MÜBÂREK MEVSİMDE, BEREKET YAĞMURU

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

O BİZE YAKIN, YA BİZ?

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

“(Ey Habîbim!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda (Sen kullarıma söyle:)

• Ben çok yakınım.

• Bana duâ ettikleri vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm.

O hâlde (kullarım da) Ben’im davetime uysunlar ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.” (el-Bakara, 186)

Cenâb-ı Hakk’a ne kadar yakınız, bunun muhasebesi içinde olmalıyız. O’na kalben yakın olabilmek O’nun cemâlî vasıflarıyla ahlâklanabilmemiz ile mümkün. Hayatlarımızı O’nun rızâsıyla te’lif edebilme gayretlerimizle mümkün…

Bilhassa nâil olduğumuz mübârek üç aylarda…

GANÎMET BİLMELİ

Cenâb-ı Hak; bazı vakitleri, bazı günleri ve ayları, diğerlerinden fazîletli kıldı. Tâ ki kullar; bu vakitlerde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etsin, O’na yaklaşsın, O’nun sonsuz rızâsını elde etsin.

Halk arasında üç aylar diye zikredilen bereketli mevsim de böyledir. Ramazân-ı şerîfin kıymeti çok müstesnâ. Kur’ân ile müşerref ve müseccel bir zirve… Ona hazırlık mâhiyetindeki Receb-i şerif, regāib ve mîrâc ile müzeyyen… Şâban ise Peygamber Efendimiz’in Ramazan’dan sonra en çok oruç tuttukları ay… Berat kandili de bize bu mübârek ayda ikrâm edilmiş.

Bütün bunlar; kıymetini bilenler için, büyük bir bereket sermayesi. Şuurunda olmalıyız ki;

Rahmet ve bereket mevsimine giriyoruz. Bu rahmet ve bereketi hayatımızın her safhasına yaygınlaştırabilmek için fırsatı ganîmet bilmeli; gayret etmeli, kalben uyanık, rûhen şevkle dolu ve bedenen zinde olmalıyız.

ZÂHİRDEKİ DİKKATİ, BÂTINA DA TEVCİH…

İslâm’ı yaşayan bir müslümana zâhirî haramlar çirkin gelir. Meselâ hınzır etinden ve içkiden tiksinir. Lâkin dînin güzel ahlâk ve muâmelât sahasında derinleşmeyen gafil insanlar, bâtınî haramlara aynı ehemmiyeti vermezler. Hâlbuki bâtınî haramların da çirkinliği, zâhirî haramlardan aşağı değildir. Hattâ bazen çirkinlikte daha ileridir.

Meselâ;

Zâhirî bir haram olan hınzır etini bir insan yese, vebâli kendine ait kalır.

Fakat;

Bâtınî bir haram olan gıybeti işlediği zaman, ortaya kul hakkı çıkar helâlleşmesi îcâb eder. Ayrıca gıybet, kardeşliğe zehir saçar.

Demek ki;

Zâhirî haramlardan kaçındığımız kadar hattâ belki daha fazla, bâtınî haramlardan da kaçınmamız îcâb eder.

Nedir bâtınî haramlar?

Kibir / Enâniyet: Bunlar, Cenâb-ı Hak’la ortaklıktır. «Ben» demektir. Bir müslüman mütevâzı olacak. Arz-ı endâm değil arz-ı hâl hissiyâtı içinde yaşayacak.

Haset: İlâhî taksîmata rızâsızlıktır. Bir mü’min Allah’tan râzı olacak. Şikâyeti unutacak, şükür ehli olacak. Kendi nefsi için istediğini, kardeşi için de isteyecek.

Zulüm ve acımasızlık: Bir müslüman, kimseyi incitmeyecek. Âdil, hakşinas, müsâmahakâr ve affedici olacak.

Lisânın âfetleri olan; yalan, gıybet, nemîme, iftira, kötü sözlerin hepsinden uzak duracak.

