HAK TERAZİSİ -3

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

ÇOK MASUM BİR SUAL

Geçen ay, 11 yaşında bir çocuk sordu;

‒Hocam!

‒Buyur evlâdım.

‒Bir şey soracağım ama biraz garip bir soru, sorabilir miyim?

‒Oğlum biliyorsam cevap veririm. Fakat bilmiyorsam beraberce öğreniriz, sor bakalım.

‒Hocam ya, biraz tuhaf ama, ayıp olmasın, sonra sizi imtihan ediyor gibi de olmasın.

‒Yok yok öyle olmaz, sen söyle bakalım, hayırdır!

‒Peki hocam, Allah cenneti yarattı, cehennemi yarattı, ruhları yarattı.

‒Evet evlâdım.

Sorunun geleceği noktayı anlayıp dikkatle dinledim:

‒Hocam, Allah kimin cennete ve cehenneme gideceğini de yazdı. O zaman biz neden sorumluyuz? Allah yazdığı için cehenneme gidenlerin ne suçu var?

Nur yüzlü masum küçük delikanlı, sualinin sonunda bir de şu ilâveyi yapma ihtiyacı hissetti:

‒Aman hocam, sakın yanlış anlamayın. Hani bir Hıristiyan sorarsa diye, ona, doğru bir cevap vermek için size soruyorum.

Bu sual, zaman zaman ortalıkta dolaşır durur. Kimi bu çocukcağız gibi masumâne bir şekilde sorar. Kimi de maksatlı sorar. Kimisi de vardır ki, başka isnatların peşinde, başka hayallerin derdinde, başka gayelerin kurguları içinde sorar. Kimileri de bilgiç bilgiç, hâşâ ya Kur’ân’ı, ya Cenâb-ı Hakk’ı, ya da İslâm’ı itham etmek ve âdeta sinsi bir şekilde âciz bırakmak için döne döne sorar bunu.

O ham bilgiçlerin;

EN BÜYÜK İDDİALARI DA;

Güya Kur’ân’ı doğru anlamak…

Fakat ne esef ki, anlamak bahsinde bütün hizmetleri, ilmin cazip ambalâjları içinde bin bir gaflet ve cehâlete. Doğruculukları da, tamamen saplantılarla, hayallerle ve cehâletlerle dolu.

Onlara göre;

Kur’ân’ı asırlardır müslümanlar güya yanlış anlıyorlar, güya İslâm âlimleri mü’minleri kandırıyor. Bu yüzden de güya doğru anlamak için, o nice asırları îman ve irfan ile yoğurmuş takvâ sahibi sâlih âlimleri bertaraf etmek gerek.

Bir kere;

En temel yanlış ve tehlike burada. Zavallı gafil bilgiçler, kendilerine hiç sormuyor: Acaba Kur’ân’ı sanki kendileri yazmış gibi hareket etme hakkını nereden aldılar? Doğru anlamayı kendilerine ait bir hak gibi görüp de «Kitâbullâh»ın izahı üzerine ipotek koyar gibi bir tavra niçin ve ne hakla saplanıyorlar?

Çok tuhaf;

Onlar ve kendileri gibi ârızalı düşünenlerden başkası, güya Kur’ân’ı doğru anlamıyor. Onlar gibi yamuk düşünmeyenler, ilmin zirvesinde bile olsalar Kur’ân’a sanki yanlış mânâlar veriyorlar. İlle de anlamak için o bilgiç ağızlardan âdeta vize alınması gerek. Sanki Hazret-i Kur’ân, onlardan vize alındıktan sonra gerçek Kur’ân olacak hâşâ! Bizim okuduğumuz başka bir kitap sanki! Şu cehâlete bak: onlar gibi eğip bükerek okuyup da onlar gibi saptıra saptıra anlamadıkça, kimseye doğruluk vizesi güya yok.

NASIL BİR MANTIK BU?

Kur’ân’ın doğruluğu bilgiç ağızlara mı kaldı?

O yegâne doğruluk, şeytan sazı çalan eğrilere mi muhtaç?

Son derece karmaşık hisler ve cehâlet, Kur’ân’ı doğru anlamanın vizesi mi olurmuş?

OLMAZ ÖYLE ŞEY!

Yüce Allah, sanki kendi kitabının doğru anlaşılmasını asırlardır sağlayamamış gibi herkes yanlış anlıyor da, bir tek bilgiç ağzı doğru anlıyor, öyle mi? Bu yüzden o ağız, hep Allâh’ın yüce kitabının doğru anlaşılmadığından dem vuruyor. Ne demek? Allah bu kadar âciz mi? Ya da, sonsuz kudret sahibi ve yegâne Yaratıcı olan o Hazret-i Allah, söylediklerini anlaşılacak şekilde dile getirememiş biri mi? Yoksa her âyetiyle herkesi acze düşüren bir kudret mi?

Eğer maksat, gerçekten şuurlu bir müslüman olmaksa, bilgiç ağızlar, bozuk stratejileri terk etmelidir.

Onlar da biliyorlar ki;

Kur’ân-ı Kerîm’in bütün diğer semâvî kitaplardan farkı, nâzil olur olmaz kayıt altına alınmış olması.

Dolayısıyla;

Kur’ân’a hasım olanların onun orijinalliği üzerinden hücum edebileceği herhangi bir açık kapı yok. O zaman o kötü niyetli tipler için tek şık kalıyor:

Kur’ân’ı dosdoğru yaşamayı eğriltebilmek ve bunun için de;

DOĞRU ANLAMAYI BULANDIRMAK

İnsanların bilmediği noktalardan istifade ile Kur’ân’ın yanlış anlaşıldığına yoğunlaştırarak kendi yanlışlarını doğruculuk yaygarasıyla işin içine karıştırmak. Sonra bu noktada kendini vizeci pozisyonuna yükseltip bütün anlayışları veto ederek gönüllerin bozuk telâkkilere takılarak bir şekilde Kur’ân’dan uzaklaşmasını sağlamak.

MÂNİDAR BİR MİSAL:

İmam-Hatip Lisesi yıllarında bir biyoloji öğretmeni elinde birtakım dokümanlarla sınıfa gelmiş ve heyecanla şöyle demişti:

“‒Çocuklar, iyi bakın! Elimdeki belgeler, anne karnında iken insanın cinsiyetinin bilinebildiğine dair ilmî gerçekler. Artık doktorlar çocuk doğmadan önce onun kız mı erkek mi olduğunu biliyorlar. On yıldan beri bilinen bir hakikat bu artık.

Fakat çocuklar,

Kutsal kitabınızda bunun bilinemeyeceği yazıyormuş! Ama siz de gördünüz ki, artık biliniyor. İşte ispatı!

Bu durumda;

Siz kutsal kitabınızdaki bilgiye saygı duyun, ama işin doğrusunun böyle olduğunu da bilin. Unutmayın ki, bu bir bilim gerçeği!”

Bunları söylerken, hocanın, kendi dünya görüşü Kur’ân’a zıt olduğundan dolayı, ağzı kulaklarına varıyordu. Söyledikleri karşısında o an cevap versem, işin gerçeğini ifade için belki kifâyetsiz kalır diye geçici olarak sükûtu tercih ettim. Teneffüs zili çalar çalmaz kütüphaneye koştum. Zengince bir malûmat sonrasında bir sonraki derste meselenin izahı için söz aldım:

“‒Hocam,

Geçen ders konuşulan mevzuya bir açıklık getirmek istiyorum. Önce şunu belirtmeli ki, bahsettiğiniz âyet-i kerîme sizin dediğiniz gibi değil. Öyle bir mânâ yok. Vaziyet, sizin onu, kendi sahip olduğunuz fikrî akıma ve vermek istediğiniz şahsî mesajınıza göre ifadeyi benimsediğinizi gösteriyor. Çünkü, âyet-i kerîmenin net mânâsı:

«Rahimlerde olup biteni Allah bilir!» şeklinde.

Yani;

Bu bilmenin içinde, rahimlerde olup biten maddî ve mânevî her şey var.

Şimdi;

Rahimlerde olup biteni bütün tafsilâtıyla ele alsak, insan hakkında doğduktan sonra dahî bilemeyeceğimiz gerçeklerle karşılaşırız. Meselâ çocuğa ruh üflenmesi? Bunu bilmek, görmek, tüm mâhiyetiyle anlayabilmek ve hiç noksansız tarif edebilmek mümkün mü? İşte rahimlerde olup biten hususlardan biri. Sonra rahimlerde çocuğun kafası şekillenirken içine konulan akıl. Onun zekâ seviyesinin ne kadar ve nasıl olacağını bilebilmek mümkün mü? Sonra çocuktaki sayısız duygu özelliklerini bilebilmek mümkün mü? Çocuk annesinden hangi karakterleri aldı, babasından hangi karakterleri aldı, nasıl bilinecek henüz rahimde iken? Sonra çocuk acaba nasıl bir kader yaşayacak, nerede ve ne zaman ölecek, bunları çözebilmek mümkün mü? Sonra çocuk, doğduktan sonra iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacak, biraz olsun bilebilmek mümkün mü?

Rahimlerde Allah, insanı yaratırken daha ne muazzam kudret nişâneleri gerçekleştiriyor ki, saymakla bitmez. Çünkü insan, yaratıcısının şânına ve ilmine ait sonsuz bir sanat hârikası.

Kaldı ki;

Âyette cümlenin kuruluş şekli itibarıyla, yüce Allâh’ın, kendisinin insana dair sayısız tafsilâtı inceden inceye her şeyiyle bildiğini ifade etmesi, insanların da bu meselede bir şeyler bilmesinin kapısını tamamen kapatması şeklinde değil. Bilâkis ilimde ilerleyerek bir şeyler bilinmesini arzu edercesine bir beyan var burada. Yani Hazret-i Allah; bir bakıma, rahimlerde olup bitene açıkça dikkat çekiyor. Âdeta şöyle diyor:

«‒Ey kullarım! İnsanın rahimlerde yaratılışı, sayısız sırlar ve hikmetlerle dolu. Siz, onlardan öğrenebileceklerinize sizi ulaştıracak bir ilmî gayret içinde olun ve bu hususta mümkün olduğu kadar malûmat edinin. Tâ ki, nice esrarengiz ve derunî bilgiler ile idrakiniz ve ufkunuz artsın da kendinize dair sayısız istifadeye mazhar olasınız. Tâ ki, mütefekkir bir şuur sahibi ve şükreden bir kul olabilesiniz.»

Çok şükür birinci maksat hâsıl olmuştu. Derin bir nefes aldım. Sonra devam ettim:

‒Hocam,

Sözün tam burasında bir hususa daha temas etmek istiyorum. O da şu:

İlkokulda derste okutulan bir dergide güneşin dönmediği bize öğretilmişti. Yine sizin dediğiniz şekilde, bilime göre bu böyle denilmişti. Fakat bizim kitabımız yüce Kur’ân-ı Kerim ise, 1400 yıldır güneşin döndüğünü söylüyordu. Kur’ân ve bilim, her iki taraf arasında da bir çekişmedir sürüp gidiyordu. Nihayet yıllar sonra gelinen nokta ne oldu? İnsanların tespitlerine dayalı olan bilim dediğimiz şey, döndü dolaştı, mecburen yüce yaratıcının mührü olan Kur’ân’daki bilginin dediğine geldi. Yani en sonunda bilim de, güneşin döndüğünü söylemeye başladı. Bu neyi gösteriyor? Kur’ân-ı Kerim, hakikat ve ilim bahsinde, her zaman önde gidiyor, bilim ise arkasından mecbur onu takip ediyor, etmek zorunda. Aksi hâlde bilgi nâmına insan bin bir cehâlete saplanır ve kendini helâk eder.

‒Hocam,

Son olarak, siz kendi fikirleriniz itibarıyla durduğunuz yeri değiştirirseniz, bunu daha net göreceksiniz!”

Öyle değil mi?

DURDUĞUNUZ YER

Hayat, îman ve yaşayışınızı kurduğunuz yerdir.

Çünkü nerede duruyorsa insan, gördüklerini ve görebildiklerini belirleyici olan yegâne bakış açısı orasıdır. Meselâ İstanbul’un o asil manzarasına bir apartmanın bodrumundan bakan bir kimseyle Süleymaniye minaresinden bakan bir kimsenin gördükleri aynı olur mu hiç?

Ya Kur’ân bahsinde?

Ona, hâşâ yüce Allah’ta kusur ararcasına, o müseccel yegâne din olan İslâm’da bir tutarsızlık bulmak istercesine, ya da kendi benliğini ve kibrini büyütmeye çalışırcasına nefsânî ve şeytânî gözlüklerin ardından bakan bilgiç gözlerin görebildiği ile «Kitabullâh»ın asıl gerçeği aynı mıdır?

