Daima Şükür Hâlinde Olmak
Çölde yaşayan bir bedevî vardı. Bu adamın bir merkebi, bir köpeği, bir de horozu vardı.
Horoz kendilerini sabah namazı için uyandırırdı. Köpek bekçilik yapardı. Merkep de su ve çadırlarını taşırdı.
Bu bedevî bunca fakirliğine rağmen son derece şükür ve tevekkül sahibi bir kimseydi. Başına gelen her şeyi hayra yorardı.
Bir gün bir tilki geldi horozunu kapıp kaçtı. Bedevînin aile fertleri buna üzüldüler.
Fakat bu zât;
“–Belki de hakkımızda hayırlısı budur.” dedi.
Bir müddet sonra da bir kurt gelip merkebini parçaladı. Yine çoluk çocuk çok üzüldü.
Adam tevekkül ve şükrünü hiç bozmadı;
“–Belki de hayırlısı budur.” dedi.
Bir müddet sonra köpek de öldü.
Adam yine;
“–Belki de böyle olması hakkımızda daha hayırlıdır.” dedi ailesini teselli etti.
Bir gün sabahleyin baktılar ki etraflarındaki komşular eşkıyâlar tarafından esir alınıp götürülmüş. Fakat eşkıyâlar bu aileyi fark edememişler. Çünkü gece baskınında her evin köpeği, horozu, merkebi vs. hayvanları gürültü yaparak yerlerini belli etmiş, eşkıyâlar da gece karanlığında insanların yerlerini kolayca tespit etmişler.
Fakat bu sabırlı adamın hiç hayvanı kalmadığı için eşkıyâlar karanlıkta bunları fark edememiş.
Adamcağız komşuları için üzülse de evlâtlarına şöyle dedi:
“–Ben size belki de bu bizim için daha hayırlıdır, dememiş miydim?”
Bu kıssayı, Tâbiîn’den Mesruk -rahmetullâhi aleyh- anlatıyor…
Kur’ân-ı Azîmüşşân’da okuduğumuz Hızır kıssasında da böyle bir ders yok mudur?
Gemisi delinen adam, belki ilk gördüğünde üzüldü. Fakat o küçük ârıza, bütün geminin elinden gitmesine mâni oldu.
Dünya hayatında işi-gücü bozulan, ters giden insanlar üzülüyor, kahrediyor. -Allah muhafaza- öylesi var ki, intihar ediyor. Dünya malı veya nefsin gururu için, emânet canına kıyıyor.
Hâlbuki kimisi de var ki; işlerinin bozulmasıyla, gururu kırılıyor, tevâzu kazanıyor. Mal ü menâl içindeyken azgın olan nefsi, boynunu büküp, Allah yoluna giriyor. Âhirete hazırlanmaya başlıyor. Böyle büyük bir değişime vesile olan bir iflâs, bir insan için elbette hayırlıdır. Öyle değil mi?
O zâtın dediği doğrudur. Bir mü’min için dünya hayatında başına gelecek her şey hayırlıdır. Yeter ki, ona mü’mince mukabele edebilsin.
İşte hadîs-i şerif:
“Mü’minin hâli; ne güzel, ne hayret verici, gıpta edilecek bir hâldir!..
Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir güzellik, sadece mü’minde vardır:
• (Başına güzel bir şey gelip de) sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur.
• Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
İşte ey kardeş!..
Dünyada; îman, sabır, şükür, tevekkül, kanaat gibi eşsiz güzelliklerle, başa gelen her şey hayra döner.
Asıl belâ ise âhiret belâsıdır.
Asıl mihnet, ukbâ iflâsıdır.
Asıl dert, mahşer fitnesidir.
Esas musîbet, kalpteki îmâna göz diken marazdır.
Bu sebeple peygamberler ve Hak dostları, daima âhiret dertleriyle yanar yakılırlar da, dünya musîbetlerine gülüp geçerler. Rûhu’l-Beyân’da anlatıldığına göre Hâtim-i Esam bak nasıl namaz kılarmış? Ey kardeş oku ve ibret almaya bak!
Anlatıldığına göre meşhur zâhid Hâtim-i Esam, Âsım bin Yûsuf’un ziyaretine gider. Âsım, Hâtim’e sorar:
“–Yâ Hâtim, namazını güzel kılar mısın?”
Hâtim;
“–Evet!” der.
Âsım:
“–Namazını nasıl kılıyorsun, bana anlatır mısın?”
Hâtim şöyle anlatır:
“–Namaz vakti yaklaşınca güzelce abdest alırım. Sonra namaz kılacağım yere gelirim, dikilirim, her uzvum karar ve sükûnet bulur.
• Kâbe’yi iki kaşımın arasında, makām-ı İbrâhîm’i göğsümde bilirim.
• Allah Teâlâ’nın hâlime nâzır olduğunu ve kalbimdeki her şeye vâkıf olduğunu iliklerime kadar hissederim.
➢ Sanki ayaklarım Sırât’ın üstündedir,
➢ Sağımda cennet, solumda cehennem,
➢ Arkamda ölüm meleği vardır. Kıldığım bu namazı son namazım sayarım.
İhsan duygusuyla tekbîr alır, tefekkürle sûreleri okur, tevâzu ile rükûa varır, tazarrû ile secde ederim. Kemâl ile oturur ümit hâliyle teşehhüdde bulunur, sünnet üzere selâm veririm. Namazdan sonra korku ile ümit arasında bulunurum. Namazı böyle kılmaya devam için sabretmeye de söz veririm.”
Âsım bunları duyunca;
“–Senin namazın böyle mi ya Hâtim?” der.
O da;
“–Evet, otuz seneden beri ben namazımı bu hissiyat ile kılmaya gayret ederim.” deyince Âsım ağlar ve;
“–Ben böyle hiç namaz kılamadım.” der.
Bizler de kendimize soralım:
Bizler hakkıyla namazı edâ edebiliyor muyuz?
Namazda, aklımıza mîzan mı geliyor, dükkân mı?
Amel defterini mi düşünüyoruz, çek-senetleri mi?
Ayaklarımız Sırat üzerinde mi, trafik endişesinde mi?
Kalbimiz kıbleye mi dönük, akşamki seyredilecek maç, program vesaireye mi?
Âhiret endişesini gönlümüze iyice yerleştirmez isek, dünya hayatındaki en ufak bir eksiklik bizim moralimizi bozar, en ufak bir ters rüzgâr bizi alabora eder. Kalpte isyan, haset, huzursuzluk gibi hâller başlar. Bu da mâneviyâtımızı zedeler.
Bu sebeple;
Ey kardeş!
Gerçek hayrın, öbür dünya yani cennet olduğunu unutma!..
Bir gün Azrâil, baskına geldiğinde, onu şaşırtacak hiçbir şey yoktur. O bizi bulacak ve emânetini alacaktır. Fakat biz hangi hâl üzereyken alacaktır?
Îmanlı mı, tereddütlü mü?
Sabırlı mı, isyankâr mı?
Şükür hâlinde mi, şımarık ve taşkın mı?
Esas hayatta yolumuz nereye çıkacaktır?
Cennete mi, cehenneme mi?
Cenâb-ı Hak; hepimizi hayırla, hasenat ile yaşatsın ve son nefesimizi kelime-i tayyibe-i mübâreke ile verebilmeyi nasip ve müyesser eylesin!..
Sözlerin güzel olsun, Fuzûlî kelâm etme!Şeyhini görmeye git, Görünmeye hiç gitme!..
(Gülzâr-ı İrfan)