Allah -azze ve celle-’den Kullarına Sorular! -7- HİÇ AYNI OLUR MU?

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

KIYASLAMA ve EŞİTLİK SUALLERİ

İnsan zihni, kıyaslamalar yaparak düşünür. Eşyalar, şahıslar ve hâdiseler arasında benzerlikler ve zıtlıklar kurar. Sebep ve netice bakımından değerlendirir. Birçok şeyi ancak zıddıyla anlar.

Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’de «ikili» bir ifade üslûbu vardır:

Îman ve küfür, samimiyet ve nifak, cennet ve cehennem, müttakî ve fâsık, hidâyet ve dalâlet…

İnsan beyni veya zihninin tespitleri zâhirîdir. İç yüzünü bilmediği şeyleri, dış yüzleri bakımından yanlış değerlendirebilir. Zâhirleri itibarıyla eşit sayabilir. Dînin mevzuları ise; her zaman derûnî ve bâtınî bir veçheye sahiptir.

Yedincisine geldiğimiz «Allah U’den Kullarına Sorular!» makale dizisinde, sual üslûbunun, duygu ve düşünceleri taaccüp, kınama, teşvik etme, soğutma ve ısındırma tarzında yönlendirerek düşünmeye sevk ettiğini anlatmaya çalıştık.

Türkçe Kur’ân meallerinin 300’e ulaştığı ve Kur’ân’ı anlama gayretlerinin ferdî plânda arttığı günümüzde, Kur’ân üslûbu üzerine hazırlayıcı çalışmaların ehemmiyetli olduğu âşikârdır.

«Eşit midir?» sualleri ve «X ve y bir değildir!» tarzındaki hükümler, Kur’ân üslûbunda ciddî bir yekûn tutmaktadır.

Bu üslûpta şu maksatların gözetildiğini tespit edebiliriz:

1. İnsandaki fıtrî değerlendirme ve kıyaslama mekanizmasından, dînî duygu ve düşünceleri canlandırmada istifade etmek.

2. Sığ ve vasıfsız kıyaslama ve eşitlemeleri, daha derin bir mantık ve değerlendirmeye taşımayı öğretmek.

3. Haktan uzaklaşan şeytânî, nefsânî, bâtıl anlayışları aklen ve vicdânen çürütmek.

4. Hakkı pekiştirme ve bâtılı çürütme ameliyeleri neticesinde iç dünyada, hak ve hakikatin benimsenmesine bir zemin oluşturmak.

AKL-I SELÎM

Cenâb-ı Hak; yarattığı her varlığı, kendine özgü fıtrî hususiyetlerle donatmıştır. İnsana da dünyada maîşetin, âhirette de selâmetin yollarını bulacak derecede akıl, vicdan ve idrak gibi hususiyetler lutfetmiştir. Bu, hidâyetin de temel seviyesidir.

Çocukta da akıl, faydayı ve zararı ayırt edebildiği yaşta başlar. Fakat fayda ve zarar, kısa ve uzun vâdede çeşitlendiği anda insanda akıl ve rüşd daha derin bir hâl alır. Kimi insanlar; ellerine geçen parayı, bütün îkazlara rağmen, kısa vâdeli faydalara harcayarak israf ve savurganlık yapabilir, sonunda zararını çekerler. Bunlara fıkıh dilinde «sefih / akılsız, arzularını kontrol edemeyen» denilir ve bazı kanunî tedbirlere başvurulur. Bu kişi akıl çağına gelmiştir, fakat aklını tam kullanamamaktadır. Âkıldir fakat reşîd (olgun) değildir. Bir nevî akıl zâhirdedir, bâtında kökleşmemiştir. Sathîdir, derinleşmemiştir.

İnsan, aydınlık ve karanlığı ayırt eder ve aydınlığı üstün tutar. Çünkü insan, karanlıkta göremez, âmâ gibi olur ve kontrol edilemeyen karanlık, tehlikelerle doludur. Tehlike, helâktir, ölümdür. Yolu göremeyen kaybolur.

«Işık», «görmek», «idrak etmek» ve «yolu bulmak»…

Okuyalım:

“Ne gözleri kör olanla gözleri gören eşit olur. Ne karanlıklarla aydınlık eşit olur. Ne de gölge ile sıcaklık müsâvî olur!.. (Kâfir ile mü’min, bâtıl ile hak, sevap ile azap bir olmaz.)

Dirilerle ölüler hiç de bir olmaz, (hulâsa mü’minlerle kâfirler müsâvî değildir.)

