GERÇEK İYİLİK

YAZAR : Sami GÖKSÜN

“Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir.

➢Asıl iyilik;

•Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmaktır.

Bu kimseler,

•Allah rızâsı için;

-yakınlarına,

-yetimlere,

-yoksullara,

-yolda kalmışlara,

-isteyenlere ve

-hürriyeti elinden alınmışlara

sevdiği maldan harcar,

•Namaz kılar,

•Zekât verirler.

•Anlaşma yaptığında sözünü yerine getirirler;

•Sıkıntı hastalık ve savaş zamanlarında sabrederler.

➢İşte doğru olanlar bunlardır.

➢Müttakîler ancak onlardır.” (el-Bakara, 177)

Âyet-i kerîmede açıklanan iyilik, esas itibarıyla beş ana başlık altında toplanabilir. Bunlar; îman, muhtaç olanlara yardım ve zekât, namaz kılmak, verilen sözü yerine getirmek, sıkıntı, hastalık ve savaş gibi zor durumlarda sabrederek azim ve ümidi kaybetmemektir.

Bu âyet-i kerîme, mü’minin hayatında İslâm dîninin kaidelerini yaşama açısından onun esasını ve rûhunu kapsamaktadır. Zira mü’min için îmandan sonra yapılması gereken dînî vazifeler bir araya getirilmiş, ideal bir mü’min profili çizilmiştir. Dolayısıyla âyet-i kerîme, îman, ibâdet ve güzel ahlâk üçgeninin mevzu başlıklarını bir araya getirmektedir.

Allâh’a îman; insanın çeşitli eşya ve tabiat kuvvetlerine, muhtelif değerlere kul-köle olmaktan kurtulup hürriyete ulaştığı, bir tek Mâbûd’un huzûrunda tek saf hâlinde diğer kimselerle eşitlik makamına yüceldiği ve nihayet her değerin ve her eşyanın üstüne yükseldiği dönüm noktasıdır. Buhrandan nizama, karanlıktan nûra, bataklıktan selâmete, ayrılıktan birliğe geçişin adıdır.

İnsanın madde ve mânâsıyla, iç ve dışıyla, cismi, rûhu, kalbi, aklı ve gönlü ile Allâh’a yöneldiği, îmânı söz ve davranış olarak ifade ettiği en önemli ibâdet hiç şüphesiz namazdır. Namaz; mü’minin hayatında vazgeçilmezdir, olmazsa olmazdır. Zira mü’minin dîninin direği, mîrâcı ve iki gözünün nûru olan namaz, aynı zamanda onu her türlü kötülükten koruyup ahlâkî mânâda inanç ve fiil bütünlüğüne ulaştıran en temel ibâdettir.

İnfak; yani her türlü yardımlaşma ve dayanışma ile farz bir ibâdet olarak yerine getirilen zekât da, mü’minin en bariz vasıflarındandır.

Ve yine verilen sözü tutmak veya yapılan anlaşmayı ihlâl etmemek şeklinde tanımlanan vefâ, mü’minin bir diğer vasfını oluşturur ki, iyi davranışların ahlâkla, muâmelâtla alâkalı sosyal yönünü teşkil eder. Nitekim Cenâb-ı Hak;

“Ey îmân edenler! Yaptığınız sözleşmelerin gereklerini yerine getirin.” (el-Mâide, 1) buyurmaktadır.

Ancak insanlar arasındaki sözleşmelerin ve bunlara bağlı kalmanın şartı, bunların hiçbir sûrette dîne aykırı olmamasıdır. Hiç kimse, dînin yasakladığı bir şeyi yapmak hususunda bir başkasıyla sözleşemez. Kumar oynamak, zinâ, fâiz gibi, dînin, aklın ve vicdanın mahkûm ettiği davranışlarda sözleşme yapılamayacağı gibi vefâ da aranmaz.

Aile ortamından ticaret hayatına kadar sosyal hayatın hemen her kesiminde yaşanan menfîliklerin temelinde ahde vefâsızlığın izini görmek mümkündür. Boşanmaların, ödenmemiş senetlerin, karşılıksız çeklerin, zamanında teslim edilmeyen malların, israfın, bencilliğin, çıkarcılığın, merhametsizliğin ve haksızlığın toplum bünyesinde oluşturduğu yıkımı tamir etmek için, insanın sorumluk duygusuna sahip olarak Allâh’a ve O’nun kullarına karşı verdiği sözlerin îcaplarını yerine getirmesi bir mecburiyettir.

Âyet-i kerîme; insanların maruz kalabilecekleri üç büyük felâkete de dikkat çekmiştir: Bunlar; fakirlik, hastalık ve savaş gibi felâketlerdir. Bunlara karşı, sabırla mukabele etmek mü’minin vasfıdır. İnsan bu gibi musîbetlerle karşılaştığı zaman sabretmek zorundadır ki, bu sabır Allâh’a olan îman ve tevekkülünün bir îcâbıdır. Ancak, fakirliğe, hastalığa, ölüme veya düşmanla savaşa sabır; tembelliği seçip oturmak değil, bu felâketlerden meşrû yollar vesilesiyle kurtuluş çarelerini aramak, gayretli olmak fakat bu çabayı gösterirken sabırsızlığa düşüp meşrû olmayan yollara sapmamaktır.

Yüce Rabbimiz; insan için, dünya hayatını bir imtihan sahası yapmıştır;

“Hiç şüphesiz sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” (el-Bakara, 155) meâlindeki âyet-i kerîme, insanın karşı karşıya bulunduğu imtihanın alanını belirlemektedir.

Sabır; nefsi arzu ettiği şeylerden men etmek, dînin hoş karşılamadığı şeyleri işlememe hususunda tahammül göstermektir. Meselâ; oruçlu iken nefsi, orucu bozacak her türlü nefsânî istekleri harekete geçirecek duygulardan uzak tutmaktır.

Hulâsa; yukarıda anlatılan mü’minin vasıflarını, gereği gibi yerine getirenler için yüce Rabbimiz, onların dünya ve âhirette huzura ve mutluluğa ereceklerini belirtmektedir.

Rabbim cümlemizi hayırlı mü’min vasıfları içinde yaşamaya muvaffak eylesin. Âmîn…