İbâdet hayatını mahveden; gaflet, riyâ, nifak, nankörlük, şikâyet gibi haramlardan da uzak duracak.

Cimrilik: Bir müslüman, pinti olmayacak, müsrif de olmayacak… Çünkü mal emânettir. İhtiyaçtan fazlasını infâk edecek. Böylece;

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla «birr»e (yani hayrın kemâline) eremezsiniz! …” (Âl-i İmrân, 92) âyetinin gösterdiği fedâkârlığı göstererek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin gayreti içinde olacak.

Zâhirî farzlar ve ibâdetler ile bâtınî farzlar ve ibâdetlerin mukayesesi de böyledir. İnsanlar; zâhirî ibâdetlere verdikleri ehemmiyeti, bâtınî hasletlere göstermeme gafletine düşebilmektedir.

Mübârek üç aylarda zâhirî ibâdetlere yoğunlaşacağız; oruçlar tutacağız, namazlar kılacağız, hatimler indireceğiz, imkânı olanlar umreye gidecek… Bunlar zâhirî ibâdetler… Bunları edâ ederken bâtınî ibâdetlere de ehemmiyet vermemiz gerekir:

Bâtınî ibâdetlerin başında «şefkat ve merhamet» gelir.

Bir nimete nâil olduğumuz zaman dâimâ şunu düşünmeliyiz:

“Allah bu nimeti bana niçin verdi? Demek ki bana bunu bir malzeme olarak verdi. Fakirleri, yoksulları, mahrumları ve yetimleri bana zimmetledi. Ben onlardan mes’ûlüm.”

Bütün mahlûkat da bize emânet. Kapımızdaki kedimizden, köpeğimizden mes’ûlüz.

Hattâ Fudayl bin Iyâz Hazretleri der ki:

“–Şayet bir kul iyilik ve ihsanların her şeklini yapsa da sahip olduğu tavuğu ihmal etse muhsinlerden yazılmaz.”

Nitekim;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün;

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kiram;

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle îzâh etti:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkāta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkāta şâmil merhamet!..” (Hâkim, IV, 185/7310)

Cömertlik: Bu merhamet ve şefkat, fiile yansıyacak. Îmânımız, meyve verecek. Bir mü’min, rahmet insanı olacak. «Kardeşlik» hissiyâtıyla, «mes’ûliyet» hissedecek, «fedâkâr» olacak.

Tevâzu: Bir müslüman mütevâzı olacak. Hiçliğini düşünecek. Abd-i âciz olduğunu idrâk edecek. «İbâdullâh»ı asla istihkar etmeyecek, kimseyi hor görmeyecek.

Kur’ân-ı Kerim’de Kārûn’a kavminin şöyle seslendiği bildirilir:

“Şımarma! Bil ki, Allah şımaranları sevmez.” (el-Kasas, 76)

Hak dostları «ben» demekten ve nefsin fahrından kaçınmışlardır. Bahâüddin Nakşibend Hazretleri de hiçlik hâlinde şöyle der:

Âlem yahşi ben yaman,
Âlem buğday ben saman!..

Adâlet: Allah, adâleti emrediyor. Bir mü’min zulmün her türlüsünden uzak ve âdil olacak. Hakkı tevzî edecek.

Sabır ve Rızâ: Bir mü’min, başına gelen musîbetlere sabredecek. Takdîre rızâ gösterecek. Allah yolunda ibâdetlerinde sebatkâr olacak. Şeytânî telkinlere karşı mukāvemetli ve metânetli olacak. Değişen hayat şartları karşısında her hâli «istikamet» üzere olacak.

Doğruluk, dürüstlük: Her sözü, muâmelâtı, ticareti dosdoğru olacak. «el-Emîn, es-Sâdık» olan Efendimiz’in sıfatlarıyla vasıflanacak. Ya hayır söyleyecek yahut da susacak. Sözleri; diken değil, gül vasfında olacak.

Muhabbet: Mü’min, lâyıkına muhabbet müstehakkına nefret ölçüsüne sahip olacak. Sevgiyi, ilâhî muhabbete merhale ve basamak eyleyecek.

