GÜZEL KONUŞMANIN SIRLARINDAN BİRİ

YAZAR : Asım UÇAROK

Güzel konuşmanın, güzel yazmaktan bir farkı vardır:

Doğru telâffuz.

Yazarken, esas aldığımız İstanbul ağzıyla yazarız. Konuşma ağzını, mahallî şîve farklılıklarını yazımıza yansıtmayız. Yazıda kullandığımız bilgisayar programları bile, bugün kısmen tashih tekliflerinde bulunuyor.

Fakat iş telâffuza gelince ayrı bir ihtimam gerekiyor.

Mahallî ağızla, memleket şîvesiyle konuşmak ayıplanacak bir şey değil. Bu, kendi içinde tutarlı bir ağızdır. Bazı insanlar kendiliğinden, bulundukları ortamın lisânına ayak uydururlar. Kimisi ise hiçbir şekilde bu yapıyı düzeltemez.

Sokak ağzı ise yanlışlarla malûldür. Günümüzde «muhâtab»ın, «muhattap», «rahat»ın «rahad», «nisâ»nın «nîsâ», şeklinde hatalı telâffuz edilmesi, yaygın. Fakat bu hatalar, umuma hitap eden ve münevver bir şahsiyet olması beklenen; muallim, hoca, imam-hatip, radyo-televizyon sunucusu, programcısı gibi kişilere asla yakışmaz. Bu meslekleri icrâ edenler için, doğru telâffuz; vazifelerinin olmazsa olmazıdır. Bu kişiler; bol bol lügat karıştırmalı, doğru telâffuz sahasında yazılan eserleri ve hazırlanan programları takip etmeli ve seminerlere katılmalıdır.*

Doğru telâffuza en büyük katkı, İstanbul Türkçesini doğru ve güzel konuşan insanları dinleyebilmektir.

Mühim tavsiyelerden biri de, Osmanlıca öğrenmektir. Kelimelerin menşeini, aslını ve kök dilini bilmek, doğru telâffuzda mühim bir yardımcıdır.

Bu vesileyle yazımızda günümüzde rastladığımız telâffuz hatalarından sadece uzun hece-kısa hece ile alâkalı olanlara temas edelim:

UZUN SESLİLERİMİZ

Necip Fazıl’ın tabiriyle bülbül kokan İstanbul Türkçesi, asırlarca Bâkîler, Zâtîler, Nef‘îlerin… dilinde yoğrulmuş «haddeden geçmiş, yâl ü bâl olmuş» bir lisandır. Bu Türkçenin, kopup geldiği Asya’daki kardeşlerinden mühim bir farkı; uzun seslileridir. Nihad Sami BANARLI’nın «Türkçenin Sırları»nda geniş şekilde anlattığı üzere, zaten sesli harf zenginliğine sahip olan Türkçemiz, çeken, uzun seslerle de âhengine âhenk katmıştır.

KİFÂYETSİZ LÂTİN

Bugün hatalı telâffuzlarla bu âhengi birçok kelimede kaybetmek üzereyiz. Bunda maalesef Lâtin harflerinin tesiri çoktur. Çünkü; bu uzun sesler ancak; «â û î» gibi hususî işaretlerle gösterilebilmiştir. Hâlbuki bu düzeltme işareti, başka maksatlar için de kullanılır. Meselâ; klâs, ambalâj, billûr gibi kelimelerdeki «L» harfinin ince olduğunu göstermek gibi. Hattâ bir dönem, «kemâl, zevâl» gibi kendisinden sonraki harfin ince olduğunu göstermek için dahî kullanılmıştır.

Uzun sesi gösteren doğru transkripsiyon işareti; «ā ū ī» şeklindedir. Fakat bu işaretleri daktilo ve klâvyelerde kolayca kullanmak mümkün değildir.

Düzeltme işareti (^) uzun sesi göstermek için kullanılmışsa da, onların da yıldan yıla ilân edilen imlâ kılavuzlarına bir konulup bir kaldırılması, günümüzde;

«Kullanılmasına artık gerek kalmadı!» şeklinde yanlış bir anlayışın yerleşmesine sebebiyet vermiştir.

Diğer taraftan lisânımızda çokça var olan uzun seslerin her birini göstermek de açıkçası imlâya güçlük vermektedir. Günümüzde bazı müesseselerin dînî neşriyatında bütün şapkalar konulmaya devam etmektedir.

