Bâtınî Haramlar : Yalan
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
ŞEYTAN SÜSÜ: YALAN
CEHENNEME GÖTÜRÜR!
Asılsız, gerçeğe uymayan, doğru olmayan ve kandırmak için söylenen söz mânâsına gelen yalan; kişiyi cehenneme sürükleyen rezil bir günahtır.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hakikati şöyle ifade buyurmuşlardır:
“Şüphesiz ki sıdk, «birr»e götürür. (Doğruluk, iyiliğin kemâline ulaştırır.) İyiliğin kemâli de cennete kavuşturur. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir.
Yalancılık yoldan çıkmaya (fücûra) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69)
Müslüman; eğilmez, bükülmez. İsterse en yakını olsun, kimse için yalancı şahitlikte bulunmaz.
Allah Teâlâ buyurur:
“(Rahmân’ın sâdık kulları), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında (ise oradan menfî bir in‘ikâs almamak için) vakar ile geçip giderler.” (el-Furkān, 72)
Hazret-i Mevlânâ; yalanın, insanı hayırlardan alıkoymasını şu hikâye ile anlatır:
YALAN, MAHRUMİYETTİR
Geveze bir kişi bir kuyruk parçası bulmuştu. Her sabah onunla bıyığını yağlardı.
Zenginlerin yanlarına gider;
“Ben bir sofrada yağlı, ballı yemekler yedim.” derdi. «Bıyıklarıma bakın» der gibi de eliyle bıyıklarını büker, düzeltirdi.
Yalancı adamın karnı ise sessiz sedasız şöyle söylenirdi:
“Allah, yalancıların hilelerini yok etsin! Senin yalancı lâfların, bizi açlık ateşine attı. O yağlı bıyıkların kökünden yolunsun, kopsun. Ey dilenci! Senin çirkin lâfın olmasaydı, bir kerem sahibi çıkar, belki bize acırdı.
Nitekim Cenâb-ı Hak;
«Ey eğri kişi, eğri-büğrü hareket etme! Kıyâmet gününde, doğrulara doğrulukları fayda verir.» buyurdu.
Ayıbını, kusurunu söylemiyorsun, bari sus; kendini hileden, gösterişten çek; bu kötü huylardan tamamıyla uzaklaş.”
Hazret-i Mevlânâ’nın işaret ettiği âyet şöyledir:
“(Mahşer yerinde) Allah şöyle buyuracaktır:
«Bu, (o zor gün yani kıyâmet günüdür ki); sâdıklara sıdk ve sadâkatlerinin fayda vereceği gündür!»” (el-Mâide, 119)
Bıyığını yağlayan adam,
hileye saparak; «Devletliyim ve üstün bir insanım» dâvâsına girişmişti. Midesi ise, aç kalmasına sebep olduğu için bıyığından nefret ediyordu, âdetâ mecâzen şöyle diyordu:
“Allâh’ım! Onun gizlediğini meydana çıkar, o bizi yaktı, yandırdı. Sen de onu rezil et!”
Nitekim bir kişi; tevbe edip, günahlarını ve kusurlarını samimî bir şekilde îtirâf etmedikçe, ona mağfiret kapısı açılmaz.
Kulluk kapısından kaçan kişi; kusurlarını kabul etmemek için;
“Benim kalbim temiz!” der.
Hâlbuki;
Kalbi temiz olan kimse, kālinden (söylediklerinden ve iddia ettiklerinden) değil de, ancak hâlinden (yaşayışından ve yaptıklarından) belli olur.
“Ben çok da kötü değilim ki!” der. İbâdetlerini aksattığını îtirâf etmez;
“Rızkım için çalışıyorum ya, bu da ibâdet değil mi?” der.
Haramlardan, fâizden kaçınmaz da bunu telâfi edecek bir şey yapmış gibi, emekleri karşılığında ücretlerini verdiği çalışanlarıyla övünerek;
“Ben şu kadar kişiye ekmek veriyorum!” der.
Oysa;
Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz!
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde… (Ziya Paşa)
Kişinin karakter ve şahsiyeti; beyhûde lâflarından değil, yaptıklarından ve hâlinden belli olur.
Hâlbuki tevbe kapısına; Hazret-i Âdem ve Havvâ gibi;
“Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik! Eğer bağışlamaz ve merhamet etmezsen hüsrana dûçâr oluruz.” diyerek varılmalıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine, Hazret-i Yûnus -aleyhisselâm- gibi;
“(Yâ Rabbî!) Sen’den başka ilâh yoktur! Sen sübhânsın! Noksan sıfatlardan münezzehsin! Şüphesiz ki ben zâlimlerden oldum!” diyerek sığınmalıdır.