Af ve müsâmaha: Mü’min, şahsı adına kimseye kin tutmayacak. Mü’min kardeşiyle arasında burûdet olmayacak. Küslük varsa barışacak. Özür dileyeni suhûletle affedecek. Affede affede affa lâyık hâle gelecek.

Bir mü’minin kulluk hayatı, zâhirden ibaret kalmayacak; ihlâs, samimiyet, huşû, hamd ve şükür kıvâmında ibâdet edecek.

Ramazân-ı şerîfe bu şekilde, bâtınî haramlardan kurtulmuş ve bâtınî farzları kazanmış bir gönül kıvâmı ile girebilirsek, ilâhî bereketten hakikî istifâde işte bu olacaktır.

Sene içinde Ramazân’ı özlüyoruz, bekliyoruz. Bu mübârek zamanların her yıl teşrif edeni gibi, bir de her gün geleni var:

SEHERLER

Bedenimizi nasıl günde 2-3 sefer doyuruyorsak, rûhumuzun da gıdâsını vermemiz zarûrîdir. Rûhumuzun gıdâsı «zikrullah»tır ve bunun da en bereketli vakti seherlerdir. Zira ilâhî feyiz ve rûhâniyetler sofrası seher vaktinde açılır.

Seherlerin ihyâsı; gündüzleri mü’min kalbine gelebilecek nefsânî günah taarruzlarına karşı, kul için bir paratoner / siper-i sâika vazifesi görür.

Seherlerde «teheccüd» çok mühimdir. Peygamber Efendimiz; gece namazını, seferlerde dahî terk etmemiştir.

Seherler, gecenin son üçte biridir ve günün bereketidir. Rûhânî hayatımızın seherlerde kazanacağı muhafaza ve kuvvet, başka bir vakitte elde edilemez.

Cenâb-ı Hak; takvâlı, ihlâslı kullarını tarif ederken seherlere dikkat çekerek;

وَالْمُسْتَغْفِر۪ينَ بِالْاَسْحَارِ

“Seher vakitlerinde istiğfâr edenler…” (Âl-i İmrân, 17) buyurmaktadır.

Rabbimiz, bu mübârek vakitlerde, kulun; «Kendisi»ne ilticâ etmesini, af ve mağfiret talep etmesini arzu etmektedir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz de ismet sıfatıyla muhafaza edildiği, geçmiş ve gelecek zelleleri de ilâhî mağfiretin teminatı altında olduğu hâlde; her gün 70 yahut 100 defa istiğfâr ettiğini ifade buyurmaktadır.

Rasûlullah Efendimiz;

“Kelime-i tevhidle îmânınızı tazeleyin…” buyurmakta… (Bkz. Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)

«Lâ ilâhe illâllah!» zikrine devam etmek… Kalpten mâsivâyı, çirkin duyguları atıp, yalnızca Allâh’a îman, muhabbet ve O’nun râzı olacağı duygularla kalbi tezyin edebilmek…

Seherlerin bereket sofrasında «salevât-ı şerîfe» de çok mühim: Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey îmân edenler! Siz de O’na salât edin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

Salât ü selâm; Peygamber Efendimiz’e muhabbet ve vefâmızın, duâ ile beyanıdır. O’na bey‘at ve ittibâımızın îlânıdır.

Sahâbe Efendilerimiz, dünyada fiilen O’nunla beraber olmanın rûhânî lezzetini tattı. Âhirette de beraberlik nimetine kavuşmak için her şeyini fedâ etti.

Biz ise 1400 sene sonra geldik.

Bizim için de en büyük gaye ve en büyük mânevî lezzet, âhirette O’nunla beraber olabilmek…

Bunun da yolu:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Yani, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her hâlini gönül iklimimize aktarabilmek.

Cenâb-ı Hak nasîb eylesin!..