➢Uzun seslerin kısa telâffuz edilmesi, Türkçemizin âhengini bozmaktadır. Meselâ;

“Oğlumuz dünyâya geldi.” cümlesinin; “Oğlumuz dün yaya geldi!” şeklinde anlaşılacak bir telâffuzla seslendirilmesi, dinleyenlerin âsâbını bozabilmektedir.

MÂNÂ BOZULUR

➢Uzun hecede en mühim mesele ise, kısa okunduğunda mânânın bozulmasıdır:

•Rakip ile râkip iki ayrı kelimedir. Birincisi «rekabet eden» ikincisi «binen» demektir.

•Katil «cinayet», kātil ise «cinayet işleyen» demektir.

•Alem, «bayrak, nişan, kubbe-minare tepeliği» demektir. Âlem ise «kâinat, dünya, sistem» mânâlarına gelir.

•Hakîm «hikmet sahibi, bilge» demek iken, hâkim «hüküm veren, kadı» mânâsındadır.

Bu meselede dikkat edilmesi gereken bir nokta daha vardır:

Aynı hece hem uzun telâffuzla, hem kısa telâffuzla okunabilir.

Meselâ «Nur» kelimesini düşünelim. Bu kelime «Nûr» olsa da «R» harfinde durduğumuz müddetçe, bu uzun sesi vurgulamayız. «Nurda, nurdan, nurlu, nursuz» kelimeleri de böyledir. Fakat «Nûr’u», «Nûr’a», «Nûri» gibi kelimelerde, «R» harfi ses aldığı için; öncesindeki hece serbest kalır ve ondaki sesli harf de ortaya çıkar.

«Cihan. Cihânı. Miktar. Miktârı. Hayat. Hayâtı…» misallerinde olduğu gibi.

TABİÎ ZİHAFLAR

Burada bir istisnâmız var: Eğer Türkçemizde bu uzun ses, tamamen yok olmuş, yani artık kısa telâffuz edilir olmuş ise, biz de artık o heceyi kısa seslendirmekte mâzur oluruz.

•Meselâ bugün; «kenarı, kenara» kelimelerini, «kenârı, kenâra» diye telâffuz etmiyoruz. Hâlbuki asılları böyledir.

•Hilmi, Sabri, Nûri, gibi özel isimlerin son hecelerindeki «nisbet yâ»sı da artık Türkçemizde çekimli telâffuz edilmemektedir.

•Farsça menşeli «cân» kelimesi, «canı çekmek, cana yakın» gibi birçok kalıpta uzun sesini kaybetmiş olarak kullanılmaktadır.

•Daha geniş bir grup kelimeden misal verelim: Lisânımızda; Arapçada «tef‘îl» denilen bâbdan aldığımız çok sayıda mastar vardır:

«Tâlim, teşkil, tazyik, tatbik, teşvik, terhis, tehdit…»

Bunların ikinci heceleri, Arapçada uzun hecelidir. «Teşkîl, teşvîk…» şeklinde. Fakat Türkçemizde çoğunlukla telâffuz edilmezler. Tabiî hep uzun telâffuz edenleri «tenzîh» ederiz!

Türkçede tabiî zihafa uğramış, yani çekmeden telâffuzu yaygınlık kazanmış kelimelerin aslî şeklini de bazı durumlarda kullanmaya ve doğru telâffuz etmeye devam ederiz.

ARUZ KENDİSİNE MAHSUS

Meselâ aruz şiirinde…

Aruz vezni; muhteşem âhengini, kelimelerin uzun ve kısa hecelerini gözeten kalıplarından alır.

Bazı eğitimli spikerler ve sanatkârlar; aruz bir şiiri seslendireceklerinde, onu, günümüz diksiyon kaidelerince çekimsiz telâffuz ediveriyorlar.

Hâlbuki aruz şiiri, şairin seçtiği vezin ve telâffuz tercihlerine göre okunur.

Meselâ Uğur IŞILAK, Safahat albümünde, Mehmed Âkif’in;

Zavallı çırpınıyor boyladıkça hüsrânı…
Kenâra kaçmaya olsaydı bâri dermânı.

mısralarındaki «kenâra» kelimesini, «kenara» diye telâffuz ediyor. Hâlbuki vezin bozulduğu gibi, vezne uygun olarak verdiği melodi dahî bozuluyor.