Doğrusu Allah dilediği kimseye (hakkı kabul ettirir) işittirirse de sen, kabirde bulunanlara (kalpleri ölü kâfirlere) işittirecek değilsin.” (Fâtır, 19-22)

GÖRME ENGELİ

Devrimizde yükselen bir hassâsiyetle; «kör, âmâ» yerine «görme engelli», «sağır» yerine «işitme engelli» gibi, bu fizyolojik rahatsızlıklara sahip insanları incitmeyecek ifadeler kullanılmaktadır.

Fakat Kur’ân-ı Kerim; kelime ve mefhumları hakikat ve mecaz mânâlarıyla kuvvetli bir tefekküre vasıta olarak kullandığı için, Kur’ân üslûbundan bu oldukça yeni olan kibarlığı beklememek gerekir. Zaten Kur’ân’ın «âmâ»dan asıl maksadı, kalp gözü kör olandır. (el-Hacc, 46; el-İsrâ, 72) Biz de;

“Gözünü aç, kör müsün? Görünen köy kılavuz istemez! Gözünü dört aç! Açık gözlü ol! Yanlışlara göz yumma!.. Fırsatlara karşı kör olma!.. Körler sağırlar, birbirini ağırlar!..” gibi tabirler kullanırız. Bunları kullanırken, fizyolojik olarak görme hissini kaybetmiş kimselere hakaret kastımız asla olmaz.

Cenâb-ı Hak da kâfirleri basîret gözü görmeyenler, küfrün karanlıklarında kalanlar, dolayısıyla helâke düşmüş, kalben ölü olanlar olarak vasfeder.

Okuyalım:

“Bu iki zümrenin (kâfirlerle mü’minlerin) hâli, kör ve sağır olanlarla, gören ve işiten kimselerin durumu gibidir. Hiç bunlar eşit olurlar mı? Artık düşünmez misiniz?” (Hûd, 24)

Bu kör ve sağırın mânevî vasfını 4 âyet önce Cenâb-ı Hak şöyle tarif ediyor:

“Onlar (hakkı, hakikati, gerçekleri) işitmeye tahammül etmezler ve görmezler…” (Hûd, 20)

–Âmâ ile gören eşit olur mu?

–Hangi sahada?

Allâh’a kulluk eden âmâ bir mü’min ile gözleri gören bir mü’min, Hak katında amellerinin değerlendirilmesi bakımından eşittir. Yani Cenâb-ı Hak; engelli kulunu asla toplumdaki bir gafil gibi hor görmez. Hattâ o engelli kulu; bu engele sabretmiş, rızâ ve teslîmiyet göstermişse, günümüzde «pozitif ayrımcılık» dedikleri tarzda, eşitliği bozar, ona gören kulundan daha büyük ecirler verir.

“Âmâ ile gören eşit olur mu?” suâli; insanın temel, fıtrî tercih ve isteklerini hedef almaktadır. Bir çocuğunuz olacaksa, esmer, kumral veya sarışın olması fark etmez. Fakat gözlerinin görür olup olmamasını eşit tutabilir misiniz? Asla! Yana yakıla gözlerinin görür olmasını niyaz edersiniz.

İşte Cenâb-ı Hak da basîret gözü açık, yani kendisine inanan kulları ile inanmayan, isyan eden kullarını nasıl eşit tutabilir? Mü’min ile kâfiri nasıl bir tutabilir? Elbette tutmaz. Bunlar arasında bizim gören ile görmeyen arasında gördüğümüz muazzam fark vardır.

Âmânın ne suçu var?

Akla bu sual gelebilir. Fakat belâgatta kaide şudur ki: Teşbih veya istiâre her açıdan benzerlik taşımak zorunda değildir. Asker aslana benzetilir; fakat sadece cesareti, atılganlığı, kuvvet ve kudretiyle!.. Yoksa aslanın bir hayvan olması, kuyruğunun, yelesinin bulunması vb. hiçbir vasıf bu teşbihte kastedilmemiştir.

O hâlde şöyle ayırabiliriz: Âmâlık iki türlüdür:

• Fizikî / elde olmayan / zâhirî / kula mânevî bir eksiklik katmayan…

• Mânevî / inat vb. günahlar sebebiyle kulun iradesiyle seçilen / bâtınî / kişiyi cehennemlik eden…

Yani, gözü görmeyenin suçu yok. Fakat görmemek için inat edenin suçu var.

Görmek hemen hemen bütün lisanlarda; düşünmek ve idrak etmek mânâlarını taşır. Görmeye, gözünü açmaya davet, derin düşünmeye davettir:

“…De ki: «Gözü kör olanla gören, bir olur mu? Artık düşünmez misiniz?»” (el-En‘âm, 50)

Kur’ân üslûbunda «Âmâ: Görmeyen» ile kastedilen bazen de putlardır:

“Ey Rasûlüm;

«–Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?» diye sor da (cevap beklemeyerek);

«–Allah’tır!» de.