Yalan olan hiçbir şeyin gizli kalamayacağı gibi kıssadaki yalancı adamın yalanı da gün gelip ortaya çıktı. Hikâye şöyledir:
Adam evde yokken bir kedi geldi, onun bıyıklarını yağladığı kuyruk parçasını kapıp kaçtı.
Evdekiler kedinin arkasından koştularsa da yakalayamadılar. Adamın küçük oğlunun, babam kızacak diye, beti benzi attı. Hemen koşarak babasının bulunduğu topluluğa geldi. Kalabalığın içinde babasına dedi ki:
“–Babacığım; hani senin her sabah dudaklarını, bıyıklarını yağladığın o kuyruk vardı ya ansızın bir kedi geldi, onu kaptı kaçtı. Arkasından çok koştuk ama faydası olmadı.”
Orada bulunanlar şaşırıp gülmeye başladılar, sonunda küçük düşen adama acıdılar.
Onu yemeğe çağırdılar, doyurdular, ona merhamet yağdırdılar.
O da; sâlih insanların cömertliğini ve şefkatini görünce, «doğru olma»nın zevkine vardı. Gurura kapılmaktan ve kendini üstün görmekten vazgeçti. Doğruluğa kul oldu, köle oldu.
Halk arasında denilir ki:
“Sen hayırlı iş yapmaya bak! İyilik yap denize at, balık bilmezse, Hâlık bilir. Kötülük de, şer de böyledir. Hepsi bir gün zâhir olur…”
Asr-ı saâdette de doğruluktan ayrılmayan ve bütün neticelerine tahammül ederek, hatalarını îtirâf edenlerin, Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine erişeceklerine dair ibretlik bir misal yaşanmıştır.
DOĞRULARDAN OLUN!
Tebük Seferi’ne mazeretsiz katılmayanlardan bir kısmı münafıklardı ve yalandan mazeretler uydurdular. Onlar hakkında, Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
«…Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler. İrtikâb ettikleri günahın cezası olarak varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye de size yemin ederler. Siz onlardan râzı olsanız bile, Allah o fâsıklardan asla râzı olmaz.» (et-Tevbe, 95-96)
Hazret-i Mevlânâ münafıkların nifak ve yalanlarının acınası hâlini şöyle tasvir eder:
“Ah ne olurdu münafıklar îmâna gelseler de (yalandan, sahtekârca söyledikleri) sözleri gönülden söylemiş olsalardı da muratlarına erselerdi!”
Tebük’e katılmayanlardan bir kısmı ise, henüz Efendimiz Tebük’ten dönmeden önce pişman olmuşlardı. Bağışlanma dilemişler, samimî bir şekilde kendilerini mescidin direklerine bağlamışlar ve affa nâil olmuşlardı. (et-Tevbe, 102)
O güne kadar hemen hemen bütün seferlere katıldıkları hâlde, Tebük’ten geri kalan üç sahâbî daha vardı. Onlar asla yalan söylemediler, bahaneler uydurmadılar.
Onlar ihtilâttan men edildiler. Yani kimse onlara selâm vermedi, almadı. Haftalarca hasretle inlediler. Hizmetten geri kalmanın ne büyük bir cürüm olduğunu idrâk ettiler.
Lâkin, Allah Rasûlü’nün huzûrunda yalana hiç meyletmeden doğruyu söylemelerinin ve samimî tevbelerinin bereketiyle sonunda affedildiler.
Bunu Kâ‘b bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle dile getirir:
“Allâh’a yemin ederim ki, İslâm ile şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda doğruyu söylemek, böylece yalan söyleyenlerle birlikte helâk olmaktan kurtulmaktır.” (Buhârî, Megāzî, 79)
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla / doğrularla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)
Mâlûm olduğu üzere yalan, dile ait bir âfettir. Dil ise, kalbin sözcüsü olarak insanın tüm uzuvlarına ve amellerine tesir etmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle emreder:
يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَد۪يدًايُصْلِحْ لَكُمْ اَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah amellerinizi sâlih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (el-Ahzâb, 70-71)
İLK YALANCI
Hased, kin, Allah ile cedel ve kibir gibi bâtınî haramlarda olduğu üzere; yalan günahının da ilk mümessili şeytandır. O, söylediği yalanlarla Âdem Babamız ve Havvâ Annemiz’i yasak ağaca yaklaştırmış ve onların cennetten çıkmalarına sebep olmuştur.