•Türkçe asıllı «yarın» kelimesi, günümüzde «yârın» diye de telâffuz edilebilmektedir. Fakat İstiklâl Marşı’mızdaki;

Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın!

mısrasındaki «yarın» kelimeleri aruz gereği kısa telâffuz edilmelidir.

•«İnsana» kelimesini günlük hayatta «insâna» şeklinde aslî şekline sâdık şekilde telâffuz etmiyoruz. Fakat, Ziya Paşa’nın;

İnsâna sadâkat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah!..

mısralarını okurken, veznin âhengini bozmamak ve aruzun tadını kaçırmamak için; «insâna» demeliyiz.

Aruzdaki bu hassasiyetten dolayı, aruz şiirlerin imlâsı da, telâffuza tam mutâbık yapılır. Yani vezne göre çekilen bütün çekimler gösterilir.

➢Kalıplaşmış terkipler ve kadîm ifadeler de aruz şiirler gibidir. Onları da aslî telâffuzla okumak icap eder:

•Meselâ «Mustafa» ismi, aslen «Mustafâ» olduğu hâlde, son hecesi günümüzde kısa heceyle telâffuz edilmektedir. Fakat «Muhammed Mustafâ -aleyhisselâm-» gibi terkiplerde aslî şekliyle telâffuz edilmesi gerekir.

•Yukarıda, «can» kelimesinin artık kısa heceyle telâffuz edildiğini söylemiştik. Fakat «cân u gönülden» tabirinde telâffuzu çekerek belirtmelidir.

ÇEKMEDİĞİ HÂLDE ÇEKİLENLER

Uzun heceleri çekmemek kadar, belki daha da kötü bir hata ise, çekmeyen heceleri çekmektir.

•«Levha, nefha, fıkra, Hamza» gibi kelimelerin ikinci hecesi uzun değildir. Âkif’in; «Bir nefhada kurtardı…» mısraı da birçok sanatkâr tarafından yanlış telâffuz edilmektedir.

•«Hibe (هبه), lisan (لسان) ve nisâ (نسا)» kelimelerinin ilk heceleri çekmez.

•«Azamet» (عظمت) kelimesinin «azâmet» olarak söylenmesi yanlıştır.

•«Saltanatı» (سلطنتى) kelimesinin «saltanâtı» diye okunması yanlıştır.

•«Gazabı» (غضبى) kelimesinin «gazâbı» şeklinde telâffuzu yanlıştır.

•«Vuslatı» (وصلتى) derken «vuslâtı» denmemelidir.

•Lakap (لقب) kelimesi, bu hususta; yanlış telâffuz şampiyonu bir kelimemizdir. Lâkap diye ilk hecesinin çekilmesi de, lakābı diye ikinci hecesinin çekilmesi de yanlıştır. Fakat yanlış telâffuzlar çok yaygındır.

•Nasip (نصيب) kelimesi de bilhassa Anadoluda «nâsip» diye hatalı olarak çekimli telâffuz edilmektedir.

•Mazhar (مظهر) olmak ifadesi, mazhâr olmak diye telâffuzu yanlıştır.

YERLEŞMEMİŞ Mİ?

“Galat-ı meşhur, lügat-i fasihten evlâdır.” denilmiştir. Yani lisâna hatalı olarak yerleşen fakat şöhret bulan imlâ ve telâffuzları, terk edilmiş doğrudan üstün tutmak gerekir.

Öyleyse; hatalı telâffuz dediğimiz bu okuyuşlar, şöhret yolunda ilerleyen galatlar değil midir? Çok uzun müddet tekrarlanır ve artık böyle kabul edilirse belki. Fakat hâlen doğru telâffuz edenler mevcuttur ve hata hatadır.

Bu kaideye doğru misal, çok daha önceden Türkçede kökleşmiş kelimelerdir:

•Meselâ «merdiven» kelimesine artık «nerdübân» diyemeyiz.

•«Kalbur»a da «kallâbur» diyemeyiz, böyle de yazamayız.

Böyle kelimeler artık Türkçemize bu şekliyle yerleşmiştir. Türk ağzının bu kelimelere uyguladığı değişiklikleri ve bu değişikliklerin yerleşmiş olmasını, millîleştirme mührü olarak kabul etmeliyiz.