Yine şöyle de:

«–Kendi kendilerine ne bir menfaata, ne de bir zarara sahip olmayan, Allah’tan başka, bir takım velîler mi ediniyorsunuz?»

De ki:

«–Hiç kör ile gören bir olur mu?

Yahut karanlıkla aydınlık müsâvî olur mu?»

Yoksa Allâh’a O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü.

De ki: Allah her şeyi yaratandır. O birdir, her şeye gālip ve hâkimdir.” (er-Ra‘d, 16)

Birkaç âyet-i kerîme sonrasında yine «kör» ile kastedilen, hakkı görmeyen kâfirdir:

“Şimdi, Rabbinden Sana indirilenin hakikat olduğunu bilir kimse, (mânen) kör olan (îmansız) gibi olur mu? Fakat bunu ancak vicdanı temiz, akıl sahipleri anlar.” (er-Ra‘d, 19)

«Gören»; sadece inanan değil, sâlih amellerde de bulunandır:

“Körle gören, inanıp sâlih amellerde bulunanla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz!” (el-Mü’min, 58)

İnsan zihninin, zâhiren benzer olanları aynı sınıfa koyma temâyülünde olduğunu söylemiştik. İnanç, insanın kalbinde yer tuttuğu için dışarıdan tam olarak görünmez ve mü’min ile kâfir zâhirde eşitmiş gibi görünebilir. Fakat Allah katında, tıpkı karanlıkla nur kadar ayrıdır onlar.

Evvelâ hak ile bâtılı doğru ayırmalı…

ALLÂH’I KIYASA SOKMA HATASI!..

“İmdi yaratır olan zât, yaratamaz kimse gibi midir? Artık iyice düşünmez misiniz?” (en-Nahl, 17)

Kur’ân’ın ele aldığı ana mevzulardan biri ve birincisi, «ulûhiyet»tir. Cenâb-ı Hak; âciz putların yahut birtakım fânîlerin tanrı yerine konulmasını şu suallerle kınamaktadır:

“Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allâh’a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler.” (en-Nahl, 75)

Âmâ ile gören kişiyi karşılaştırıp, «eşit değildir» dediğimizde, Allah katındaki mânevî durumlarının kastedilmediğini ifade etmiştik. Allah katında sabreden bir fakir, şükrü az bir zengini; müttakî bir âmâ, gafil bir kafa gözü göreni; bütün varlığının yarısı olan 1 dirhemi tasadduk eden kişi, kat kat fazla servetinden sadece 100.000 dirhem vereni geçip gidebilir.

Bu âyette de güçsüz bir köle ile zengin ve faal hür bir kişinin karşılaştırılması, mânevî yönden değildir. Gerçek mâbud olan Allah ile sözde tanrıların mukayesesi içindir. İnsanlar sosyal hayatlarında, ticârî vb. işlerinde dahî bu farkı görebilirken, «ulûhiyet» meselesinde nasıl aptalca isnatlar yapıp; taşa, heykele olmadık dereceler nisbet edebilmektedirler? Müfessirlere göre sualden sonra gelen; «Elhamdülillâh!» ifadesi, «akl-ı selîm»in; «Elbette eşit olmazlar!» şeklinde verdiği mukadder cevaba karşılıktır. Lâkin yine de insanların çoğu akl-ı selîm ile düşünmeyecek; fânî, âciz, çaresiz birtakım güçlere tapınacak, onlara teslim olacaktır.

Müteâkip âyet:

“Allah şu iki adamı da misal getirdi:

Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez; efendisine sade bir ağırlıktır, efendisi onu ne tarafa gönderse hiçbir hayra yaramaz. Hiç böyle bir kişi, adâletle emreden ve dosdoğru yolda bulunan kimseye müsâvî (eş) olabilir mi?

(İşte hak dîni gönderen, insanlara her türlü nimet ve rahmet ihsân eden Allah, hiç bir fayda ve zarara güçleri yetmeyen putlara ortak tutulabilir mi?)” (en-Nahl, 76)

Muvahhid (sadece Allâh’a inanan) ile müşrikin eşit olmadığını ve şirk koşan kişinin nasıl bir karmaşa içerisinde olduğunu ifade eden bir âyet:

“Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allâh’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.” (ez-Zümer, 29)

Günümüz mefhumlarıyla anlatırsak;

Putperest kişi, kime hizmet edeceğini bilemeyen çok patronlu bir işçi gibidir. Muvahhidin ise tek bir hesap mercii vardır.