Şeytan, «Ğarûr» yani «Çok Kandırıcı» diye adlandırılmıştır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokmân, 33)
Hazret-i Mevlânâ, şeytanın hile dolu yalanlarını ve bunun ibretlik fecaatini temsilen şöyle anlatır:
Cenâb-ı Hak, şeytan hakkında şöyle bir misal verir:
“Şeytan, hile ile seni savaşa sokar!
«Ben, seninle beraberim; sana yardım ederim! Tehlikeli vakitlerde ben, senin önünde koşar, senin uğrunda ölümü bile göze alırım! Sana ok attıkları zaman, ben, siper olurum! Dar vakitte, sıkıntıya düştüğün zamanlarda seni darlıktan ben kurtarırım! Düşüp kalkmak istediğin zamanlarda, sana yardım için canımı fedâ ederim! Sen bir kahramansın; bir arslansın! Haydi; yiğitçe savaş!» der.
Bu sözleri söyleyerek; o hile, desîse ve yalan çuvalı, insanı çeker, îmansızlığa götürür!
İnsanı, aldatarak yoldan çıkarıp îmansızlık çukuruna düşürünce ağzını açar, kahkahalarla gülmeye başlar.
Darda kalan zavallı insan;
«–Hey! Gel; ben sana güveniyorum! Ümidim sensin!» deyince o;
«–Git, git! Ben senden bîzar kalmışım, bıkmışım!» der.”
Hazret-i Mevlânâ şu âyeti edebî bir şekilde tefsir etmektedir:
“(Yalancı) münafıkların durumu, tıpkı şeytanın durumu (cibilliyeti) gibidir. Çünkü şeytan insana;
«–İnkâr et!» der.
İnsan inkâr edince de;
«–Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.» der.” (el-Haşr, 16)
Zaten yapmak istese bile, şeytanın yapabileceği hiçbir şey yoktur. Mahşer yerinde kendisini suçlayanlara şöyle hitap edecektir:
“…«Şüphesiz Allah size gerçek olanı va‘detti; ben de size va‘dettim ama, size yalan söyledim.
Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz.
O hâlde beni yermeyin, kendinizi yerin.
Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz!
Şüphesiz daha önce ben, beni (Allâh’a) ortak koşmanızı reddettim.»…” (İbrâhîm, 22)
Şeytanın en çok kandırdığı sahalar, mallar ve evlâtlardır. Bir başka âyet-i kerîmede şeytanın, aldattığı kişilerin mal ve evlâtlarına ortak olacağı ifade edilmiştir. (el-İsrâ, 64)
Maalesef günümüzde bunun tezâhürlerini görüyor ve yaşıyoruz:
Kazançlara haram para girmektedir. Hadîs-i şeriflerde buyurulduğu gibi; uzak durduğunu zanneden kişilerin dahî kazancına, en azından fâizin tozu sirâyet etmektedir.
Evlâtlar, gelecek endişesiyle başka dünyalara kurban edilmektedir. Evlâtların istikameti bozulmaktadır. Onlar, anne-babaların terbiyesinden çıkıp; televizyon, internet ve modaların zebûnu olmaktadır.
Öyleyse insan; şeytanın şerrinden ve yalancı vesveselerinden dâimâ Allâh’a sığınmalıdır.
İnsan; iç dünyasına doğan düşüncelerin, şeytandan gelip gelmediğini nasıl ayırt edebilir?
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
DOĞRULUK MİHENGİ
Hazret-i Peygamber Efendimiz sahte ve sağlamı ayırt edebilmemiz için bir mihenk taşı vermiştir.
Buyurmuştur ki:
“Yalan, kalplerde şüphe uyandırır; doğru ise insana emniyet ve neşe verir.”
[Hadîs-i şerif şöyledir:
“Şüpheli şeyleri bırak, şüphe vermeyene bak. Zira doğruluk huzur, yalan ise şüphe verir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 60)]
Yine Efendimiz buyurmakta:
اسْتَفْتِ قَلْبَكَ
“Kalbine danış! İyilik, (hak terazisine baktığın zaman) kalbinin müsterih olduğu ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günah ise (yine hak terazisine baktığın zaman) içini tırmalayan ve başkaları sana; «Yap!» diye fetvâlar verse bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (İbn-i Hanbel, IV, 227-228)]
Gönül, yalan sözden rahatsız olur. Su ile karışmış yağ, kandili aydınlatmaz!