Hiç şüphesiz ki;

Bilgiç ağzıyla şeytan sazı perspektifinden bakan kimselerin görebildiği ile ehl-i takvâ ve ehl-i basîret olarak «Kitabullâh»ı yaşayan gerçek âlimlerin görebildiği de elbette aynı olmaz. Kur’ân-ı Kerim, kendi beyanıyla, kimisi için hidâyet vesilesi olurken kimisi için niye dalâlet sebebi? Çünkü bu iki farklı kesimin durdukları yer itibarıyla Kur’ân’da gördükleri farklı da o yüzden. Uç bir misal verecek olursak, Hazret-i Ebûbekir’in gözüyle Hazret-i Peygamber nasıldı, mel’un Ebûcehil’in gözüyle nasıldı? Niçin? Tabiî ki, ikisinin de durdukları yer çok farklı olduğu için. Biri şeksiz bir îman ve emsalsiz bir muhabbet kutbunda duruyor, diğeri de bile bile inkâr ve aşırı bir nefret kutbunda duruyordu. Bu yüzden, karşılarındaki şahıs aynı olmasına rağmen, elbette ki onda gördükleri de, anladıkları da tamamen birbirine zıtlık teşkil etti.

Dolayısıyla;

Kur’ân-ı Kerîm’i doğru anlamanın vizesi, hiçbir zaman bir bilgiç ağzına ve şeytan sazına değil, bilâkis onu, elfâzıyla hâmil, ilmiyle âmil ve hikmetiyle kâmil olarak canlı bir Kur’ân vasfında yaşayabilmeye bağlıdır.

Çünkü;

Bilgiç ağzı, yanlış izâfelerle doludur. En fazla sûret-i haktan göründüğü yerde bile meseleleri çarpıtmaktan geri durmaz. Bu;

ANLAMAK MI, ALDATMAK MI?

Aah, ah!

Zamanımızın bilgiçlerinden Abdülaziz BAYINDIR’ın;

«YÜCE ALLÂH’IN; ÖNCEDEN BİLMEDİĞİ, BİLEMEYECEĞİ» şeylerin olduğundan bahsetmesi, tam bir fecaat ve cehâlet. Allâh’a karşı talihsiz bir iftira ve uydurma. Kendi bilgisini O’na şirk koşmak. Sormalı:

Aldatmak için anlamak yaftasına sığınıp da yüce Allâh’ın neyi bilip bilmediğini belirleyecek bir kudretmiş gibi davranmaktan beter bir şirk olabilir mi?

Ne demek Allâh’ın bilmediği şeyler var lâkırdısı?

Bir de;

«‒Ben söylemiyorum ki, bilmediğini Allah kendi söylüyor!» diyerek kendi anlayışsızlığına bağlı bir kıskaçta son derece abes bir cehâleti onun üzerine atmaya çalışmak, nasıl bir îman?

Yüce Allah soruyor:

اَتُنَبِّئُونَ اللّٰهَ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ

“Siz;

‒ALLÂH’A,

‒GÖKLERDE VE YERDE,

‒O’NUN BİLMEDİĞİ BİR ŞEYİ Mİ HABER VERİYORSUNUZ?

•Allah,

•Onların (her türlü) ortak koşmalarından,

•Münezzeh ve yücedir.” (Yûnus, 18)

İlâhî ifade gayet açık:

Allâh’ın bilmediği bir şey varmış da bunu O’na haber veriyormuşçasına bir yoruma saplanmak, belli ki, putlara tapan ve onları Allâh’a ortak koşanların yaptığı bir davranış.

Heyhat;

Bu ilâhî ölçüyü ve yüce Allâh’ın gazaplı tehdidini de hiçe sayarcasına bilgiç tipler, bazı âyetlerden, üstelik doğru anlamak adına; «Allâh’ın bilmediği şeylerin olduğu» yorumuna saplanıyorlar. Delil olarak kullandıkları âyetlerden biri şu:

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتّٰى نَعْلَمَ الْمُجَاهِد۪ينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِر۪ينَ وَنَبْلُوَ۬ا اَخْبَارَكُمْ

“Andolsun ki;

•İçinizden;

•Cihâd edenlerle

•Sabredenleri belli edinceye / gösterinceye kadar ve

•Haberlerinizi açıklayıncaya (durumlarınızı ortaya koyuncaya) kadar

‒Sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed, 31)

MAALESEF;

Abdülaziz BAYINDIR, âyette geçen «bilmek» kelimesini, cümlenin hakikat bütünlüğü çerçevesinde değil, o cümleyi kuran kudretin sübhan oluşu gerçeğinde ise hiç değil, sadece kısır ve kuru bir sözlük mantığıyla ve beşer ağzındaki dar mânâsıyla ele alıyor. Âyete kırık mânâlar vererek lâfı getiriyor, getiriyor ve ne garâbet ki, her şeyi de bütün ilimleri de yaratan Allâh’ı cahile çıkarıyor. Bilgiç ağzıyla aynen şunları söylüyor:

“Şimdi Allâhu Teâlâ bizi imtihan ediyor.

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ Kesinlikle sizi bir yıpratıcı imtihandan geçireceğiz.

Geçireceğiz diyen birisi için zaman sözkonusu olur mu? Olur değil mi? Heh, ondan sonra;

حَتّٰى نَعْلَمَ Biz bilene kadar. Biz bilene kadar. Biz bilene kadar, dediğine göre, ondan önce biliyor muymuş? Yani bu, bu âyetler bizim anladığımız dille inmiştir. Neyi bilene kadar?

الْمُجَاهِد۪ينَ مِنْكُمْ … İçinizden cihâd edenleri bilene kadar.

حَتّٰى نَعْلَمَ الْمُجَاهِد۪ينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِر۪ينَ Ve sabredenleri bilene kadar.

Bilene kadar sizi ağır bir imtihandan geçireceğiz!”

Bunu söyleyen Allah.

O zaman;

Allâh’ın bilmediği hangi şeymiş?

İmtihan gereği bizim yapacağımız ya da yapmayacağımız şeyler.”

Şu; bilgicin yaptığına bakın;

Öyle bir yorum ve iddia savuruyor ki, hâşâ, sanki yüce Allah ne yapıp yapmayacağımızı bilmeyen bir cahil, kendisi de bunu ortaya çıkaran bir âlim. İddiasına da ısrarla sahip çıkıyor. Bir televizyon programında net olarak soruyorlar:

“‒Cenâb-ı Allah, Murat BARDAKÇI’nın başına beş gün sonra ne geleceğini bilir mi, bilemez mi hocam?”

Verdiği cevap işte:

“‒BİLEMEZ!”

Uydurduğu gerekçe de şu:

“‒İmtihan konusuysa bilemez. Çünkü Allah, insanları bilgi imtihanından geçirmez.”

Yani imtihan ediyorsa;

HÂŞÂ ALLAH, BİLEMEZMİŞ!

Yahu;

Yüce Allah, insanları imtihana çeken kusursuz bir yaratıcı mı, yoksa imtihan edilen âciz bir yaratılmış mı? Yahu imtihan eden yegâne kudret ve yegâne âlim sadece O değil mi? Öyleyse, niye ve nasıl bilemezmiş behey gafil?

Bir düşün;

Kullar arasında bile hangi hoca bilmediği bir şeyin imtihanını yapabilir? Sakın, ne soracağını bilir de ne cevap alacağını bilemez demeye de hiç boş yere kalkışma! Çünkü sahasında çok usta, mahir ve otorite olan gerçek hocalar, kendi talebelerinin bütün durumlarına her şeyiyle vâkıftırlar ve bariz bir şekilde onların ne cevap verip vermeyeceğinin de bilgisine sahiptirler. Sadece başkalarına ait talebeler hakkında bilgileri olmayabilir. Fakat söyle; içi ve dışıyla her şeyiyle yüce Allâh’a ait olmayan bir tane kul var mı? Şunu da söyle; yüce Allah, kendi sanatında kusursuz bir mahir, kusursuz bir usta ve kusursuz bir otorite değil mi? O hâlde, Allâh’ın bilememesi diye bir cahillik mevzubahis olabilir mi? O hâlde, insanlar arasında bile bilinebilmesi mümkün olan bir şeyin Allah tarafından bilinemeyeceğini söylemek, neyin ifadesidir ve neyin göstergesidir? Böyle bir ifade, masumâne bir yanlış bilgi midir, yoksa sendeki başka başka problemlerin habercisi midir?

Sonra;

Allâh’a ait bir gerçeği, O’nun Kur’ân’ındaki sapasağlam ve net ilâhî hükümler üzerinde değil de, bilgiçlik kuyusundaki kusur ve hayal, ârıza ve iftira dolu beşerî ve bomboş yorumlar üzerinde inşaya çalışmak, İslâm’ın îtikad anlayışının neresinde var?

Bilgiç ağızlar, neye dayanarak;

“‒Bir kulun başına beş gün sonra ne geleceğini -hâşâ- Allah bilemez!” şeklinde şeytan sazı ifadelerle yüce Allâh’ı bilememek gibi bir acziyetle suçluyorlar?

Oysa Hazret-i Allah ne diyor:

مَا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا ف۪ى اَنْفُسِكُمْ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَا اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌ

“(Ey kullarım!)

‒Yeryüzünde vuku bulan ve

‒Sizin başınıza gelen

‒HERHANGİ BİR MUSÎBET YOKTUR Kİ,

•BİZ, ONU,

•YARATMADAN ÖNCE DE,

•BİR KİTAPTA YAZILMIŞ OLMASIN.

Hiç şüphesiz ki,

•Bu;

•Allâh’a göre

•Çok kolaydır.” (el-Hadîd, 22)

Âyette her türlü musîbetin onlar meydana gelmeden önce yazılı olduğu açıkça beyan edilmekte. Yani imtihanmış, değilmiş böyle bir ayırım ve istisna yok. Musîbetin her çeşidi, olmadan önce de Allah için malûmdur.

Şimdi;

BU NE DENSİZLİK!

Yani yüce Allah;

‒Ben önceden de biliyorum, diyor.

Bayındır hoca da tutmuş:

‒Bilemezsin, diyor.

Be gafil;

Hazret-i Allâh’ın; «‒Ben, olmadan da biliyorum!» demesine; «Hayır, bilemezsin!» diye kim vize koyabilir?

Daima;

Olmadan bilebilmek meselesindeki ilâhî mantık, irade ve hâkimiyet, beşer için çok zor ve imkânsız olduğundan dolayı insanlar bu durumlarda tıkanıklık yaşarlar hâliyle. Akılları iyice köşeye sıkışır bu mevzularda.

Sonra da;

Gaflete düşenler, nasıl ki trafikte kendi yaptıkları kazaları bile; «Trafik canavarı sekiz can aldı.» diye bir başka şey uydurup onun üzerine atıyorlarsa, bu meselede kendi akıllarının köşeye sıkışmasını, hâşâ Cenâb-ı Hakk’ın çelişkisi ve tutarsızlığı, hâşâ O’nun köşeye sıkışması gibi zannederler.

Sonra da;

Kendi mantığındaki ve bilgisindeki «imkânsızlık» duvarına toslayan gafil insan, güya işi düzeltmeye kalkar. İlk yaptığı şey, yanlışları ortaya çıkarmak lâkırdısı altında, mevzunun üstüne «doğruluk kılıfı» giydirerek yığınla yeni yanlışlar üretmek olur. Bunu da fikir adamlığı zanneder, daima çok derin felsefeler ortaya koyduğunu vehmeder. Oysa tek yaptığı, ancak;

ABESLE İŞTİGAL

Çünkü;

“‒Biz anlayalım diye Kur’ân bize geldi.» şeklinde doğru bir düşünceden yelken açtıktan hemen sonra, yol boyu kendi uydurduğu felsefeleri yutturabilmek için, âyetlerdeki kelimeleri sanki Allah değil de çapsız bir beşer dile getirmiş gibi seviyesiz yorumlara dalıp gider. Kendince fırtınalar estirir. Kopacak bir tufanda boğulacağını hesap etmeden yüce Allâh’ın gazap dalgalarının ortasına atlar.

Yani bilgiç ağzının en büyük hatası;

Nasılsa kelime aynı diye onun beşer ağzından çıkan şekliyle taraf-ı ilâhîden gelen şekli arasında hiç fark görmeden anlatmasıdır. Bu da, aslında, Kur’ân’ı anlamayı bulandırmaya uğraşmak, Allâh’a acziyet ve noksanlık yakıştırmaya çalışmak ve nihayet îtikadları çarpıtmak gibi acı bir hamakat tuzağıdır.

EY GAFİL!

Sen aklını tatmin için Allâh’ı her şeyi bilmekten âciz zannetme! Belli ki, hikmeti çözemedin, tıkandın, sonra tuttun, çözüm ve çareyi; «Allah bilmiyor!» demekte buldun.

Hey gidi zavallı!

Unutma ki;

Akıl denilen imkân, ilm-i ilâhîde noksanlık uydurduğunda değil, ondaki kusursuz hikmeti bulduğunda işe yarar ancak. Mânâda da böyle, madde de bu böyle. Baksana, insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yaratıp da hem kuşlar vesilesiyle hem de Hazret-i Süleyman ile bize fark ettirdiği havada uçmanın doğru ayarları noksansız olarak bulabildiği zaman ancak uçaklar yapabildi. Öncesinde on metre bile uçamazken, sonrasında on bin metre yukarılarda kanat kanat süzülmeye başladı.