Âyet-i kerîmede;

“Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin!” (el-Ahzâb, 41) buyuruluyor. Zikir; seher vaktinin o nûrânî ve rûhânî ikliminde, kulun gönül âleminde tam bir itmi’nâna vesile olur.

Yediğimiz gıdâlar nasıl vücudumuzun bütün fakültelerinden geçiyorsa; seher vaktindeki zikrullah da bütün mânevî uzuvlardan yani letâiften geçmeli, zikir bütün vücuda yaygınlaştırılmalıdır. Gönül dünyamız, mânevî bir doyuma ulaşmalıdır. Güne böyle bir seher ziyafetiyle girilmelidir.

Böyle bir rûhâniyetle girilen gündüzlerde de, geceye hazırlık hâli muhafaza edilmelidir. Göz, kulak ve dil gibi, kalbe malzeme taşıyan âzâlarımız; asla haramlara ve günahlara mâruz bırakılmamalıdır. Böylece gündüzlerden de geceye bir hazırlıkla girilmelidir.

Güneş ve ay, gece ve gündüz birbirinin ardından, bir değişim içinde nasıl birbirlerini takip ediyorlarsa; mânen ihyâ edilen seherlerde geceye hazırlanmalı, bu şekilde girilen gündüzlerde de takvâlı bir hayat ile geceye hazırlanmalıdır.

Gecenin de gündüzün de bereketini alabilmemiz ancak bu müteselsil gayretlerle mümkün.

Hazret-i Mevlânâ, dünyada ve ten kafesinde mahpus olan rûhun kurtuluşunun zikrullah olduğunu şu teşbihle ne güzel îzâh eder:

“Senin Yûnus -aleyhisselâm- gibi olan rûhun; balık karnı gibi olan bedeninde türlü sıkıntılar içinde kavruldu, pişti. Allâh’ı tesbih etmekten başka, onun kurtuluş yolu yoktur.

Hazret-i Yûnus, ettiği tesbih bereketiyle balığın karnından kurtuldu.”

ERKEN KALKMA BEREKETİ

Seherlerin ihyâsı gibi, fecir vakti de mühimdir. Farz olan sabah namazını cemaatle edâ edebilmek, sâlih bir mü’minin şiârıdır.

Beş vakit namazı edâ ve seherleri muntazaman ihyâ için, bir mü’minin vakit disiplini olması îcâb eder. Sabah erken kalkmak ve geç saatlere kalmamak; tertipli, intizamlı bir mü’minin hayat düsturudur.

Peygamber Efendimiz, her türlü gayret için de sabah erken vakitleri terviç ederek şöyle niyaz buyurmuştur:

“Allâh’ım!.. Ümmetimin (sabah) erken vakitlerini (o vakitlerde başladıkları işlerini) bereketli kıl!” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 78; Tirmizî, Büyû, 6)

Hayatımızın rûhânî bereketi için aldığımız gıdâların helâliyeti çok mühimdir. Helâl gıdâ için, iş hayatımızı gözden geçirmemiz îcâb eder. Ticaretimiz, memuriyetimiz yahut vazifemizde, helâliyeti zedeleyecek bir kusurumuz varsa; derhâl gidermemiz ve helâllik istememiz zarûrîdir.

KUYUMCU TERAZİSİYLE

Hayatı kuyumcu terazisi hassâsiyetiyle yaşayan bir mü’min için, her şey bir muhasebe imkânı verir.

Meselâ;

Bir mü’min; bir gece seheri ihyâ edemediğinde, gündüzünü gözden geçirmelidir.

• Gözü bir harama mı baktı?

• Kulağı bir gıybeti mi dinledi?

• Dili bir dedikodu mu etti? Yahut yalan mı söyledi?

• Midesine bir şüpheli lokma mı girdi?

Kazancında bir kusur olup olmadığını görmek isteyen kişi, parayı nereye sarf ettiğine bakmalıdır. Cebimizdeki parada bizim irademiz yoktur. Paranın, bizim üzerimizde bir iradesi vardır. Çünkü para, geldiği yöne gider. Helâl ve temiz ise, hayır-hasenâta doğru gider. Haram ve şüpheli ise; şerlere, israfa doğru akar, hebâ olur.