Doğru söz gönlü rahatlatır. Doğru sözler gönül tuzağının taneleridir.
Fakat gönül hasta olur ve ağzının tadı bozulursa, doğru ile yalanın çeşnisini ayırt edemez.
Ancak gönül hastalıktan ve illetten kurtulmuş olursa; yalanın ve doğrunun tadını bilir ve anlar.
Çünkü hevesinin sarhoşu olanın ayırt etme duygusu kalmaz!
Halk; isteklerinin, heveslerinin ve arzularının sarhoşudur. Her kim kendini hevâ ve hevesine uymaktan kurtarırsa, kendi gözünü ilâhî sırlara âşinâ kılar.
Nitekim günahlar, cennete girmeye mâni olan ve cehenneme sevk eden mânevî mayınlardır. Fakat gaflet sarhoşu olan kişi, o cehennem mayınlarına basıverir!
Hadîs-i şerifte insanın içine doğan duygular şöyle de îzâh edilmiştir:
ŞEYTANDAN MI MELEKTEN Mİ?
“Âdemoğluna şeytan da melek de yaklaşır.
Şeytanın yaklaşması, kötülüğe yönlendirmek ve hakkı yalanlatmak şeklindedir.
Meleğin yaklaşması ise iyiliğe yönlendirmek ve hakkı tasdik ettirmek şeklindedir.
Kim böyle (meleğin telkinini) hissederse bunun Allah’tan olduğunu bilsin ve Allâh’a hamdetsin.
Kim de diğerini (şeytanın vesvesesini) hissederse, taşlanmış ve kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınsın.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 2)
Hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere insanı kendisine çeken iki kuvvet vardır.
Şeytan; yalancı telkinleriyle ağına düşürdüğü kişilere, kendisinden vasıflar bulaştırır. İnsan; şeytana kapıldıkça, mükerremliğini kaybeder ve «ins şeytanı» diye anılmaya müstehak bir varlık olur.
Hazret-i Mevlânâ, insanın çekildiği bu iki kutbu şöyle tarif eder:
Dünyada her şey, bir şeyi çekmektedir: Küfür kâfiri, doğruluk doğruyu çeker!
Dünyada kehribar da var, mıknatıs da. Sen; demir kırıntısı veya saman çöpü olursan, bunlardan birisinin çekişine kapılırsın!
Demir kırıntısı isen seni mıknatıs çeker; saman çöpü isen kehribar etrafında döner dolaşırsın.
İyi insanlara, hayırlı kişilere dost olmayan; şüphesiz, kötülerin yanında yer alır, onlara komşu olur!
Sen; gaflet ve bilgisizlik karanlığı yüzünden bir kişiyi tanıyamazsan, dikkat et, bak; o kişi, kendisine kimi imam edinmiş, kime uymuş? Böylece, onu anlarsın.
Mevlânâ Hazretleri; insanların yalanlarla, âdetâ şeytanlaşarak insanları ifsâd etmesini, vehimli bir muallim hikâyesiyle anlatır:
AKLIN ÂRIZASI: VEHİM
Bir mektebin çocukları, çalışmaktan usanmışlardı.
Hocayı zor durumda bırakmak ve okula gitmemek için birbirleriyle anlaştılar. İçlerinden en zekîleri bir plân yaptı ve ertesi gün okula varınca şöyle tatbik ettiler:
Birinci çocuk hocaya selâm verdi ve;
“–Hayrola hocam!” dedi. “Yüzünüzün rengi sapsarı?”
Hoca;
“–Ben hasta filân değilim. Ağrım-sızım yok. Sen git, yerine otur. Böyle saçma sapan konuşma!” dedi.
Hoca böyle söyledi fakat kötü bir vehim tozu da gönlüne kondu.
Bir başka çocuk geldi, o da böyle söyleyince hocadaki o az vehim artmaya başladı. Böylece o vehim arttıkça arttı. Hoca da kendi hâline şaştı kaldı. Sonunda, vehim ve korku ile kendini hasta hissetti. Kalktı, abasına bürünüp evinin yolunu tuttu. Talebeler de o gün dersten kurtulmuş oldular, oyunlarına gittiler.
Hazret-i Mevlânâ; insanın akıl nimetiyle perverde olduğu hâlde, nefs, şeytan ve insî şeytanlar elinde ahmaklığa dûçâr olmasını şöyle îzâh eder:
“Cüz‘î aklın âfeti vehim ve zandır. Çünkü cüz‘î akıl, tam inanç olan «yakîn» ve bilgiden mahrum olduğu için karanlıkları yurt edinmiştir; nurdan kaçmıştır.