Eğer insanoğlu;

İlâhî dengenin uçuş formülünü bulmak yerine aklınca hayalî bir formül uydursaydı da, onu tutturmak için inat etseydi, acaba hiç uçabilir miydi? Ne mümkün! Her sefer yerin dibine çakılır kalırdı.

O hâlde ey gafil;

Sen Allâh’ın acziyetini ve bilmediğini ortaya atıp da bu boş yalanı ispat için boşuna yorula yorula akıl ve îman fukarâsı olma! Birazcık aklın varsa, bütün akılları yaratan kudretin zerre kadar bile âciz olmadığını, geçmiş gelecek her şeyi bütün tafsilâtıyla bildiğini ve her şeyi bilmesinin de insanın mes’ûliyetini ortadan kaldırmayacağını, bu hakikatte çok çok ince, ancak ve ancak îman ve irfan ile görülebilen bir denge olduğunu fark et ki, gaflet uykusundan uyanabilesin ve daha da ötesini idrak edebilesin.

Ey gafil!

Şunu kesinlikle bilesin ki, Allâh’ın bilgisinde kör nokta yoktur! Bütün kör noktalar, beşerin gafletine aittir.

Yine bilesin ki;

Gayb denilen gizli, bilinmeyen, meçhul ve kimsenin görmediği noktalar insan içindir, Allah için hiçbir hususta hiçbir gayb mevzubahis değildir.

Onun için;

ALLAH VE BİLMEK

Bu iki kelime yan yana geldiğinde, asla bilmediği bir şeyi öğrenmek şeklinde bir bilmekten söz edilemez. Allah bu kelimeyi kullandığında bunun mahiyeti;

‒Tescillemektir,

‒Tasdiklemektir,

‒Belli etmektir,

‒Bariz etmektir,

‒Delillendirmektir,

‒Net bir şekilde göstermektir.

Âyette buyurulur:

لِيَعْلَمَ اللّٰهُ مَنْ يَخَافُهُ بِالْغَيْبِ

“…Görmediği hâlde kendisinden korkanı Allâh’ın belli etmesi / ortaya koyması için…” (el-Mâide, 94)

Yani;

Allâh’a dair âyette geçen «ليعلم» ifadesinde öğrenmek değil, bilâkis net bildiğini ifade etmek ve bunu zâhir etmek noktasındaki tecellîler var. Gerçek bu.

Yoksa;

ALLAH ZATEN BİLİYOR!

Bildiğini de söylüyor. İşte:

فَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِب۪ينَ

“…

•Allah ki;

•Doğru söyleyenleri de MUTLAKA BİLİYOR,

•Yalancıları da MUTLAKA BİLİYOR.” (el-Ankebût, 3)

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

“Andolsun;

•İnsanı biz yarattık ve

•Nefsinin kendisine fısıldadıklarını da BİLİYORUZ.

•Çünkü biz;

•Ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

قَالَ اِنّ۪ى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

“(Unutmayın!)

•Sizin bilemeyeceğinizi,

•Elbette ki (Allah olarak) BEN BİLİYORUM!” (el-Bakara, 30)

Bu bakımdan;

Allâh’a dair âyette geçen;

«لِيَعْلَمَ»‘NİN VURGUSU

Cenâb-ı Hakk’ın imtihan etmesindeki maksadı beyan eder:

وَكَذٰلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لِيَقُولُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنْ بَيْنِنَا اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَعْلَمَ بِالشَّاكِر۪ينَ

“Ve;

«‒Aramızdan Allâh’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı!» DEMELERİ İÇİN;

•Onların bir kısmını,

•Diğerleri ile,

•İşte böyle imtihan ettik.

Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” (el-En’âm, 53)

Hâsılı;

Bilmeyen ve bunun için bilmeye yönelik bir şeyler yapması gereken O değil, insanlar.

İnsanlar,

Ne yazık ki bir şey kendilerine meçhulse, onu başkaları da bilmiyor zannedebiliyor, hattâ Hazret-i Allâh’ı bile hâdisenin öncesinde işi bilmediğini düşünebiliyor.

Gafil insanda tuhaf bir duygu:

«KENDİ GİBİ ZANNETMEK»

Güzel hususlarda bir yere kadar olabilir böyle bir hissiyat. Fakat gafil insanoğlunun, Cenâb-ı Hakk’ı da kendi gibi zannetmesi, kendi gibi kusurlu görmesi, bir sürü şeyle itham etmesi, üçlemesi, ortaklar uydurması, bazı şeyleri bilmiyor sanması vesaire maalesef böyle bir duygunun felâketidir.

Oysa;

Emsalsiz kudrettir;

O HİÇBİR ŞEYE BENZEMEZ!

Hiçbir kusuru yoktur. Hiçbir noksanı yoktur. Bilmediği hiçbir şey yoktur. Çünkü O’na hiçbir şey gizli ve meçhul değildir. Buyurur:

يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ
وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْمًا

“O;

•İNSANLARIN GEÇMİŞLERİNİ DE,

•GELECEKLERİNİ DE (yaptıklarını da, yapacaklarını da) BİLİYOR.

‒ONLARIN (İNSANLARIN) İLMİ İSE BUNU KAPSAYAMAZ.” (Tâhâ, 110)

Çok mühim nokta burası:

İnsanlar, O’nun neyi ne kadar ve nasıl bildiğini ne denli konuşsalar da, bu yüce hakikat, O’ndaki gerçek şekliyle idrak edilemez. Zira yaratılmış olan fânî ve âciz bir varlığın, Müteâl (akıl üstü ve hayal ötesi) yüce yaratıcıyı ihata etmesi ne mümkün! Yani hiçbir sûrette;

Kulların ilmi, Allah ilmini kuşatamaz. Sanki kuşatırmışçasına hareket edenler, daima sapıtmışlardır. İnsanın nefsi, elindeki azıcık bilgi ile Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilmini kuşatmaya cür’et etmek ve hâşâ O’na akıl öğretmeye kalkışmakta, O’na sanki bilmediği bir şeyi öğretircesine bir hâlete sürüklenmektedir. İlimde en büyük tehlike ve tuzak budur. Bu tuzaktan kurtuluş için çok içten bir takvâ, kalbi titreten bir Allah korkusu elzemdir. Bunun da şartı, kul vüs’atince hakkıyla mârifetullah.

Velhâsıl;

Yerde de gökte de; “mü’min olan”, “sabreden”, “cihâda katılan”, “görmediği hâlde Allah’tan korkan” vesaire kim nedir ne değildir, bunlar;

KULLARA MEÇHUL, ALLÂH’A BELLİ

Böyle olunca; لِيَعْلَمَ اللّٰهُ ifadesi ile anlatılan mânâ, belli olanın delillendirilmesi, tescillenmesi ve gösterilmesi vurguları etrafında zâhir oluyor doğrudan doğruya.

Bilen bilir:

Arapçada عَلِمَ fiilinin üç temel mânâsı vardır:

1. Bir şeyi bilmek veya bir şeyin hakikatini idrak etmek,

2. Bir şeyi hissetmek,

3. Bir şeyi tasdik etmek, pekiştirmek, yaptığı işin hakkını vermek.

Görüldüğü gibi;

“Bilmek” fiilinin beşerî kullanımında bile zaten var olan bir mânâ:

«TASDİK VE TESCİL»

Şüphe yok;

Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkında bilmek fiilini kullanmasının mânâsı ve maksadı, yapılan davranışı tasdik ve tescilden ibarettir. Tasdik ve tescil ne zaman yapılır? İş ortaya konduktan sonra. Mezkûr âyetin ifade ettiği de bu. İş ortaya konmadan yapılsa, onun hakkında her türlü vesvese cirit atacağı için Hazret-i Allah;

•Kullarını her meselede her türlü imtihandan geçiriyor, ondan sonra tasdik ve tescilde bulunuyor.

Yani demiş oluyor ki:

“‒Ey kullarım!

Îmânınızı, ahlâkınızı, cihâdınızı, sabrınızı ve görmediğiniz hâlde Ben’den korktuğunuzu Ben’im size yaptığım imtihanlarda / uygulamalarda siz ortaya koyacaksınız, Ben de onları tasdik ile tescilleyeceğim. Bu tamamlanana kadar imtihan devam edecek.”

Burada;

Allâh’ın bilmesinin, asla öğrenmek değil ancak tasdik, tescil, belli etme, delillendirme ve gösterme hususlarını ihtivâ ettiğine itiraz edenler olursa onlara denilecek söz:

İŞTE OMUZLARIMIZDAKİ DEFTERLER!

Niye tutuluyor onlar?

Hâşâ, Allah bildiklerini unutuyor mu yoksa? O yüzden mi defter tutturuyor?

Yani;

Omuzlarımızda iyi veya kötü ne yapsak her şeyin yazıldığı bir defter kaydı yaptırıyor diye bundan hâşâ «Allâh’ın unutkan olduğunu» mu çıkarmalı insan aklı? O zaman mı kafasını kullanmış oluyor?

Yahu;

O defterlerin; sırf bizim itirazlarımızı kırmak ve ne yaptıysak delillendirmek ve tescillemek için olduğunu,

ANLAMAYAN VAR MI?

O defterlerin; mahşer meydanında hâşâ yüce Allâh’ın bilgi tazelemesi veya unuttuğunu hatırlaması için değil, sırf insanların yanlış beyanlarını işin içine karıştırmadan ömrümüze ait gerçek doğruların ne’liğine dair bir gösterge olduğunu bilmeyen var mı?

Yani;

Allâh’ın bir şeyi deftere yazdırmasını görünce;

«‒Aaa, yazdırdığına göre, yazmaya ihtiyaç hissediyor demek ki. Öyleyse Allah’ta unutkanlık var. Yoksa niye not tutulur ki? Unutmamak için değil mi notlar? Öyle. Demek ki, Allah da bizim gibi unutuyor!» dese hâşâ, bu aklını doğru kullanmak mı olur, yoksa felç etmek mi?

İşte «Allah ile bilmek» kelimesi yan yana geldiğinde de durum bundan farksızdır. Cümlede yeşermişlik demek olan asıl maksadı bir kenara bırakıp da bir kelimeyi kuru bir odun olarak görmek, mânâ meyvelerini hâsıl etmez. Bir kişiye;

«‒Gözüm seni bir yerden ısırıyor!» dendiğinde tutup da;

«‒Bu ifadeden tanımak anlaşılmaz. Çünkü ısırmak nedir, herkes bilir! Ne diye bunu sözlük dışında bir farklı anlayışla anlatmaya kalkarlar bilmem! Yanlış bu kardeşim yanlış. Bilmeyen var mı; ısırmak denilen davranış, gözlerle değil, dişlerle yapılır. Bunun gözle mözle alâkası yok. Isırmanın tarifi ortada: Dişlerle tutup sıkmak, yaralamak, koparmak ve parçalamak demek. Durup dururken bunun tanımak mânâsına geldiğini kim çıkardı? Kim uydurdu ısırmakla tanımanın alâkalı olduğunu? Yüzyıllardır insanları ne diye kandırıyorsunuz? Eğer tanımak kastedilseydi, ısırmak kullanılır mıydı hiç? Kasıt tanımaksa, niye ısırmak kelimesi seçilsin ki? Maksat neyse, onu tam ifade eden en doğru kelimeyi seçmek daha mantıklı değil mi?” şeklinde cümleler söylense, ne denir?

HİÇ Mİ MÜREKKEP YALAMADIN?

Hadd-i zâtında bu ifadenin de kastı, mürekkep içirmek değil, onun vesilesiyle meşgul olunan tahsil görmeyi dile getirmek. Niye asıl kelimeler doğrudan kullanılmıyor da onların yerine şu kastedilmekte, bu kastedilmekte tarzında ifade hareketliliği tercih ediliyor? Direk söylense ya! Olmaz, çünkü sualde de belirtildiği gibi bu şekilde çok canlı bir ifade hareketliliği meydana geliyor. İdrak de, asıl maksadı ince ince gösteren mecazları ve onlar üzerinden en doğru irtibatları yakalamak sûretiyle daha da inceliyor, böylece iyice incelmiş olan bir aklın nüfuz ederek anlayabildikleri ise, çok daha derin ve engin hususları da içine alıyor. Ayrıca insanın dile getirmek istediği hissiyat ve hakikat de, bu şekilde karşı tarafa zihnin devreye canlı girmesi açısından daha güçlü söylenmiş ve aktarılmış oluyor.

Zaten, günlük kullanımda bu mecazın ne mânâya geldiğini bilmeyen yoktur. Yani; «Gözüm seni bir yerlerden ısırıyor!» dendiğinde, bu ifadeden herkes; «Seni tanıyacak gibiyim.» denilmek istendiğini rahatça anlar. Kimse hayalî bir lâf cambazlığı yapmaz.

Diğer taraftan şunu da net görmeli:

Bir ifadeyi beşer kullandığında onun içi nasıl bir mâhiyetle doludur, Allah kullandığında ise nasıl bir mâhiyete sahiptir? İnsanlar arasında bile, meselâ;

«-SANA ON TRİLYON!»

