oldum! Sana îmân ettim, Sana tevekkül ettim ve Sana yöneldim. (İnanmayanlara karşı) Sana istinâd ederek mücadele ettim ve ancak Sen’in hükmünü ve hakemliğini kabul ettim.

Benim evvelki yaptıklarımı da sonradan yapacaklarımı da gizli yaptıklarımı da açıktan yaptıklarımı da mağfiret eyle!.. Öne alan da Sen’sin, geriye bırakan da Sen’sin. Sen’den başka ilâh yoktur. (Günahtan kaçacak) güç ve (ibâdet edecek) kuvvet, ancak Allâh’ın yardımıyla kazanılabilir.” (Buhârî, Teheccüd, 1; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl, 9)

Peygamber Efendimiz, ümmeti için de çok duâ etmiştir. Nitekim bir hadîs-i şeriflerinde, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine üç makbul duâ hakkı verdiğini ifade buyurmuş, sonra da sözlerine şöyle devam etmişlerdir:

“…Bunun üzerine ben;

«Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle! Allâh’ım! Ümmetimi mağfiret eyle!» diye duâ ettim.

Üçüncü isteğimi de bütün mahlûkātın, hattâ İbrahim -aleyhisselâm-’ın bile bana muhtaç olacağı ve benden şefaat dileyeceği güne bıraktım.” (Müslim, Müsâfirîn, 273)

YÂ MÜCÎBE’D-DAAVÂT!..

Duâları kabul eden Allah Teâlâ’dır. O’nun esmâ-i hüs­nâsından / en güzel isimlerinden biri de «اَلْمُج۪يب el-Mücîb / Duâlara icâbet eden»dir.

Cenâb-ı Hak kabul etmedikçe, hiç kimsenin duâsı kabul olmaz. Peygamber Efendimiz de, ümmeti için niyâz ettiği bir duâsının kabul edilmediğini şöyle ifade buyurur:

“Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi:

•Rabbimden ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helâk etmemesini talep ettim, bunu bana verdi.

•Ümmetimi (tufan misali toptan) suda boğulma sûretiyle helâk etmemesini diledim, bana bunu da verdi.

•Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu ise geri çevrildi.” (Müslim, Fiten, 19-20; Tirmizî, Fiten, 14)

Bu duânın kabul edilmemesi yani, ümmete tefrikaya düşmemek şeklinde bir teminat verilmemiş olmasında, -Allâhu a‘lem- hikmet şudur:

Dünya, imtihan âlemidir. İmtihansız cennete girilemeyeceği bildirilmiştir. Ümmetin önündeki en mühim imtihanlardan biri de birlik ve beraberlik, vahdet ve uhuvvet şuurunun kaybedilmemesidir.

Bizlere düşen vazife; Peygamber Efendimiz’in tahakkukunu çok istediği için, Rabbimiz’e yalvardığı bu birlik, beraberlik ve kardeşliği, kendi hayatlarımızda ve kendi topluluklarımızda fiilen gerçekleştirmemizdir. Böylece kıyâmette Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek yüzünü tebessüm ettirme bahtiyarlığına nâil olmuş oluruz.

Cenâb-ı Hakk’ın kullarına tâlimatı:

“‒Tecessüs etmeyin! (Din kardeşlerinizde kusur aramayın!)” (Bkz. el-Hucurât, 12)

“‒Ayrılığa düşmeyin, fırkalara ayrılmayın!” (Bkz. Âl-i İmran, 103)

Yâ Rabbî!

Cümlemize Rasûlullah Efendimiz’in hâlinden bir tecellî nasîb eyle!

Âmîn!.. (Duâ bahsinin devamı, Ağustos sayımızda yer alacaktır.)

________________

* Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..” (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300)