Kıldığımız namaz da böyle bir mîzandır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Namazı dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı fahşâ ve münkerden (hayâsızlıktan ve kötülükten) alıkoyar…” (el-Ankebût, 45)

Namazımız bizi hayâsızlık ve kötülüklerden ne kadar muhafaza edebiliyorsa, biz namazı o kadar kılabiliyoruz demektir.

Her mü’min sormalı:

Benim kıldığım namaz, gözümü, kulağımı ve dilimi ne kadar koruyabiliyor?

ORUÇ MUHASEBESİ

Oruçlarımız da böyle bir hassas terazidir.

Üç aylar, orucun daha ziyade tutulduğu bir mevsim…

Orucun hikmeti bize âyet-i kerîmede;

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“…Takvâya eresiniz diye…” (el-Bakara, 183) ifadesiyle bildirilmiştir.

Tuttuğumuz oruçlar;

• Bizim merhametimizi ve cömertliğimizi artırıyor mu?

• Tefekkürümüzü artırıyor mu?

Düşünelim:

Milyonlarca mahlûkāta her gün milyonlarca sofra açılıyor. Biz oruçla, yarım gün o sofradan uzak kalınca ne kadar bedenî, zihnî vb. ihtiyaçlar yaşıyoruz. Ne kadar âciz ve muhtaç olduğumuzu idrâk ediyoruz.

Bu sebeple Yûsuf -aleyhisselâm- fakir fukarâya yardımları hep aç olarak tevzî ederdi.

Demek ki oruç;

➢ Bizi riyâzat ile yaşamaya alıştırmalı,

➢ Mahrumların, açların hâlini tefekkür ettirmeli,

➢ Merhamet ve cömertliğimizi artırmalı. Yani bize emânet olan imkânlardan, nefsimize kifâyet miktarı tahsis edip, gerisini infâk etmemize vesile olmalı.

Peygamber Efendimiz’in hayatı, bu ölçü içerisindeydi:

Âişe Vâlidemiz anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gazvelerden bize ganîmetler ve benzeri imkânlar gelirdi.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62, [1396]) Allah Rasûlü’nün ikrâm etmekten ve tevzî etmekten aldığı lezzet, kendisine açlığını unuttururdu.

Tuttuğumuz oruç, bize bu hakikatleri tâlim ediyor mu? Bu duyguları kazandırıyor mu?

Üç aylar da bizim için bir mîzan…

Bu aylarda yaptığımız ibâdetler, bizim cömertliğimizi artırıyor mu?

Bütün mahlûkāta şâmil bir şekilde merhametimizi ziyadeleştiriyor mu?

Zekât, infak ve sadakaları sevinerek ikrâm edebiliyor muyuz?

Niçin sevinmeliyiz?

Çünkü Cenâb-ı Hakk’a yakınlık en büyük rütbedir. En büyük şan en büyük şereftir.

Zira;

يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ

“…Sadakaları Allah alır…” buyuruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)

Yani yaptığımız bütün hayır-hasenâtı, bedenî hizmetlerimizi, ibâdetlerimizi, bunların hepsini Allah Teâlâ’ya sunuyoruz. O şuurla edâ etmemiz zarûrîdir.

Receb ve Şâban aylarında, yılın en bereketli zamanı olan Ramazân-ı şerîfe hazırlık içinde olmamız gerek. Zira Efendimiz bu aylar girince şöyle niyaz ederdi:

اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ وَبَلِّغْنَا رَمَضَانَ

“Allâh’ım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle ve bizi Ramazân’a ulaştır!” (Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259)

Hazırlığımız ne kadar feyiz ve rûhâniyet içinde olursa, Ramazân-ı şerîfin rûhâniyetinden de o nisbette nasîb alabiliriz.