Yerde yarım arşın genişliğinde bir patika yol olsa, insan onun üstünde vehme kapılmadan rahatça yürür.
Ama, yüksek bir duvarın üstünde eni iki arşın olan bir yol olsa, orada korkarak, çarpılarak, eğrilerek yürürsün.”
Bu sebeple insan, aklı vahy-i ilâhînin muhtevâsı içinde kullanmalıdır. Yani hâdiseleri ve meseleleri; vehimlere, hevâ ve telkinlere mâruz kalan serbest akılla değil, Kur’ân ve Sünnet emirleri istikametinde bir basîret ile idrâk etmeye gayret etmelidir.
Şeytanın telkinleri ve vahiy kontrolünde olmayan aklın, vehimlere kapılması yüzünden; günümüzde insanlık birbirini iğvâ ve idlâl hâlinde perişan bir şekilde yaşamaktadır.
GÜNÜMÜZÜN PORTRESİ
Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
“–İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki; (…) bu zaman geldiğinde, maîşet, Allâh’ın gazabına dûçâr olmadan kazanılamaz olur.
Bu zaman geldiğinde; kişinin helâki, hanımı ve evlâtları elinden olur.
Eşi ve evlâtları yoksa; helâki, anne-babası elinden olur.
Anne babası yoksa; helâki, akrabası ve komşuları elinden olur.”
Dediler ki:
“–Bu nasıl olur yâ Rasûlâllah?”
Buyurdu ki:
“–Onlar bu kişiyi geçiminin darlığından dolayı ayıplarlar. Bunun üzerine o da kendini helâk edeceği yollara girer.” (Beyhakî, ez-Zühdü’l-kebîr, s. 183/439)
Günümüzde bu hâl çok fazla yaşanmaktadır.
İnsanlar; çevrelerinin ayıplamasından kaçmak, onlara mahcup olmamak gibi duygularla nice yanlışlara düşmektedir.
• Nice gafiller; ev halkının, evlâtlarının ve yakınlarının tesiriyle kredi kartlarıyla fâize bulaşmaktadır. İsraflara, lükslere ve haramlara alışmaktadır.
• Kimisi aldatıcı reklâmlar ve benzeri ticarî hilelerle, helâl ve tayyib / temiz olup olmamasına bakmadan, para kazanmaya uğraşmaktadır.
• Kimisi kadınları tezgâhtar tutmakta, ihtilâtlı lâubâlî ortamlar teşkil ederek kazancını kirletmektedir.
• Kimisi dükkânını harama sebep olacak kişilere kiralamakta, kimisi sokakta giyilmesi haram olan kıyafetler satmakta, hâsılı birçok kişi kazancını bir şekilde kirletmektedir.
Bu belâlardan kurtulmanın çaresi; helâle kanaat etmek, haramdan kaçmaktır.
Câhiliyyeden asr-ı saâdete kaçmaktır.
Bir başka rivâyet de şöyledir:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki; maîşeti temine, ancak mâsiyet ile güç yetirilebilir. Öyle ki kişi yalan söyler, yemin eder.
Bu zaman gelince; Allâh’a, kitâbına ve Nebî’si Muhammed’in sünnetine kaçın!..” (Deylemî, Firdevs, V/444, 8687)
Çare; şeytana ve şeytânî yalanlara, ayıplamalara ve kınamalara aldırmadan, doğruluktan, sıdktan ve istikametten yana olmaktır.
Bu istikametin en güzîde misallerinden biri de şudur:
Bahâeddin Nakşibend Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde eder ve helâliyetine çok büyük bir ihtimam gösterirdi. Kendi muayyen tarlasında her sene bir miktar arpa, biraz börülce ve zerdali yetiştirirdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması husûsunda çok dikkatli davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederdi.
O zamanın sâlihleri, hastaları olduğu zaman Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin hânesinden ekmek alırlar;
“‒Bunu şifâ olarak yedirelim.” derlerdi.
Cenâb-ı Hak; bizleri şeytanın yalanlarından, hile ve aldatmacalarından muhafaza buyursun. Dilimizi yalan söylemekten, kulağımızı yalan sözler işitmekten, gönüllerimizi yalan ve aldatıcı vesveselere meyletmekten muhafaza eylesin…
Rabbimiz, cümlemizi sıdk ve sadâkatten ayırmasın. Bizleri sıddîklar ve sâdıklarla beraber eylesin.
Âmîn!..