Veya; «‒Sana yüz trilyon!» ifadesi;

•Çok zengin bir hükümdar tarafından kullanılsa ne anlaşılır?

•Hiçbir şeyi olmayan bir züğürt tarafından kullanılsa ne anlaşılır?

•Bir hırsız veya hilekâr tarafından kullanılsa ne anlaşılır?

•Doğru sözlü biri tarafından kullanılsa ne anlaşılır?

•Su gibi yalan söyleyen bir karakter tarafından kullanılsa ne anlaşılır?

Bu örnekleri artırmak mümkün. Fakat ne kadar artırılsa da her birinin söylediği bu aynı ifade, muhtevâ bakımından kesinlikle hiçbirinde de aynı değildir. Dolayısıyla anlaşılması gereken de aynı değildir.

Öyleyse;

Yüce Allâh’ın sonsuz kudreti muhtevâsıyla kullandığı bir kelimeyi, beşer acziyetindeki muhtevâ ile karıştırmak ve öyle yorumlamak, ne kadar büyük bir gaflettir, düşünmek lâzım.

Mesele;

HİÇ KARIŞIK DEĞİL!

Cenâb-ı Hak, «Şâkir» sıfatına sahip. Bu sıfat kullar için kullanılınca; «şükredici» mânâsında. Fakat Allah için kullanılınca; «şükürleri kabul eden» mânâsında.

Elbette;

Allah, kulların konuştuğu lisan ile kitabını gönderdi. Kelimeler, insanların konuştuğu kelimelerden ibaret. Fakat ifadeler ve cümleler ise Allâh’tan sâdır. Böyle olunca insanların imtihanı, o kelimelerin beşer kullanımı ile Allâh’ın kullanması arasındaki ince farkı göremedikleri noktada artmakta.

DEĞİŞMEZ HAKİKAT:

Beşer kullanımında her kelime, beşerî çerçevenin sınırlarına mahkûm. İlâhî kullanımda ise, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretinin kusursuzluğu ve sınırsızlığı içerisinde engin mânâlara sahip. Nitekim âyette buyurulur:

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا

“De ki:

•Rabbimin kelimeleri için

•Derya(lar) mürekkep olsa ve

•Bir o kadar da ilâve getirsek dahî,

•Rabbimin kelimeleri bitmeden önce deniz(ler) tükenecektir.” (el-Kehf, 109)

Rabbimiz’in kelimeleri, hem lâfız hem mânâ itibarıyla işte böyle bir sonsuzluğa ve kudrete sahip. Beşerin konuştuğu kelimeleri de yüce Mevlâ kullandığında o lafızların mâhiyeti de bu gerçeğe dönüşür. Artık onlar beşerî anlayışın dar çerçevesine değil, yüce Allâh’ın sonsuz kudretine göre mânâlar sergiler.

Lâkin insanların kullanımında kelimeler, beşeriyetin çapı kadar bir mâhiyet ortaya koyar sadece. Onun için beşerî çap ve anlayış kapasitesi ile ilâhî çerçevedeki sonsuzluk, birbirine karıştırılmamalıdır.

Meselâ;

Bilmek ve ilim gibi kelimeler, ancak insanlar için illâ öğrenmek ihtiyacını ifade içinde oldukça sınırlı ve dar bir çerçeveyi ihtivâ eder. Çünkü insandaki bilgi ne kadar çok olsa da, hattâ gece gündüz kütüphaneler dolusu artsa bile;

“•Size ancak ilimden çok az bir nasib verilmiştir.” (el-İsrâ, 86) gerçeğinin dışına çıkamaz.

Fakat;

Bilmek ve ilim, Allah ile alâkalı olduğunda ise, tamamen sonsuz bir mâhiyete bürünür. Bunun ilâhî ifadesi, şu:

ALLÂH HER ŞEYİ BİLİR!

Âyette buyurulur:

هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ
وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

“O;

•Evvel ve Âhir’dir.

•Zâhir ve Bâtın’dır.

O,

•HER ŞEYİ HAKKIYLA BİLENDİR.” (el-Hadîd, 3)

Yani;

O’nun bilgisinde «bilmemek» diye bir şey hiçbir sûrette yoktur. O’nun «malûm»unda hiçbir şekilde en küçük, zerre kadar bile bir «meçhul» yoktur.

Bilmemek ve meçhuller, sadece beşere ait hususiyetlerdir.

Zira;

En ince tafsilâtına kadar her şeyi yaratan, hattâ maddenin zerresi olan bir atomda bile bir kâinatı nakşeden idrak üstü sonsuz bir kudretin, sonsuz bir hükmün, sonsuz bir ilmin, sonsuz bir iradenin ve idarenin sahibi olan Hazret-i Allah;

Her sıfatında ancak ve ancak;

«SÜBHÂN»DIR!

Yani bütün beşerî özelliklerden berîdir / uzaktır / münezzehtir.

Bu ifade, Kur’ân-ı Kerim’de çok mânidar vurgulanır.

Niye?

Beşer kelimeleriyle gönderilen ilâhî kitap olan Kur’ân’da, yüce Allâh’a, esmâsına ve hususiyetlerine dair ifadeleri insanlar beşerî çerçevede anlamaya kalkışmasınlar diye.

İnsan için kullanılan «âlim» sıfatı ile Allah için kullanılan «âlim» sıfatını aynı şey zannetmesinler diye. İnsanların en âlimlerinin bile çünkü katrilyonlarcadan daha fazla sayısız meçhulleri vardır. Fakat el-Âlim olan Allah için bir tanecik bile meçhul yoktur.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın, kendi ve sıfatları için «Sübhân / insandaki bütün noksanlıklardan uzak / münezzeh» demesi bundan.

O; kudret sıfatında da Sübhân ve sonsuz. İlim sıfatında da Sübhân, yani kusursuz, noksansız, meçhulsüz ve sonsuz.

Cenâb-ı Hak, isimlerinde meknuz hususiyetlerine dair bu özelliğini, yani «Sübhân» oluşunu, bir de;

«el-Kuddûs» ismiyle perçinler. Bu isminin mânâsı da aynı mâhiyette:

«Her türlü eksiklikten, noksanlıktan uzak ve münezzeh.»

Yine Hazret-i Allah;

«el-Mü’min»dir. Bu kelimenin de, kullar için kullanıldığında gerçek mânâsı; «îmân eden» şeklinde iken Allah için kullanıldığında gerçek mânâsı, artık asla îmân eden şeklinde değil, ancak; «emniyete kavuşturan, güven veren» şeklindedir.

Hazret-i Allâh’ın «el-Âlim» sıfatının da böyle bir mahiyeti vardır. O’nun ilim sahibi oluşu, asla ve kat’â, insanlarda olduğu gibi öğrenme şeklinde değildir. Çünkü insan için mevzubahis bir bilgi şartı olan öğrenme şeklindeki ilim, mutlaka bir başka şeye ihtiyaç duyar. Hocaya ihtiyaç duyar, çözmesi gereken bir meçhule ihtiyaç duyar. Yani illâ kendi malûmatı dışında keşfedilecek şeylerin mevcudiyetine ihtiyaç duyar. Bu yolda insanoğlu, öğrenme yoluyla önce bir hocadan alır. Aldıklarıyla da içinde ve dışında bilmediği şeylerden, derin derin tefekkür ve uzun uzun tetkikler sonrasında ilâve öğrenmeler de gerçekleştirir. Hepsinde de öncesi bilgisizlik, sonrası öğrenme yoluyla gerçekleşen bir ilim sahibi oluş vardır. Lâkin Hazret-i Allah, bütün bu noksanlıklardan, herhangi biri veya bir şeyden öğrenme acziyetinden tamamıyla münezzehtir. O’nun ilminde öğrenme yok, öğretme vardır. Çünkü O’nun dışında kalan hiçbir bilgi ve nesne yoktur.

Dolayısıyla;

Cenâb-ı Hak, âyette kendisi hakkında «ilim» ve «bilmek» tabirini kullandığında aynı «Mü’min» isminde olduğu gibi bir mâhiyet sergiler. Meselâ;

“Yüce Allah, şunu şunu bilinceye kadar imtihan eder.” şeklinde kurulu bir cümlenin gerçek mânâsı, «bilinceye kadar» değil, yukarıda temas ettiğimiz gibi «belli edinceye kadar»dır, «tasdikleyinceye kadar»dır, «tescilleyinceye kadar»dır, «dellilendirinceye kadar»dır. Çünkü ne vaziyette olduğunu bilmesi gereken insanın kendisidir. Bir insan, cennetlik mi cehennemlik mi iş yaptı, Allah bunu bildirerek uygular. Bu bildirmenin îlânı;

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًا

«KİTABINI OKU!»

“Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

Çok açık:

Allah açısından asla bir bilme değil, tescil ve bildirme mevzubahistir.

Bu tescil ve bildirme, en pürüzsüz ve kusursuz şekliyle olunca kim itiraz edebilir?

Yani yüce Allah;

«‒Ben Allâh’ım, siz cennete, siz cehenneme!” diye rastgele kullarına hüküm beyan etmiyor.

Bütün itirazları dikkate alarak;

«‒Ey kulum, işte yaptıklarının tescili! İşte senin durumuna dair sana bilgilendirme! İşte bunun imtihanı ve imtihandan aldığın notlar! Seni sen oku!” diyor ve öylece hükmünü icrâ ediyor.

Hattâ;

İnsanın dili yalana ve hakikat dışı konuşmaya alışkın olduğu için Allah ona kilit vuruyor ve âzâlarını konuşturuyor o gün.

Niçin?

Yine insanı işin doğrusuna dair olduğu şekliyle bilgilendirmek için.

Fakat tam ve doğru anlamak bakımından elzem bir husus var:

ÖNCE KELİME BİLGİSİ

Çünkü her mânâ, önce kelimeleri doğru tefrik ile gerçekleşmekte. Öyle ki, yüce Allah, Hazret-i Âdem’in meleklere üstünlüğünü sadece bununla ifade etmiştir. Çünkü idrak ve mârifetullah üstünlüğünün sırrı budur.

Dolayısıyla;

İlâhî çerçeve ile beşerî çerçeve arasında kelimelerin mânâlarını tefrik ederek anlayabilen ve ilminde incelik olan bir ehl-i ilim, elbette ki bu hakikatleri net olarak anlayabilen kimsedir. Yoksa;

Kelimelere ilâhî ve beşerî çerçeveyi tefrik etmeden bakarak;

«‒Bu kelimede îmân eden anlamı da var!»

Veya;

«‒Bu kelimede de bilmek ve öğrenmek anlamı var!» diye, Allah hakkında bu isimlerine karşı;

“‒Yahu, ben söylemiyorum, bakın Allah böyle söylüyor, kendisi için mü’min diyor, îmân eden olarak kendisini o takdim ediyor. Kendisi için «bilinceye kadar» diyor, «demek ki önceden bilmiyor bu meseleyi». Ben değil, bilmediğini O söylüyor. Zaten ben de O’nun söylediği gibi anlıyorum. İşin doğrusu da bu!» şeklinde seviyesiz ve içi incelik yerine kabalıkla yüklü bir cehâlet yansıması olarak lâf oyunlarına sarılmak, sadece merduttur. Öyle ki, ne ilme, ne îmâna sığar bu.

ÇOK BARİZ;

İfadelerin ve kelimelerin Allâh’a ait şekli ile kullara ait şeklini karmaşık hâle getirmekten başka bir şey olmayan böylesi yaklaşımlar, bilerek veya bilmeyerek de olsa, en lekesiz iyi niyet kılıfları da kullanılsa, işin tam gerçeği, insanların îtikadlarını bulandırmaya çalışmak gibi kötü bir gayreti sergilemektedir.

Sonra;

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi de «el-Mütekebbir»: Büyüklük ve azamet sahibi. Allâh’ın yüceliğini öven bir sıfat. Fakat insanlar arasında bu kelimenin beşerî kullanımı, övgü değil yermek içindir. Bir kimse hakkında;

“‒Bu adam mütekebbirin teki…” dendiğinde maksat, ancak onun kibirli ve büyüklük taslayan bir kimse oluşudur.

Şimdi tutup da;

Bu kelimeyi Allah için kullandığımız bir yerde insanlara kullandığımız mânâyı düşünürsek, abesle iştigal olur. Allâh’ı kibirli, büyüklük taslayan diye anlatırsak, fazla bir cehâlet olur. Ya da insan için bunu kullandığımızda, «büyüklük ve azamet sahibi» mânâlarını vererek o insanı ilâhlaştırmak şeklinde bir durum ortaya çıkarmaya çalışmak da dil bilmemekten başka bir şey değildir.

Kaldı ki;

Kendisi 30 kilo olan bir küçük çocuğun 150 kilo halteri «kaldırırım» demesi ile bu işin ehli, güçlü bir sporcunun «kaldırırım» demesinin içi, farklı bir doluluğa sahip değil mi? Biri burun kıvırtır, diğer hayran eder. Temelde ikisi de aynı kelimeyi kullandı. Fakat hiçbir şekilde muhtevâ aynı değil.