Bu hazırlığı şu teşbihle daha iyi anlarız:

Sanayi erbâbı; ticârî kârlarını artırmak için zaman zaman eğitim ve çalışma kamplarına çekilirler.

Sporcular da yapacakları mühim müsabakalara «kader maçı» derler. Onlar da buna hazırlanmak için kamplara çekilirler. «İhtilâttan men» kararı alırlar.

Bunlar dünyevî gayelerle yapılır.

Bir mü’minin ise gayesi Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmektir. Önünde son nefesle başlayacak çok muazzam bir ebediyet yolculuğu vardır. Bu yolculuğun sonunda, cehennemden kurtulma mücadelesi vardır.

Bu büyük gayeye ve bu sonsuz yolculuğa hazırlık için mânevî kamplara elbette ihtiyaç vardır. Rahmetin tuğyân ettiği Ramazân-ı şerifler böyle mânevî birer kamptır. Receb ve Şâban ayları da Ramazân’a hazırlık kampıdır.

Ne kadar gayret edersek, o kadar istifâde ederiz.

Ne kadar ikrâm edersek o kadar ikrâm edilenlerden oluruz. Ne kadar affedebilirsek o kadar affedilenlerden oluruz.

Muzdariplerin çileleriyle derinleşen kâmil mü’minlerin ince ve hassas gönüllerinde âdetâ bir mahşer kaynar. Bu yürek yanışı, onları Hakk’ın merhamet dergâhına açılan kapının eşiğine kadar getirir. Orada kim bilir ne müstesnâ sırlar işitir, ne muhteşem hikmet manzaraları seyrederler?!.

Demek ki;

Kalp rûhâniyetle mütelezziz olunca, kulun rûhânî dünyasında da bereketler tecellî eder.

Bereket sırrı gözle görünmez, sayıyla hesap edilmez. Fakat ona kalp ile âşinâ olunur.

Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği her ameli, «اَحْسَنُ عَمَلًا ؛ عَمَلًا صَالِحًا: Sâlih amel, en güzel davranış» kıvâmında edâ edebilirsek, Rabbimiz bize sonsuz bereketler ihsân eder. Ömrümüze de bereket verir.

ÖMÜR BEREKETİ

İnsanın önündeki en büyük mesele, son nefesi îmân ile verebilmektir. Bereketli bir ömür; sâlih amellerle tezyin edilerek, son nefeste îmân ile hitâma eren bahtiyar bir ömürdür. Peygamberimiz buyurur:

“İnsanların en nasiplisi; ömrü uzun, ameli güzel olandır.” (Tirmizî, Zühd, 21, 22)

Son nefesi huzurla verebilmek için, hayatın her safhasındaki bereket fırsatlarını değerlendirmek gerekir. Aksi hâlde, maddî bakımdan ömür ne kadar bolluk içinde geçerse geçsin son nefes ve sonrası hüsran olur.

Rabbimiz, böyle bir perişanlığa karşı şöyle îkaz buyurur:

“Herhangi birinize ölüm gelip de;

«Rabbim! Benim ölümümü yakın bir müddete kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!..» demeden evvel, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin!..” (el-Münâfikûn, 10)

Çünkü kazancın bereketi; kazanırken helâliyet, sarf ederken infâk iledir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“İnfâk ile yoksullara ihsanda bulunmakla bereket artar; gelir, çoğalır!

Bu sebepledir ki, kurtuluş ve saâdet sultanı Mustafâ -aleyhisselâm-;

«Ey zenginler! Ey himmet sahibi olanlar; biliniz ki cömertlik kârdır, kazançtır.» diye buyurmuştur.”

Zira hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sadaka malı asla eksiltmez.” (Müslim, Birr, 69)

DARVANLILAR

Hazret-i Mevlânâ; Kalem Sûresi’nde kıssaları anlatılan Darvanlıları, bereketin infâk ile hâsıl olduğuna şahit olarak ifade eder:

“Yemen civarında çok cömert bir adam vardı. Cenâb-ı Hak bu cömertlik sayesinde o bahçeye, o tarlaya muazzam bir bereket lutfediyordu. O da bol bol ikrâm ediyordu.