Yabancı dilden geçmiş ve Türkçe tarafından aslında millîleştirilmiş kelimelerdeki değişiklikleri de böyle görmek uygun olacaktır. Günümüzde;

“«Dedektif» doğru değil, «detektif» denmesi lâzım!” tarzındaki düzeltmeleri doğru bulmuyoruz.

Bırakalım ecnebî kelimeleri, halkımız dili nasıl dönüyorsa öyle söylesin.

Fakat asırlardır kullandığımız ve şiirlere, eserlere geçmiş Arapça-Farsça kelimelerde doğrusunu öğrenme gayretleri zâit değildir.

DOĞRUSU: İSTANBUL TÜRKÇESİ

Tam burada bir hususa daha temas edelim:

Günümüzde İslâmî ilimler okumuş yahut kıraat ile meşgul olmuş bazı hocalar; Türkçe kelimeleri ayınları çatlatarak, hâ’ları hırıldatarak, peltekleri belirterek telâffuz edebiliyor.

Bu da istenen bir şey değildir. Doğru telâffuz, Türkçesidir, kelimelerin fasih Türkçemizde aldığı hâldir. Aslî dilin aynen korunması değil.

KÜLTÜR MESELESİ

Doğru telâffuz, bir kültür meselesidir. Öğrenmenin ve kendimizi geliştirmenin sonu yoktur.

Meselâ;

•«Sahra» kelimesini gördüğümüzde, aklımıza; «çöl, boş alan, kır» mânâsındaki «صحراء: Sahrâ» kelimesi gelir ve öyle telâffuz ederiz. Hâlbuki Kudüs’teki Kubbetü’s-sahra; sahrâ değil, taş mânâsındaki «صخره: Sahra»dır.

•«Mahya» kelimesini ele alalım: «Minarelerin arasında gerilen yazı» mânâsındaki «mahya»nın sonundaki hece çekmiyor. Büyük ihtimalle «mâh» kelimesinden türetilmiş. Fakat Arapça «memât»ın zıddı olan ve «Hayy, hayât» kelimeleriyle akraba olan «محيا: Mahyâ» kelimesinde, son hece çekiyor. Benzer kelimeler bu tarz hatalara düşürebilir.

NİÇİN ÖNEMLİ

Ecdâdımızdan tevârüs etmemiz gerektiği hâlde, kaybettiklerimiz arasında, kelimelerin doğru telâffuz değerleri belki pek ehemmiyetsiz gibi görünebilir. Fakat bâtın, zâhirden destek alır. Mânâ lafızdan kuvvet bulur. Nice Osmanlıca, tarih, edebiyat ve kültür meraklısı; lügatlerin, kitapların ve doğru bilgilerin peşine düşmüş ve kendisi için kayıp olan nice mânevî hazineye sahip çıkma şuurunu da böylece elde etmiştir.

«Ben Arapların en fasîhiyim!» buyurduğu rivâyet edilen (Suyûtî, el-Muzhir, Dâru’l-kutubi’l-‘ilmiyye, I-II, Beyrut, 1998, I, 209) Peygamber Efendimiz, bu sözü asla övünmek için söylememiştir. Öyle değil mi?

Asıl gayeyi anlatan bir kıssa ile bitirelim:

Hazret-i Ömer, bir gün ok atışı yapan bir gruba rastlar ve onların isabetsiz olduklarını görünce ihtarda bulunur. O gruptan biri, kendilerinin henüz eğitim almakta olduklarını ifade için bir cümle kurar fakat bu cümlede i‘râb hatası yapar.

Bunun üzerine, Hazret-i Fâruk;

“–Konuşmanızdaki hatanız bana, kötü ve isabetsiz atışınızdan daha ağır geldi. Çünkü ben Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Dilini düzelten kimseye Allah rahmet etsin!” buyurduğunu işittim.” der. (İbn-i Cinnî, el-Hasâis, s. 16; Aktaran: Turan BAHŞİ, Nahiv Öğretiminde Manzum Eserler «İbn-i Mâlik’in el-Elfiyye’si Örneği»)

___________________________
* Nisan KUMRU’nun Diyanet Radyo’daki programı,
* Nejat MUALLİMOĞLU’nun eserleri,
* TDK’nın seslendirme ihtivâ eden CD lügati tavsiye olunur.