Şimdi;

İki insan için kullanılan aynı kelimeden derya kadar farklı bir mâhiyet oluyor da, kul için kullanılan ile Allah için kullanılan kelimenin aynılığına bakıp tamamen aynı mânâyı vermek, nasıl doğru bir anlayış ve isabet oluşturabilir?

Denilebilir ki;

“‒O zaman Allah ayrı kelime kullansaydı.”

Fakat o zaman;

İnsanın dağarcığı da buna yetmezdi. Her ayrı şeyde ayrı kelime olsaydı, lügatler de akıllar da patlardı.

Öyleyse;

“‒Mevcut kelimeler içinden kastedildiği ifade edilen mânâyı taşıyan bir kelime kullansaydı.” da denilebilir.

Ancak o zaman da;

Kur’ân’da hâkim olan edebî vurgu, mânâ inceliği ve kul sözü ile Allah sözü arasını tefrik ile anlayış gerektiği hakikati kaybolurdu. Güçlü bir idrak gerçekleşmezdi.

Çünkü,

GÜÇLÜ İDRÂKİN ŞARTI

Kulu mutlaka bildiği bir noktadan yola çıkartıp da bilmediğinin kavratılmasıdır. Bilinen noktadan başlamayan bir anlayış, hiçbir zaman idrake dönüşmez. İşte bu yüzden beşerin idrakine açılacak bir kelimeyi, ancak ilâhî mânâ ile kullanıyor Hazret-i Allah. Çünkü bu, insanda tefrik kuvvetini besler. Tefrik devreye girince de en ince hakikatler ve mânâlar, en girift sırlar ve hikmetler bile en net şekliyle anlayış dairesine girer ve her biri yerli yerince zuhur eder. Bu çok büyük ve muhteşem bir fayda ve aklı, muazzam bir ilâhî denge ve yücelik içinde eğitmektir.

Bir de tabiî;

Kullar bu inceliğe ulaşsınlar, akılları incelsin, kuvvetli anlayış sahibi olsunlar maksadının yanında böyle olamayan ve olmak da istemeyen kaba tipler de bir şekilde ortaya çıksın ve ne nedir belli olsun, gerçeği her zaman devrededir.

Şimdi;

«Yüz» kelimesinin lügat itibarıyla her biri doğru olan pek çok mânâsı ve kullanımı var. Tutup da bunları birbirine karıştıran akıl ile hiç karıştırmayan aklın seviyesi bir midir? Her gördüğümüz yüz ifadesini aynı yüz ile mânâlandırabilir miyiz?

İŞTE MESELE BU!

Öncelikle doğru bir lisan ve edebiyat bilgisine sahip olmak.

Zira;

«Karnım zil çalıyor!» diyen birinin karnında zil makinesi aramak ne kadar abesse, Cenâb-ı Hakk’ın en edebî değerde eşsiz bir kelâm kudreti ile beyan ettiği bir mûcize olan «Kelâmullâh»ı, beşerin kaba ölçüleri içinde ve bir kelimenin lügatteki on mânâsından keyfine göre istediğini seçip alarak açıklamaya kalkışmak da o kadar abestir.

Demek ki;

Bir dilin sahip olduğu bütün edebî tekniklerini, inceliklerini, sanatlarını, kıvraklıklarını, aynı kelimedeki yerine muvâfık şekilde birçok mânâ kıvraklığı oluşturduğunu ve bunların isabetli kullanımlarını bilmeden, doğru anlamak diye bir iddianın içinde olunamaz. Dilin edebini bilmeyen kişiden sâdır olan da, ancak edebe mugayir anlayışlar, ifadeler ve yorumlardan başka şey değildir.

Hâsılı;

Bir kelimeyi herkesin kendi dünyasında hangi mânâ ile kullanıldığını bilmeden kuru ve düz bir kafayla itham etmek, bunun üzerinden insanların dînî duruşlarını ve îmanlarını sorgulamaya kalkışmak, bilgiç ağzı bir cehâletin biraz fazlacası.

Oysa unutmamalıyız;

Bir kere kelimelerle oynamak yerine hikmetle meşguliyet içinde olup da irfan ve basîret sahibi olmaya bakmak lâzım.

Çünkü;

Eğer ortaya bir çözüm koyacaksak, bir meselede bilmediğimiz sadece bir şey, tek bir şey bile varsa, bütün bildiklerimiz nafile. Kehf Sûresi’nde Allah bunu anlatıyor:

Malûm;

Allâh’ın muradı dolayısıyla Hızır karşısında koskoca Hazret-i Musa’nın bütün bildikleri boşa çıktı. Çünkü rastladığı hâdiselerde Hızır’ın çok iyi bildiği fakat kendisinin bilmediği bir şey vardı:

SADECE BİR ŞEY!

Öyle ki, o bir tek şeyi bilmeden doğrunun algısı tamamen başka, bildikten sonra ise daha bambaşkaydı. Bu sebeple Hazet-i Musa;

Bedava bindikleri bir gemiyi delmeleri meselesinde gerekli olan o bir şeyi bilmeden önce âdeta;

«‒Bu nankörce bir kötülük!» hükmünü verdi.

O bir şeyi öğrenince de âdeta;

«‒Ne büyük iyilik bu!» dedi, işin hikmetine hayran oldu.

Yine;

Küçücük bir çocuğu öldürme hususunda bilmesi gereken o bir şeyi bilmeden önce âdeta;

«‒Bu kātilliktir!» diye haykırdı.

O bir şeyi öğrendikten sonra ise âdeta;

«‒Ne büyük bir rahmet ve merhamet bu!» dedi ve bir daha hikmete hayran oldu.

Yine;

Kimsenin bir lokma vermediği köyde bir duvarı tamir etmek hususunda, o bir şeyi bilmeden önce âdeta;

«‒Bu bir ahmaklıktır!» diye itiraz etti.

O bir şeyi öğrendikten sonra ise âdeta;

«‒Bu müthiş bir zekâ, muazzam bir düşünce ve çok üstün bir akıllılıktır!» dedi ve bir daha hikmete hayran oldu.

Tabiî ki;

Eğer o şekilde bir ilâhî irade ve hikmet olmasaydı, ancak o zaman ilk dediği; «nankörlük, kātillik ve ahmaklık» ifadeleri doğru olurdu. Lâkin işin içine hikmet ve murâd-ı ilâhî dâhil olduğu için perdeyi açar açmaz bu tespitler; «ne büyük iyilik, ne büyük rahmet ve merhamet, ne mühtiş zekâ ve akıllık» şekline dönüştü.

ÖYLEYSE;

İnsanoğlu, Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyada tanzim ettiği gerçekleri yerli yerince ve hikmetlerine göre değerlendirmezse, kendisini tıkamış olur. Daha açık bir tabirle, bir kimse, herhangi bir meseleyi, olur olmaz şekilde keyfince şuraya buraya birtakım yorum iplikleriyle bağlarsa, aslında kendi aklına tasma takmaktan başka bir şey yapmış olmaz.

Malûm:

Her kelimenin beşerî kullanımı var. Çünkü Allah, lutfeylemiş de anlayalım diye beşeriyete ihsan ettiği kelimelerle göndermiş kitabını. Başka bir lisan ile gönderse, anlamak mümkün olmazdı. Beşer lisanıyla Allah kelâmı geldi diye kelimelerin beşerî kullanımları yasaklanmadı ki. Yahu;

el-ÂLİM KİM?

Allah.

Beşer içindeki bilgi sahibine de âlim deniliyor ama. Şimdi insana; “Allah dendi” yorumuna mı saplanacağız?

Velhâsıl şurayı tam görmeli:

Kulların öğrenmeye muhtaç bilgisi ile Allâh’ın öğretmeye dair bilgi sahibi olduğunu fark etmeyen kimsenin Kur’ân’ı izah ve anlama noktasında hiçbir yetkisi yoktur, olamaz da. Kendi kafası karışık kimse, kimin aklını berraklaştırabilir? Şeytanın; «Gerçek budur!» yaftasıyla insana üflediği bir «yanlış»tan «doğru» çıkar mı?

Çıkmaz, fakat;

ÂH ŞU ZANNETMELER!

Mahşer meydanında, azaba sevk edilen kimselere, yüce Allah, ne diyecek:

وَلٰـكِنْ ظَنَنْتُمْ اَنَّ اللّٰهَ لَا يَعْلَمُ كَث۪يرًا مِمَّا تَعْمَلُونَ

“Siz;

•YAPTIKLARINIZIN ÇOĞUNU

•ALLÂH’IN BİLMEYECEĞİNİ DE,

•ANCAK ZANNETTİNİZ.” (Fussilet, 22)

وَذٰلِكُمْ ظَنُّكُمُ الَّذ۪ى ظَنَنْتُمْ بِرَبِّكُمْ اَرْدٰيكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

“İşte;

•SİZİN BU ZANNINIZ,

•YANİ RABBİNİZE KARŞI ŞU ZANNETMENİZ VAR YA,

İŞTE;

•SİZİ BU MAHVETTİ VE

•BU YÜZDEN HÜSRANA DÜŞENLERDEN OLDUNUZ!” (Fussilet, 23)

İlâhî beyan, gayet açık:

Allâh’a bilmediği hususlar isnadı, cahil bilgiçlerin kendilerini helâk eden zannından ibaret. O zannı bilgi zannetmek de ayrı bir cehâlet. Hangi hususta bilememek varsa, hepsi de ancak insana ait. Hele ki Allâh’ın bildirmediği bir şeyi bilmesi, insan için asla mümkün değil.

Gafil insanoğlu işte!

Hep zannı yüzünden bir kütük gibi nice sellere kapılıyor. Görmüyor ki, bazen yeltendiği şey, hâşâ;

ALLÂH’A DİN ÖĞRETMEK!

Bilgiçlik, gafil insanı felsefeden felsefeye savuruyor. Zavallı, yüce Allâh’a bile dîni öğretmeye kalkışırcasına bilgiçlik satıyor. Kendi de söylüyor, fakat düşünmüyor; önceki dinler niye tahrif oldu? Önceki semâvî kitaplar niye bozuldu da nesh edildi, niye gökten iptal yedi?

İnsanlık tarihi nice ibretlere sahne olsa da, gafil bilgiçlerin huyu aynen devam ettiğinden dolayı, Cenâb-ı Hak, bu gaflete düşenleri açıkça azarlıyor. Hazret-i Kur’ân’ı kıyâmete kadar her türlü tahriften koruyacağı için de aşılmaz bir set mâhiyetinde buyuruyor:

قُلْ اَتُعَلِّمُونَ اللّٰهَ بِد۪ينِكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

“DE Kİ:

‒SİZ,

‒DÎNİNİZİ,

‒ALLÂH’A MI ÖĞRETİYORSUNUZ?

HÂLBUKİ;

•GÖKLERDE OLANLARI DA,

•YERDE OLANLARI DA BİLEN,

•(SİZ DEĞİLSİNİZ), ALLAH’TIR!

•ALLAH Kİ;

•HER ŞEYİ HAKKIYLA BİLENDİR.” (el-Hucurât, 16)

Beyan açık:

Dîni Allâh’a öğretmeye kalkışanlara ilâhî bir tokat.

Bu;

Aynı mahiyetteki her şeyi içine alır. «Dîninizi» ifadesinde şu hakikatler de var;

“‒Siz, O’nun size gönderdiği Kur’ân’ınızı Allâh’a mı öğretiyorsunuz?”

Yine;

“‒Siz, Allâh’ı Allâh’a mı öğretiyorsunuz?”

Bu vurguyu Hazret-i Allah yaptığına göre mesaj çok bariz:

Mantık oyunları ile îtikad ve kulluk olmaz. İlim, hiç olmaz.

Çünkü;

Biri bir şeyi bilmiyorsa, onun bilmesi için bildiren kimsenin olması gerekir. Hele kelime oyunları ile bir meselede Allah bilmiyor gibi bir tablo çizilmesi, hepten hezeyan. Allah bilmiyor olsa, bilen kim olur? Kendiliğinden bir bilgi nasıl olacak? Hem de geleceği belirleyecek bir bilgi? Rastgele mi?

Hâsılı;

Mantık oyunları ile îtikad olmaz.

Hazret-i Allah, buna hiç taviz vermiyor ve yine sille-i hakikati çakıyor:

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُوا ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

“Sen,

•GÖKLERDE VE YERDE NE VARSA,

•ALLÂH’IN BİLDİĞİNİ

GÖRMÜYOR MUSUN?

‒Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur.

‒Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur.

‒Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir.

Sonra;

•Kıyâmet günü

•Onlara yaptıklarını haber verecektir.

•Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.” (el-Mücâdile, 7)

اَلَمْ يَعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ

“(Şu gafiller);

-HÂLÂ ANLAMADILAR MI?

•ALLAH KESİNLİKLE,

•ONLARIN SIRRINI DA,

•FISILTILARINI DA BİLİYOR.