Ama oğulları, babalarının fakirlere verdiği onda birleri, bir bir görüyorlardı da, Allâh’ın o bahçeye ve o tarlaya verdiği bereketi görmüyorlardı.

Babaları vefât edince, evlâtları cimriliğe kapıldılar. Öşür vermemek için, hasat zamanı aralarında anlaşıp gizli gizli bahçelerinin yolunu tuttular. Fakat vardıkları zaman orayı tanıyamadılar. Çünkü geceleyin oraya bir gazap inmiş ve her şeyi kül etmişti!.. Hattâ;

«Yanlış geldik herhâlde, bizim bağımız burası değil!» dediler. Sonunda öşür ve infaktan kaçtıkları için, Cenâb-ı Hakk’ın hepsini yok ettiğini idrâk ettiler. Çok pişman oldular. Fakat hiçbir şeyi geri getiremediler. (Bkz. el-Kalem, 17-33)”

Hâlbuki;

«İbâdullâh»a merhamet ve cömertlik içinde yaşanan bir ömür, dünyada da rahmet ve bereket vesilesidir. Ebû Abdullah el-Hârisü’r-Râzî’nin naklettiği şu kıssa; bu hakikate güzel bir misaldir:

BEREKET PAYLAŞTIKÇA ARTAR

Allah Teâlâ peygamberlerden birine şöyle vahyetti:

“Ben filân kulun ömrünün yarısını fakirlik ile yarısını da zenginlik ile geçirmesine hükmettim. Hangisini evvel isterse onu vereceğim. Kendisine sor, arzusunu beyân etsin!”

O peygamber, mezkûr adamı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi. Adam;

“–Ailemle istişâre ettikten sonra bir cevap veririm.” dedi.

Hanımı;

“–Zenginliğin evvel olmasını tercih et!” dedi.

Adam;

“–Zenginlikten sonra fakirlik çok zordur. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlıdır. (Yaşlılıkta fakr u zarûrete sabretmek daha güç olur.)” dedi.

Kadın;

“–Bu hususta beni dinle!” dedi.

Adam, o peygambere gidip;

“–Zenginliğin evvel olmasını tercih ediyorum.” dedi.

Allah ona bütün zen­ginlik kapılarını açtı.

Hanımı dedi ki:

“–Eğer bu nimetin ömrünün sonuna kadar devamını istiyorsan Allâh’ın kullarına karşı cömert ol. Kendine bir elbise aldığın zaman bir fakire de elbise al.”

Onlar dâimâ kifâyet miktarını kullanıp, gerisini infâk ettiler. Bunun üzerine, Allah o peygamberine vahyetti:

“–Ben o kulumun ömrünün yarısını zenginlik ile yarısını da fakr ile geçirmesini takdir etmiştim. Fakat gördüm ki o kulum bütün nimetlerime şükretti. Şükür ise nimetin ziyadesini ve devamını vâcib kılar. Ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçirmesini takdir ettiğimi kendisine müjdele!” (Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 33-34)

ÇARE, FEDÂKÂRLIK!

Mevlânâ Hazretleri; infaktan kaçınan, hırslı ve cimri kişilere şöyle seslenir:

“Sonunda bütün bunları bırakıp gideceksin. Kendine gel de bir düşün. O zaman kimi çağıracaksın? Kimden yardım isteyeceksin? Şu anda O’nu çağır, O’ndan iste, geri kalanı bırak. Bırak da mânevî cihan mülküne vâris ol.”

Rabbimiz; o yardıma muhtaç günün, o abus ve korkunç günün sıkıntılarından kurtulmak için, îsarda bulunmanın bir çare olduğunu bildirmektedir.

Îsar, cömertliğin zirvesidir. Zîrâ cömertlik, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir. Îsâr ise; muhtaç olduğu ve kendisine de lâzım olan bir şeyi, kendisinden koparıp verebilmektir.