Allah katında din İslâm’dır. İslâm’dan başka din talep edenlerden, bu din kabul edilmeyecektir!.. Onlar hüsrana uğrayacaktır. Öyleyse İslâm dışındaki dinlerin müntesipleri de mü’min değil kâfirdir.

MÜ’MİN ile KÂFİR

Okuyalım:

“Hiç inanan kimse, yoldan çıkan kimse gibi olur mu? Elbette bunlar bir olmaz.” (es-Secde, 18)

Allah katında ayrı olmaları, nâil veya mâruz olacakları karşılıkta da dağlar kadar fark oluşturur. Müteâkip iki âyet; inananların cennete, fâsıkların / yoldan çıkanların ateşe gideceklerini bildirir.

“Muhakkak ki takvâ sahipleri için, Rableri katında nimetleri tükenmez cennetler var. Öyle ya müslümanları, mücrim kâfirler gibi yapar mıyız, (hiç sevap bakımından onları bir tutar mıyız)? Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” (el-Kalem, 34-36)

Bu âyetler; dirilişi inkâr eden, âhiret ile alay eden; «Olmaz ya! Eğer diriltilirsek de orada da nimet içinde oluruz!» (Bkz. el-Kehf, 36; Fussilet, 50) gibi temelsiz lâflar eden müşriklere cevap mahiyetindedir.

Mü’minle kâfir arasındaki bu zâhirî benzerlik, fakat bâtınî zıtlık, birbirine karışmayan denizlerle anlatılır:

“İki deniz birbirine eşit olmaz. Bu; tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar)…” (Fâtır, 12)

Bu yanlış eşitlik telâkkîsinin, günümüz sokak ağzında da yansımaları vardır:

“İçen de ölüyor, içmeyen de ölüyor!”

Evet, ölmekte eşitler de ya öldükten sonrası?

Okuyalım:

“Âyetlerimiz hususunda haktan ayrılanlar (inkâra düşenler), Biz’e asla gizli kalmazlar, (bütün yaptıklarınızı biliriz). O hâlde ateşe atılan mı hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü (azaptan) emin olarak gelecek olan mı? Artık dilediğinizi yapın; çünkü O, bütün yaptıklarınızı görendir.” (Fussilet, 40)

Mü’min ile kâfir de eşit değildir, varacakları yer de eşit değildir. O hâlde, bu dünyadaki yaşayış ve gidişatta o farkı pekiştirmek gerekir.

Okuyalım:

“Şimdi (düşünün bakalım), yüz üstü kapanarak yürüyen mi (varılacak) yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?” (el-Mülk, 22; ayr. bkz. Yûnus, 35)

“Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, kötü işi kendisine güzel görünen ve heveslerine uyan kimse gibi olur mu?” (Muhammed, 14)

“Allâh’ın rızâsına tâbî olan kimse, Allâh’ın gazabına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan kimse gibi midir? O, ne kötü varılacak yerdir!” (Âl-i İmrân, 162)

“Dîninin binasını, sağlam bir temel olan Allah korkusu ve rızâsı üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır; yoksa binasını çökecek bir uçurumun kenarına kurup da onunla beraber cehennem ateşine yuvarlanan mı? Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 109)

Dünya hayatında; Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına riâyet etmemek noktasında da yanlış kıyaslamalar, bâtıl eşitlemeler yapılır:

YANLIŞ EŞİTLEMELER

Müşriklerin ibâdetiyle, hakikî müslümanların ibâdeti aynı şey midir? Hayır!.. (el-Enfâl, 35)

Müşriklerin hacılara yaptığı gelenekten gelme birtakım hizmetler, Allah için yapılan gerçek ibâdetlerin yerini tutar mı? Hayır!.. Okuyalım:

“Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Harâm’ın îmârını, Allâh’a ve âhiret gününe îmân edip de Allah yolunda cihâd eden kimsenin işi gibi tuttunuz…

Bunlar Allah katında bir olamazlar.

(Müşriklerin bâtıl işleri ile mü’minlerin müsbet amelleri eşit değildir.)

Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet ihsân etmez.” (et-Tevbe, 19)

Muhammed Sûresi boyunca mü’minlerin amelleriyle; müşrik, münafık ve yahudilerin amellerinin karşılaştırılması vardır.