•ALLAH, KESİNLİKLE,

•GAYBLARI (GİZLİ HUSUSLARI) DA ÇOK İYİ BİLİYOR.” (et-Tevbe, 78)

Elbette;

اِنَّ اللّٰهَ عَالِمُ غَيْبِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اِنَّهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

“Hiç şüphe yok ki,

•Allah;

•GÖKLERİN DE, YERİN DE GAYBINI BİLİR.

•O, kalplerin içinde ne varsa onu da hakkıyla bilendir.” (Fâtır, 38)

Öyleyse;

Her şeyi bilip de bazı şeyleri bilmeyen bir Allah tasavvur etmek; îman mıdır, ilim midir, edep midir, doğru mudur? Bunun ilâhlar uydurmaktan farkı var mı? Yok ki, yüce Allah, azarlıyor:

اَئِفْكًا اٰلِهَةً دُونَ اللّٰهِ تُر۪يدُونَ

“(Yegâne ve sübhân olan);

•Allah’tan başka,

•Birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz?” (es-Sâffât, 86)

فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ

“Yâhu;

SİZ ÂLEMLERİN RABBİ’Nİ NE ZANNEDİYORSUNUZ? (O’na karşı ne biçim zanlar üretiyorsunuz!)” (es-Sâffât, 87)

Evet ey bilgiçler!

ALLÂH’I NE ZANNEDİYORSUNUZ?

O’nun bazı şeyleri bilmediğini nasıl yakıştırabiliyorsunuz? Bu acziyeti ve noksanlığı, O’na nasıl isnat edebiliyorsunuz? O’nun istisnasız her şeyi bildiğini görmeniz gerekirken ve O’nun sonsuz ilmine rağmen bilmemek cehâletini nasıl uydurabiliyorsunuz?

Ancak, şunu;

وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

“(Tam olarak) bilin ki;

•ALLAH,

•KESİNLİKLE,

•HER ŞEYİ HAKKIYLA BİLİR.” (el-Bakara, 231)

O’nun bilgisinde öğrenmek diye bir acziyet yoktur.

O’nun bilgisi, her meselede, kusursuz ve noksansız bir şekilde öncesi ve sonrasıyladır.

Bilgisine dair bu net ilâhî mühür;

Pek çok âyette defaatle zikredilmektedir.

Şu âyet özellikle câlib-i dikkat:

اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا

“Hiç şüphesiz ki,

•ALLAH,

•HER ŞEYİ (ZATEN) BİLMEKTEYDİ…” (el-Nisâ, 32)

Sonradan biliyor olmadı hiçbir meselede hiçbir zaman. Sonradan sadece tescilledi, tasdikledi, mühürledi, hükmünü îlân etti.

Çünkü;

هُوَ الَّذ۪ى خَلَقَكُمْ مِنْ ط۪ينٍ ثُمَّ قَضٰى اَجَلًا وَاَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ ثُمَّ اَنْتُمْ تَمْتَرُونَ وَهُوَ اللّٰهُ فِى السَّمٰوَاتِ وَفِى الْاَرْضِ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ

“Öyle bir Allah’tır ki,

•O;

•Sizi çamurdan yarattı,

•Sonra (her birinize) bir ecel tayin etti.

•(Kıyâmetin kopması için) belirlenmiş bir ecel de O’nun katındadır.

SİZ İSE HÂLÂ ŞÜPHE EDİYORSUNUZ:

‒Hâlbuki O;

‒Göklerde de Allah’tır, yerde de.

‒Sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da.

‒SİZİN DAHA NE KAZANACAĞINIZI DA BİLİR!..” (el-En‘âm, 2-3)

Elbette;

اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ

«YARATAN BİLMEZ Mİ HİÇ?»

“O, en ince işleri de görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (el-Mülk, 14)

وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَا اِلَّا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ى ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ

“Ve;

•Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır.

•Onun için gaybı ancak O bilir.

•O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir.

•O’NUN İLMİ DIŞINDA BİR YAPRAK DAHÎ DÜŞMEZ.

•Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Levh-i mahfuzda, O’nun ilmindedir).” (el-En’âm, 59)

Bir yaprağın düşmesi dahî O’nun ilmi içinde. O’nun ilmi dışında hiçbir şey yok.

Öyleyse;

O’nun bilmediği bir şeyden bahsedilebilir mi hiç?

Elbette bahsedilemez.

Lâkin;

İşte tam bu noktada;

Gafil insanların aklı ve fikri tıkanıyor, kalbi ve hissiyatı da tıkanıyor, idraki ve basîreti de tıkanıyor. Bu tıkanıklıkta da, kendilerince birtakım sualler oluşturup güya Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi bilmesi meselesini boşa çıkarmak ya da sanki bu gerçeği köşeye sıkıştırıp da başka bir şey üretmenin derdinde olmak şeklinde bir tablo ortaya çıkıyor. Ya da hâşâ sanki güya Cenâb-ı Hakk’ı zor duruma düşürmemek için O’na acziyet ve cehâlet isnadından başka çare kalmamışa kadar gidiyor gafil insanın tıkanıklığı.

Tıkandıkça da anlayamaz hâle geliyor gafiller. Ne kadar bilgiç de olsa kafaları daha karmaşıklaşıyor. Çok âşikâr gerçeklere bile kendi kendilerine kördüğümler atıyorlar, sonra uğraşıyor uğraşıyor, yine de çözemiyorlar. Elleri ayaklarına dolanıyor kabîlinden akıl ve bilgileri de dalâlet ve cehâlete dolanıyor.

İşte bu nokta;

Anlayamayanların gafleti karşısında nefsin de, şeytanın da en tuhaf ve en boş felsefeler üretme noktası.

Bu noktada aklen ve ilmen boğulanların işin içinden çıkması zor. Abdülaziz BAYINDIR da işin içinden çıkamayıp diyor ki:

“Allah senin cehenneme gideceğini bile bile, seni yarattıysa bundan sonra seni niye sorumlu tutuyor?”

Lâfa bak!

Kendindeki kafa karışıklığının bir meyvesi olarak önce güya Allâh’ı noksanlığa düşürüp sonra da bunu telâfi için O’na cahillik isnadı ve iftirasında bulunuyor.

Evvelâ bu sualin mantığını düzeltmek lâzım:

Ortaya bir şey atıp da; «Ayıkla pirincin taşını!» demek olmaz.

Yüce Allah hangi kuluna;

«‒Ben senin cehenneme gideceğini bile bile yarattım, bunun da suçunu sana yazdım, sorumlu sensin!» diye bir vahiy gönderdi?

Bu kurgu ve söyleyiş şekli gafil ve cahil insanlara ait.

Oysa;

Cenâb-ı Hakk’ın takdir buyurduğu temel mantık, her bakımdan kâfî, mükemmel ve de çok anlaşılır bir hakikat.

Bu işte;

Kulun kendi çapının dışındaki anlamalara kalkışması meseleyi anlaşılmaz yapıyor sadece.

İDRAK ETMELİ Kİ:

Bir kâğıt, ışığını güneşin tam merkezinden almaya kalkarsa, neticesi ne oluyorsa bir insan da, kendi kapasite ve idrakinin dışında hiç bilemeyeceği ilâhî ilmi kuşatmaya kalkarak anlama yolunu seçerse, olacak olan netice, ya zındıklık, ya da aklın iyice tıkanıp patlaması.

Elbette;

İnsan, muazzam bir umman, akıl da müthiş bir nimet, ama sınırsız değil. İnsanın her şeyinde bir sınır var. Meselâ vücut ısımız. Faraza 50’nin veya 60’ın üstüne çıksa, hayat kalır mı bizim için? Ya da 20’nin altına düşse, yaşayabilir miyiz? İşte ilim bahsinde de böyle. Her şeyi kendi sınırlarımız içindeki kadar idrak edebiliriz. O sınırların dışına çıktığımız her noktada sadece aptallaşırız. Hele sonsuz olanı o sınırlar içine sığdırmaya kalktığımız zaman, bunun zerre kadar bile ihtimal ve imkânı yok. Zaten her türlü şirk de, putların ortaya çıkması da, hep kulların kendi sınırları ve çerçevesine Allâh’ı sığdırmaya kalkışmasından doğmuştur. Çünkü kendi çapındaki bir tanrı, istediği gibi yontabildiği ve yönlendirebildiği ve böylece nefsine tam uygun, işine gelen bir tanrı olacağı ve neticede insan kendine daha pozisyon kazandırabileceği için tercih ettiği ve aldandığı bir gaflet şekli.

İŞİN ÖZÜ;

Kurgusu yanlış bir sualden yola çıkmamak. Çünkü yegâne doğrular varken hiç olmayacak hayalî ev eğri kurguları alıp da düşüncenin merkezi hâline getirmek, aptallıktır. Çünkü bu, düşünceyi devreye sokmaz, onu iptal eder sadece. Kısa devre yaptırır akla. Yani aklı çalışmazlaştırmak ve onu hayalî kurgularla tıkayıp bozmak, düşünmek midir?

Burada yanlış kurgu, insanın kendi gerçeğine, yaşatıldığı hakikatlere bakarak değerlendirme yapmayı bırakıp da Allâh’ın bize söylemediği meçhuller üzerinde malûm üretmeye kalkışmasından kaynaklanmaktadır.

Ey gafil!

Sen, sana Allâh’ın meçhul bıraktığı ve asla malûmat vermeyeceği şeyler hakkında ne kadar tahmin yürütsen, yine uydurma olur. Birazcık aklın varsa, sen kendi gerçeğine bakacaksın. Sadece kendi gerçeğine.

Şuradan bir kedi geçse ve sana sorulsa;

«-ŞU KEDİ NE DÜŞÜNÜYOR?»

Bilebilir misin?

Çok basit bir misal bu. Yetmiş sene düşünsen ve yetmiş milyon tahmin üretsen, yine de bilebilir misin? Zaten yetmiş milyon tahmin üretmek de bu işte bilgisizlik demektir, çünkü hepsi de; «Ya tutarsa» mantığının atmasyonundan başka bir şey değildir. Üstelik söyleyen bir kudret olmazsa, hangisinin tutup tutmadığını bilmek de imkânsız. Lâkin gerçek bilgi, yığınla tahmin değil nokta bir söyleyiş ortaya koymaz mı?

İşte;

Gafil bir insan, bilgi zannederek yığınla tahminin ortasında boğulur da küçücük bir kediciğin bile kafasından ne geçtiğini tam olarak bilemez. Bir şeyler uydurup bildiğini zanneder.

Şimdi sen;

Bir kedi kafasındaki sana meçhul düşünceleri bilmekten âciz iken ve böyle bir çapın da olmadığı hâlde Allah katındaki sana meçhul olmasına hükmedilmiş bir bilgiyi nasıl tutturacaksın be akılsız?

Hey inancı bozuk adam!

Sen bir kedinin ve bir kuşun kafasından geçenleri yığınla tahminlerinden öteye net bir bilgi ile bilemezken Allâh’ın sana söylemediği, bildirmediği ve sana bu dünyada kesin bir meçhul olarak kalmasına karar verdiği bir şeyi bilmen mümkün mü?

Sen olmayacak tahminlerle uğraşma,

NASIL MES’ULÜZ,
ONA BAK!

Dedik ya, bir mektepte;

Bütün talebelerini imtihan eden bir hoca, eğer muktedirse, eğer onları tek tek çok iyi bilen, tanıyan ve MR çekimleri de çok güçlü olan bir hocaysa, hem imtihanın bütün doğru cevaplarını, hem de kimin neyi ne kadar yansıtacağını önceden de en hakikatli şekilde bilir. Talebenin başarısızlığı veya başarısının onun bu bilmesiyle hiçbir alâkası da yoktur. Çünkü bu biliş, yaptırım ve baskı alâmeti değil, bilâkis muktedir ve hâkim bir hoca olmasının göstergesidir. Eğer bilmiyor olsaydı, imtihan etmeye de hakkı olmazdı.

Kul için bile vâki olan bu gerçek, Allah hakkında sonsuz mâhiyette vâki değil mi?

Elbette vâki.

İşte;

Meselenin gafiller tarafından anlaşılmayan püf tarafı burası!

Neymiş efendim;

Allah biliyor olunca biz niye mes’ulmüşüz? O zaman niye sorumlu tutuyormuş? Yahu bilmiyor olsaydı, asıl o zaman nasıl sorumlu tutacaktı?

Bilen Allah, sen değilsin ki!

Bir kul;

Allâh’ın biliyor olmasından hareketle kendinin de aynı şeyi artık biliyor olduğu zannına kapılamaz.

Yani hiç kimse;

“‒Madem Allah beni cehennemlik yaratmış, o zaman ne diye sorumlu tutuyor?” diyemez.

Çünkü hemen şu gerçek, onun suratında şaklar:

NEREDEN ÇIKARIYORSUN?

‒Be akıllı! Allâh’ın seni cehennemlik yarattığını nereden çıkarıyorsun? Allah, apaçık vahiy gönderip de seninle paylaştı mı bunu? Hayır. Yüce Mevlâ, insanlarla bu dünyada böyle bir bilgi paylaşıyor mu? Hayır.

O hâlde?

Demek ki;

HERKES SORUMLU!