Hazret-i Ali ve Fâtıma Vâlidemiz -radıyallâhu anhümâ- oruçlu idiler. Kapılarına peş peşe üç gün sırayla «fakir, yetim, esir» geldi. « لِلّٰه: Allah için!» diyerek bir şeyler istedi. Onlar da ellerindeki yegâne iftarlığı, kendileri aç oldukları hâlde, onlara verdiler ve su ile iftar ettiler.

Rivâyete göre onların bu fedâkârlığını ifade etmek üzere İnsan Sûresi’ndeki şu âyetler nâzil oldu:

“Onlar; kendileri de muhtaç oldukları hâlde, yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire ikrâm ederler ve (sevaplarının eksilmemesi için de çok hassâsiyet gösterirler ve şöyle derler):

«–Biz size, sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.»

Allah da onları, o günün fenalığından korur; yüzlerine nur, gönüllerine sürur bahşeder.” (el-İnsân, 8-11)

Hâsılı; son nefesle başlayan muazzam tehlikelerle dolu ebediyet yolculuğunun selâmetle geçmesi için; ibâdet ve tâate, güzel ahlâka sarılmak zarûrîdir. Bu yolculuğa hazırlanmak şarttır. Hazırlananlar ile hazırlanmayanların farkını şu kıssa ne kadar ibretâmiz bir şekilde hulâsa eder:

SON NEFESTE İKİ HÂL

Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- anlatır:

Hükümdarın biri, en şâşaalı elbiselerini giydi, en gösterişli atına bindi. Adamlarıyla birlikte böbürlenerek ve etrafına caka satarak yola çıktı.

Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hükümdar hışımla bağırdı:

“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!”

Adamcağız ise sakince cevapladı:

“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayâtî bir mesele…”

Hükümdar merakla karışık bir hiddetle;

“–Söyle bakalım!” deyince, adam;

“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi.

Hükümdar eğildi, adam;

“–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.

Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı;

“–Ne olur biraz müsaade et!..” dedi.

Azrâil -aleyhisselâm- ise;

“–Hayır, sana müsaade yok. Ailene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdarın canını alıverdi.

Daha sonra yoluna devam eden Azrâil -aleyhisselâm- sâlih bir mü’min kul ile karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra;

“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi.

Mü’min kul buna sevindi ve şöyle dedi:

“–Hoş geldin, kaç zamandır seni bekliyordum. Bütün gayretim, noksanlarımı ve kusurlarımı bertaraf edip ölüm ânımı güzelleştirebilmek içindi. Dâimâ son nefesimin endişesi ve hazırlığı içinde idim.”

Azrâil -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Öyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.”

Sâlih zât şöyle mukabelede bulundu:

“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.”

Bunun üzerine ölüm meleği şöyle dedi:

“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzerinde canını alayım.”

Adam sevinerek;

“–Buna imkân var mı?” diye sordu.

Melek;

“–Evet, senin için bununla emrolundum.” deyince;

Adam tebessüm içinde;

“–Öyleyse abdestimi tazeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve rûhunu bu şekilde huzurla teslim etti. (Gazâlî, İhyâ, c. 4, s. 834-5)

SONSUZ BEREKET

Cenâb-ı Hak, velî kullarına bir bereket ikrâmında daha bulunur. Onlara fânî hayatlarından sonra da bir nevi ömür bereketi verir.

Bugün ashâb-ı kirâmı unutmuyoruz. «Evliyâullâh»ı unutmuyoruz. Mezheb imamlarını unutmuyoruz. Kendisini Allâh’a adayan kahramanları, şühedâyı unutmuyoruz. Cenâb-ı Hak onların vefatlarından sonra ömürlerine bereket veriyor.

Rabbimiz, günlerimizi bilhassa seherleri ihyâ ile bereketlendirmeyi nasîb eylesin. Kazancımızı helâliyet ve infâk ile bereketlendirsin. Ömrümüzü, ibâdet ü tâat ile ebedî saâdete basamak eylesin.

Âmîn!..