Müşrikin infâkıyla (dîni uğruna yaptığı harcamalarla), samimî müslümanın infâkı aynı mıdır? Hayır!.. (Âl-i İmrân, 116-117; en-Nisâ, 38)

Temiz ticaret ile fâiz aynı şey midir? Müşrikler böyle iddia ediyorlardı. Kur’ân bunu reddetti. (el-Bakara, 275)

Nikâh ile zinâ eşit midir? Günümüzde bunu dile getiren gafillere bol bol rastlanıyor. Hattâ fıtrata taban tabana aykırı sapıklıklara dahî, kanunen evlilik ismini verdirmek için uğraşıyorlar.

Helâl ile haram hiç, bir olur mu? Olmaz!.. Okuyalım:

“De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu tuhafına gitse (yahut hoşuna gitse) de (bu böyledir). Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.” (el-Mâide, 100)

Mü’minlerin de gayretlileri ile tembelleri, fedâkârları ile bencilleri eşit olmaz!.. Okuyalım:

“Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın cihaddan geri kalanlarla, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar bir olmazlar.

Allah; mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından, oturanlardan çok üstün kıldı…” (en-Nisâ, 95)

Mü’minlerin arasında bile amellerin kıymeti, işlendiği zamandaki fedâkârlık farkına göre eşit değildir. Okuyalım:

“…İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce infakta bulunanlar ve savaşanlar, (diğerleri ile) bir değildir.

Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir…” (el-Hadîd, 10)

ÂKIBET DE AYNI DEĞİL

İnsan, âcizdir. Sayısız muhtaçlıklar içindedir. Açlığa dayanamaz, acıya sabredemez. Bu sebeple gölge ile sıcak dahî onun nazarında eşit değildir. Bir daire tutmak veya satın almak için arayışa geçen insanları düşünün: «Güneye cephesi var mı?» diye araştırır. Kaçıncı kat olduğuna dikkat eder. Daha neler neler… İnsanın; bütün bir sonsuz hayatını, nerede ve nasıl geçireceğini düşünmemesi mümkün mü?

“Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar; kendilerini, îmân edip sâlih ameller işleyenler gibi yapacağız, hayat ve ölümlerini bir tutacağız mı sandılar?

Ne fena hüküm veriyorlar!..” (el-Câsiye, 21)

“Hâlbuki Allah gökleri ve yeri adâletle yarattı, (zulüm olsun diye değil). Hem de herkese kazandığının karşılığı verilmek için (yarattı)… Onlara asla haksızlık edilmez.” (el-Câsiye, 22)

“(Kâfir mi hayırlıdır), yoksa âhiretin azâbından korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak, o gece saatlerinde kalkıp secde ve kıyam hâlinde ibâdet eden mi?

(Ey Rasûlüm, onlara) de ki:

«Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» Ancak gerçek akıl sahipleri anlar (öğüt alır).” (ez-Zümer, 9)

“Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu (yaratılanların boş yere yaratıldığı iddiası) inkâr edenlerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay inkâr edenlerin hâline!

Yoksa biz, îmân edip de sâlih ameller işleyenleri, o yeryüzündeki müfsidler (müşrikler) gibi yapar mıyız? Yahut Allah’tan korkan takvâ sahiplerini kâfirler gibi yapar mıyız?” (Sâd, 27-28; Bkz. ez-Zümer, 18-19, 22, 24)

Şu âyette ise daha hususî bir kıyas:

Cennet nehirleri ile cehennemdeki kaynar suların karşılaştırılması:

“(Küfürden) sakınanlara va‘dedilen cennetin hâli (şu):

•Orada tadı ve kokusu bozulmayan bir sudan ırmaklar var;

•Tadı değişmeyen bir sütten ırmaklar var;

•İçenlere lezzet veren şaraptan, (sarhoşluk vermeyen tatlı içkiden) ırmaklar var;

•Saf süzme baldan ırmaklar var… Hem orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Bir de onlara, Rablerinden bir mağfiret vardır.

Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve kaynar bir sudan su içirilip de bağırsaklarını parçalayan kimselere benzer mi?” (Muhammed, 15)

“Kendisine (cennet gibi) güzel bir vaadde biz bulunup da, kıyâmette ona kavuşan kimse, hiç geçici dünya hayatının zevkini kendisine tattırdığımız kimse gibi olur mu ki, sonra da kıyâmet günü, ateşe hazırlananlardan olacaktır?” (el-Kasas, 61)

Netice itibarıyla:

“Cehennemlik olanlarla cennetlikler bir olmaz. Cennet ehli olanlar, kurtulanlardır.” (el-Haşr, 20)

Rabbim hakkı hak bilip hakka ittibâ, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan içtinâb edenlerden eylesin!..

Aklımızın selâmetini, basîretimizin görüş ufkunu, kulak verişimizin itaat ve derinliğini artırsın…