Herkes gayret edecek. Meselenin bizi ilgilendiren ve bize dönük olan kısmı sadece bu.

Kimse hakkında;

Ölümden önce cehennemlik mi, cennetlik mi olduğuna dair bir bilgi yok insanların elinde. Olmayan bir bilgi üzerinden faraziyeler üretmek, akıl ve düşünceden ziyade akılsızlık ve beyinsizliktir.

Bizim bilgimizde;

Ne kadar ilimde ilerlesek de son nefesimize kadar cennet de cehennem de, birer ihtimalden ibaret. Kimsenin elinde kendisinin nerede olacağına yönelik bir karar yok. Tahmin çok, fakat karar yok. Yani hangi kulun, hangi netice ile karşılaşacağı bilgisi karar olarak bizde mevcut değil, ancak ihtimal olarak mevcut. Gerçek bu. Allah böyle tanzim etmiş. Allâh’ın bizim gerçeğimizde ihtimale bağladığı bu hususu faraziyelere kapılarak karar şeklinde vehmetmek ve bunun üzerine fikir ve sual inşa etmek, hâşâ Allâh’ı âciz bırakmaya çalışıp da mes’ûliyetlerden sıyrılmak ve kurtulmak yönünde nefsânî çok kötü bir cehâlet ve gaflettir.

Maalesef;

Her gafil, işine geldiği için bu noktada kendini de başkalarını da şaşırtmacaya kalkışıyor. İhtimali değil de, bilmediği ve bilemeyeceği kararı, sanki biliyormuş gibi konuşuyor. Sanki Allâh’ı âciz bırakacak! Ama;

ALLAH ÂCİZ DEĞİL!

İşte sille-i Rahmân:

وَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِى اللّٰهِ وَاَنَّ اللّٰهَ مُخْزِى الْكَافِر۪ينَ

“Siz;

•ALLÂH’I,

•ASLA ÂCİZ BIRAKAMAYACAĞINIZI ve

•Allâh’ın inkârcıları mutlaka rezil edeceğini bilin!” (et-Tevbe, 2)

Hemen sonraki âyette bu gerçeği bir daha vurguluyor Hazret-i Allah:

فَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِى اللّٰهِ وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ

“…(Evet);

•Bilin ki siz,

•ALLÂH’I ASLA ÂCİZ BIRAKAMAZSINIZ.

(Ey Rasûlüm!)

•İnkâr edenlere can yakıcı azabı müjdele!” (et-Tevbe, 3)

Şimdi Bayındır hocanın;

“Allah senin cehenneme gideceğini bile bile, seni yarattıysa bundan sonra seni niye sorumlu tutuyor?” şeklindeki kurgusu, sonra da bu çıkmaza bir çözüm olarak;

“İmtihan gereği bizim yapacağımız ya da yapmayacağımız şeyleri Allah bilmez.” diyerek sorumluluğumuzu ifade edebilmek adına, bir bakıma sağdan yaklaşarak garâbet uydurması, yukarıdaki âyetin ışığında nasıl bir mantık ortaya koyuyor?

Direk ele alalım:

Hoca be!

Güya sen, Allâh’ı âcizlikten mi kurtarıyorsun? Yoksa mantıksızlıktan mı? Yoksa yüce Allah, sonsuz kudretine rağmen köşeye sıkıştı da sen mi kurtarıyorsun? Yoksa kurtarıyorum diye zamana ve bilmemeye mahkûm etmeye mi kalkıyorsun?

Çok yazık;

Sen Allâh’ı hâlâ tam öğrenememişsin!

Tavuk kadar bile tanıyamamışsın o sonsuz kudreti!

Yoksa;

Bilirdin ve anlardın ki;

ALLAH İÇİN ZAMAN YOKTUR!

Zaman dediğimiz şey, yegâne kudret sahibi olan Allâh’ın, bizler de dâhil tüm varlıklar için takdir ettiği bir keyfiyettir. Lâkin O, kendisi için asla zaman ve mekân takdir etmemiş ve kendini bunlarla sınırlamamıştır. O, ancak yaratandır. Zamanı da, mekânı da, bizleri de yaratandır. O hâlde, yaratan bir kudret, hiç yarattığı bir şeyin hükmü ve esaretine girer mi? Yaratmış olduğu zamanın karşısında âciz kalır mı? Ya da, hangi mevzu olursa olsun, Yüce Allâh’ın bütünüyle bilmesi, ucundan veya kenarından bile olsa herhangi bir zaman kaydına bağlanabilir mi? Yahu, her türlü zaman mefhumu ve gerçeği, ancak O’nun tarafından programlanmış bir hakikat değil mi? Elbette. Zaten varlıkların hepsi de, bu yüzden zamana mahkûm. Fakat ezelî ve ebedî bir kudret sahibi olan Hazret-i Allah için böyle bir mahkûmiyetten söz etmek mümkün mü? Tabiî ki asla!

Zamana dair unutma;

O’NA ÖNCE ve
SONRA YOK!

ÖNCE ve SONRA diye bir şey bizler için var ey hoca, O’nun için değil! Önceden bilmez sonradan bilir diye yoruma saplanmak, Allâh’ı değil, başka bir varlığı, daha doğrusu Allah zannı içerisinde ancak yaratılmış bir varlığı konuşmaktan başka bir şey değildir. Kezâ yaratılmış bir varlığın nice acziyet sınırları içine hapsederek Allah’tan bahsetmek de; O’nu anlatmaktan ziyade, O’na karşı ithamda bulunmaktır. Bu durumda anlatılan varlık; Allah değil, yaratılmış hayalî bir şey olur. Bu da çok ağır bir şirktir.

Allah ki,

O’ndaki her hususiyet, sonsuz bir ezel ve sonsuz bir ebed sırları içinde ve yaratılmış olan bütün akılların üstünde bir mâhiyete sahiptir.

Ne öncesinde, ne sonrasında;

O’nda zerre kadar kusur ve tutarsızlık yoktur. O’nda zerre kadar zayıflık ve acziyet yoktur. O’nda zerre kadar cehâlet ve bilmemezlik yoktur. O’nda zerre kadar zulüm ve haksızlık yoktur. O’nda zerre kadar yanlışlık ve hata yoktur.

Unutmamalı;

Kullar, Allâh’ı Allâh’a karşı ne olup olmadığını belirleyen varlıklar değil. Kulların belirlemeye kalkması ne zaman işin içine girince din bozulmuş, inançlar bozulmuş ve insanlar bozulmuştur.

Bu sebeple Allah;

Kendisini nasıl anlatıyorsa ancak öyledir. Yani;

O, O’NUN DEDİĞİDİR!

Bilgiçlerin anladığı değildir.

Fakat;

Bu hakikatin netliği karşısında bazı hilekârlar, bu sefer; «‒Ben söylemiyorum, Allah böyle söylüyor!» diye, O’na iftira atarak konuşuyorlar. Kendi fikirlerini ve fâsit düşüncelerini, yine kendi acziyetleri çerçevesinde hâşâ Allâh’a izâfe ediyorlar.

Onlara sormalı;

Allah, Allah olur da bilmediği bir şey olur mu hiç?

O’nun;

Eğer sadece küçücük bir zerrecik kadar bile bilmediği bir şey olsaydı, bütün kâinat altüst olurdu. Çünkü kâinatın devamı milyonlarca asırlar içinde küçücük bir an ve küçücük bir zerrecik kadar bile bilgi boşluğunun olmamasını gerektiriyor.

Hâsılı;

Gafiller ne söylüyor, kâinat neyi haykırıyor?

Sağır bilgiçler duymaz, âmâ bilgiçler de görmez ama;

Bir meselede hata ve yanlıştan söz ediliyorsa, bu, ancak kulların kendi kusurları ve gafletleridir. Bunu telâfi için yani kulların kusurlarını gidermek bahsinde yapılması gereken her ayarı, ne yazık ki gafil insanlar, kendilerinde değil de Allah’ta yapmaya kalkışıyorlar. Böylece kulların cürmü daha da büyümüş oluyor.

Oysa bu tür can alıcı îtikad meselelerinde;

«‒Ne olur canım, tefekkür ve düşünce bu, aklı kullanmak bu!» diye boş savunmaların arkasına sığınmamalı.

Çünkü;

Herkes bilir ki, hiç kimse, kendisini, kendisinde olmayan kötü ve olumsuz, yetersiz ve çapsız, kusurlu ve ârızalı özelliklerle bilinip anlatılmasını asla hazmedemez.

ÖYLE ANLATTIRMAZ!

Çok berbat bir kimseye de, üstelik binlerce kere hak ettiği hâlde; «Ey kahpe, ey vahşî kātil, ey rezil namussuz!» dense, o bile bunları kendine kondurmaz ve öfkesinden çılgına döner. Hele temiz ve masum birine bu dense o da; «aman canım, kim ne derse desin» diye hiç diyemez ve öyle tesir altında kalır ki, sonunda kahrından ölüp gider. Ya da bir kimsenin kendinde olan güzel özellikleri yok saymak da, onu perişan eder ve; «Beni yanlış tanıdılar da hakkımı yediler!» diye feryat ettirir.

Şimdi;

İnsanlar bile kendilerinin doğru tanınmasını, hiçbir şekilde kötü ve kusurlu, ârızalı ve çapsız özelliklerle anılmasını istemezlerken ve bu isteklerine ters davranılan her yerde de tepkilerini cinayetlere varana kadar en sert şekilde sergilerlerken yüce Allâh’ı bilmek, tanımak ve buna göre îman bahsinde keyfe göre hareket, keyfe göre yorum, keyfe göre telâkkîler kabul edilebilir mi?

İşte;

Allah da kabul etmiyor zaten.

Azarlıyor:

“…

•Allâh’ın yolunu,

•EĞRİ VE ÇELİŞKİLİ GÖSTERMEYE ÇALIŞMAYIN!” (el-A’râf, 86)

Buna rağmen;

Güya Kur’ânî bilgilerle hareket ediyormuş görünerek hâşâ Cenâb-ı Hakk’ı, O’nun âyetleri üzerinden âciz bırakmaya çalışan bilgiçler çıkıyor ortaya. İlâhî îkaz şu:

وَالَّذ۪ينَ يَسْعَوْنَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ فِى الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ

“Şu kimseler ki;

‒ÂYETLERİMİZDE BİZİ ÂCİZ BIRAKMAYA YELTENİYORLAR,

‒ÂYETLERİ GEÇERSİZ KILMAK İÇİN YARIŞIYORLAR,

‒İşte onlar,

‒AZAPLA YÜZ YÜZE BIRAKILIRLAR.” (Sebe’, 38)

Bu tiplerin en çok yaptıkları şey, çeşitli mantık oyunları ve bahanelere sarılıp da âyetleri tartışmaya açmak. Cenâb-ı Hak, bunu fark etmemizi özellikle istiyor:

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ
ف۪ٓي اٰيَاتِ اللّٰهِ

“Şu kimseleri;

•Allâh’ın ÂYETLERİ ÜZERİNDE ŞU TARTIŞANLARI

•GÖRMEZ MİSİN?” (el-Mü’min, 69)

Bu ferman üzerine Hazret-i Peygamber, görüyor ve ilâhî tâlimatla, bütün fesatçı tartışmalara nokta koyuyor.

İŞTE HÜKÜM!

“Kur’ân hakkında münakaşa, küfürdür.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 5)

Yani Kur’ân âyetleri tartışmaya açık değil. En doğrusu da zaten bu. Çünkü tartışmanın mantığı, konuşulan mevzu ile alâkalı olarak bazı şeyleri değiştirmek, bazı şeyleri kaldırmak, bazı yeni şeyler de dâhil etmektir. Allâh’ın kitabında böyle bir kapının açık olması, mümkün mü? Kusursuz olan bir şeye, kusurlu kafalar ne yapar? Sadece bozar. Önceki dinlerde olduğu gibi. İşte bu yüzden âyetler, beşer bilgiçlerinin tartışmasına kapalıdır.

Dolayısıyla;

O kapıyı yumruklayan ve kırmaya çalışan gafiller, kulların en kötüsüdür. Onlar, Allâh’ı unutmuş, taşkın kimselerdir. Dindar görünüp insanları aldatan iki yüzlülerdir. Şüpheli şeylere daldırıp dînini bozan tiplerdir.

Böyleleri hakkında Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu ifadeleri ne kadar dehşet verici;

NE KÖTÜ BİR KUL!

“(Ey insanlar!)

•Boş hayallere kapılıp da böbürlenerek Kebîr ve Müteâl olan Allâh’ı unutan kul ne kötü bir kuldur!

•Zorba ve mütecâviz olup da Cebbâr olan Allâh’ı unutan kul ne kötü kuldur!

•Gaflete dalarak gülüp oynayan, kabirleri ve (yer altında) çürümeyi unutan kul ne kötü kuldur!

•Taşkınlık eden, azgınlık yapan, başlangıcını ve sonunu unutan kul ne kötü kuldur!

•Dindar görünüp insanları aldatarak dünyevî menfaatler peşinde koşan kul ne kötü kuldur!

•ŞÜPHELİ ŞEYLERLE DÎNİNİ BOZAN KUL NE KÖTÜ BİR KULDUR!

•Hırs ve tamâhı yüzünden mâsiyetlere sürüklenen kul ne kötü kuldur!

•Hevâ ve hevesin saptırdığı kul ne kötü kuldur!

•Dünya malına karşı aşırı arzu ve istekleri kendisini zillete düşüren kul ne kötü bir kuldur!” (Tirmizî, Kıyâmet, 17/2448; Hâkim, IV, 351/7885; Heysemî, X, 234)

Çünkü onlar:

ŞERRE ANAHTAR, HAYRA KİLİT!

Yine Efendimiz j, buyurur:

“İnsanlardan;

•Öyleleri vardır ki, hayra anahtar, şerre de kilittirler.

•Öyleleri de vardır ki, şerre anahtar hayra kilittirler.

‒Allâh’ın,

‒Ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu!

Fakat;

‒Allâh’ın,

‒Şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19; Beyhakî, Şuab, I, 455)

Şerre anahtarlık yapıp hayrı kilitleyen bilgiçlerin asıl unvanı:

KARA CEHÂLET!

Hele;

Bu cehâlet içinde Allâh’a acziyet ve bilgisizlik isnadı, ilimle meşguliyet değil, ancak aklın hüsranıdır.

Çünkü;

Ölene kadar bize meçhul olan bir şeyi, Allah’ta bunun kararı var diye bizim için de kesin bilinen bir kararmış gibi değerlendirmek ilmin mahremini anlamamaktır. Hangi insan âhirette hangi yere gidecek? Tahminler ve ihtimaller dışında hiçbir insanın sen şuraya sen şuraya diyecek kapasitesi, bilgisi, yetkisi ve gerçeği yok. Bu hususta daima;

Karar Cenâb-ı Hak’ta ve bu, bize her şekilde meçhul.

İşte bu bakımdan;

Bir ihtimali, güçlü bir kararmış gibi değerlendirip onun üzerinden saçma bir sual oluşturulamaz:

OLMAYACAK DUÂYA ÂMİN DENMEZ!

Denmez de, hırs içinde karşı tarafı arsız bir demagoji ve şirret bir üslûp ile acziyete düşürmeye çalışmak gibi bir kısırdöngü metoduna saplananlar, olmayacak duâya da âmin diyorlar. Kendilerine, ne kadar; «Böyle bir sual, gerçekçi ve mantıklı değil. Böyle bir kurgu oluşturulamaz!” denilse de, o aklı gelişmemiş tipler, yine de aptalca bir hayalî formüle başvurarak diyorlar ki:

‒Ya oluşturulursa?

‒Biliyorsun, uydurma bir ihtimal üzerinde, gerçekle dolu bir hakikat binası inşa edilmez.

‒Ya edilirse?

‒Lâkin ihtimalden öte gerçek bir malûm olmadıkça meçhul hakkında karar olmaz!

‒Ya olursa?

‒Duymuşsundur; olmayacak duâya âmin denilmez!

‒Ya olacağı tutarsa?

Mantık cehâletinin bilgiç bilgiç sarıldığı bu kısırdöngü inat, böyle bir noktaya gelince denilecek söz şu olur:

‒Peki tutsun o hâlde. Meselâ, bir adam senin hakkında duâ ediyor: «‒Yâ Rabbî, şunun kafasında üç tane boynuz çıksın!» Ben itiraz ediyorum: «‒Dur arkadaş, olmaz, insan kafasında boynuzun ne işi var, böyle duâ mı olur?» Ama sen aradan zıplayıp da adamın duâsına; «ya tutarsa» diye; «‒Âmin!» diyorsun. Ne diyeyim, tutsun o hâlde, o olmayacak duâ, oluversin!

Hattâ istersen;

Üç değil beş tane boynuz çıksın kafanda. Madem râzısın, madem aklın buna ermiyor, dediğin gibi olsun!

İşte;

BOŞ FARAZİYELERİN ÂKIBETİ!

Tıkanıklık!

Bu âkıbet, bilgiç kafaların attığı her taşı, eninde sonunda kendi başına düşürür.

Dolayısıyla işi;

Olmayacak faraziyelerle cehenneme bağlayıp da mes’ûliyetten sıyırdığını zannedenlerin kulağı çınlasın! Ya da mes’ûliyetin şartını Allâh’ın cahil olması gerektiğine bağlayanların kulakları çınlasın!

Bilsinler ki;

Allâh’a isnat ve iftira doğuran faraziyelerin tümü ham hayaldir, boş felsefedir, yalancılık ve akılsızlıktır. Çünkü herhangi bir oluşun şartı, çıkmaz sokak tarzı beşerî ve kof faraziyeler değil, ancak sonsuz kudret sahibinin yüce hükmüdür.

O hüküm de;

Bize açılan yönüyle bu meseleyi ihtimale ve meçhule bağlamış olmasıdır. Kim cennetlik, kim cehennemlik, herkese meçhul. Her zaman meçhul kalacaktır bu dünyada. Öyleyse hep meçhul kalacak bir şeyi, gece gündüz konuşmak, hangi malûmu verir?

Sonra;

Kâinat ve hayatta hiç bozulmayan ilâhî irade belli:

MEÇHUL ve MALÛM DENGESİ!

Hazret-i Allah, meçhulüne hükmettiği hiçbir bilgiyi paylaşmıyor, onları gāib olarak bırakıyor. Onlar, daima bize meçhul kalıyor. Fakat bize meçhul kalıyor diye, bir müddet sonra ona da meçhulmüş zannetmemeli asla.

Çünkü;

Biz bilmiyoruz diye, O’nun bilmediğini iddia, en büyük hamakat.

Ey akılsız!

Bilmeyen sensin, O değil.

Maddenin en küçük parçasına bak, atom. Rastgele mi? Sahipsiz mi? Bilgisizce mi?

Hâşâ, Allah detayları bilmez diyenler baksınlar atomdaki detaylara! Orada ne bilgiler harman oluyor. Kendi kendine mi? Asla!

Fakat;

Allâh’a hiçbir şeyin gizli ve meçhul olmadığını kendilerini ilim sahibi sayanlar niçin bir türlü göremiyor. Çünkü bilgiçlikleri sebebiyle gözlerine taktıkları şey, âdeta;

ATEİST GÖZLÜĞÜ!

Bundan beş-altı sene evvel, bir ateist geldi, hayli iddialı iddialı hemen başladı konuşmaya. Bir çırpıda, ağzındaki baklayı da çıkarıverdi:

‒Ben, Allâh’a şunu şunu sordum, hiç cevap veremedi, yok ki versin!

Rencide etmeyen bir sükûnetle dedim ki:

‒Önce bana sorsaydın, söylerdim. Allah ve Peygamberi’nin hikmet dolu beyanları içinde bütün cevaplar var. İstersen teker teker söyleyeyim.

İyi niyetli olduğu için heyecanlandı:

‒Memnun olurum.

Tek tek anlattım. Dinledikçe şaşırdı. Sonra ekledim:

‒Sordum cevap veremedi diyorsun. Biraz net olalım: Sen hiç, Allah ile bilgi alış-verişi yapabilen birisi misin? Değil. Bu hususta cevap veremediğini nereden iddia ediyorsun? Kendinden. Yani bilmeyen, sensin! Aslında bu mevzuyu da, soruyu da sen kendi kendine soruyorsun. Tabiî sende bunun bilgisi olmadığı için cevap alamıyorsun. Fakat aklın, böyle bir suali sorabilmiş olmanın bilgiçliğine mağrur olup da kendine cahilliği hiç kondurmadığından dolayı cevapsızlığı doğrudan doğruya Allâh’a yıkmaya kalkışıyorsun! Allah bile cevap veremedi zannettiğin tüm şeylerin aslında böyle bir gerçeği var. Yani her sualin çok net cevapları her zaman mevcut, kulların ilminde bile.

Buna rağmen;

Zavallı insan, kendi bilmediği, aklının ermediği, hikmetine âşinâ olmadığı bir meçhulü kendisine soruyor ve düştüğü acziyeti kendine değil başkasına fatura ediyor. Böyle ucuz bir suçlama ne kadar mantıklı?

Döne döne idrak etmeli ki:

Allâh’ın;

BİLMEDİĞİ BİR
NOKTA YOK!

Yok elbette, fakat her şeye bozulmaz ve muazzam bir denge takdir eden yüce Allah, cehennemlik yazıp da bile bile sorumlu tutuyor ve dengesizlik yapıyor şeklinde bir anlayış doğuracak bir mevzu değil bu. Yoksa, Hazret-i Allah, sübhân olmazdı.

Mesele;

Bizim kendi sınırlarımız içinde hikmeti idraktir. Hikmet de, hâşâ, bir işi, Allâh’ın acziyet ve dengesizliğine dayamak ve gel keyfim gel, kabîlinden bilgiçlik yapmak değildir. Hele tuhaflıklar sergileyip aptallaşmak da zaten hiçbir sûrette hikmet değildir.

ASIL HİKMET;

En doğru rotada ve Cenâb-ı Hakk’ın da takdir edeceği şekilde aklın zirvesine çıkmaktır. O; «Akletmiyor musunuz?» diye bu hakikati ve hikmeti görmek istiyor beşerin aklında. Boş felsefelere hizmet etmeyi akletmek şeklinde anlasınlar diye sormuyor.

Dolayısıyla ilâhî maksada göre hikmet;

Bütün akılları yaratan yüce kudreti ve O’na hiçbir beşerî isnatta bulunmaksızın yüce sıfatlarını, ancak bize verilen imkân, çapımız ve sınırlarımız nisbetinde anlamaya gayrettir. Bunun en temel şartı da: O’na «Sübhân» ve «el-Kuddûs» özelliklerine aykırı şekilde yakıştırmalardan ve her türlü beşerî acziyet ve bilmeme gibi kusurlar izâfe etmekten kaçınmaktır.

Çünkü;

Allâh’ı, Allâh’ın kendisini takdim ettiği sonsuz sübhân oluş çerçevesinde anlamak, hem O’nu, hem her şeyi en doğru şekilde anlamaktır. Bu kıvamda O’nu anlayanın idrâk edemeyeceği bir şey kalmaz. Çünkü bu incelik üzere tam anlayan, her şeyden önce kendi sınırları içinde enginleşir. Hiçbir zaman haddini aşarak aptallaşmaz. Daima haddi içinde kalır da âdeta akıl ve idrâk âbidesi olur. Zaten bir aklın en güzel dengesi ve en mükemmel seviyede gelişmesi de bundan başka değildir. İki kanatlı yani hem dünyasını hem de âhiretini kurtarabilmiş olan büyük dâhîler, sergiledikleri bütün dehâlarını ancak bu dengeye borçludurlar. Lâkin tek taraflı bir dehânın yamaçlarına tırmananlar ise, göz boyayıcı bir iki hârikulâdelikten sonra dipsiz ve karanlık bir uçuruma baş aşağı yuvarlanmaktan kurtulamamışlardır. Yani onlar, meçhullük çöllerinde bilemedikleri bir vahaya kapılıp bilinen bir hüsrana düşmüşlerdir.

Allah muhâfaza eylesin!

Allâh’ın her şeyde bizden istediği hakikat:

SINIRLARIMIZI GÖRMEK

Ona göre hareket etmek.

İşte ilâhî ifadesi:

وَلَا تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّلَ اللّٰهُ بِه۪ بَعْضَكُمْ عَلٰى بَعْضٍۜ لِلرِّجَالِ نَص۪يبٌ مِمَّا اكْتَسَبُوا وَلِلنِّسَٓاءِ نَص۪يبٌ مِمَّا اكْتَسَبْنَۜ وَسْـَٔلُوا اللّٰهَ مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا

“Allâh’ın;

•Sizi,

•Birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı),

‒Hasretle arzu etmeyin!

•Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var,

•Kadınların da kazandıklarından nasipleri var.

‒Allah’tan lutfunu isteyin;

•Hiç şüphesiz Allah,

•Her şeyi bilmektedir.” (en-Nisâ, 32)

Sonra;

İnsanın bilemeyeceği o kadar şey var ki!

Bunun için Cenâb-ı Hak;

“‒Ey kulum, sen benim peygamberlerime, sıddıklarıma, şehidlerime ve sâlihlerime bak, onların yoldaşı ol. Kendi başına tutturup gitme.” kabîlinden şöyle buyurmakta:

وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقًاۜ

“Kimler;

•Allâh’a ve

•Rasûl’e itaat ederse,

İşte onlar;

‒Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu,

•Peygamberler,

•Sıddîklar,

•Şehidler ve

•Sâlih kişilerle beraberdir.

‒Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69)

ذٰلِكَ الْفَضْلُ مِنَ اللّٰهِ وَكَفٰى بِاللّٰهِ عَل۪يمًا

“Bu;

•Allah’tan

•Lütuftur.

‒Bilen olarak, Allah yeter.” (en-Nisâ, 70)

Evet;

İnsanlar her şeyi bilemez. Bütün insanların akılları bir araya gelse de bilemeyeceği şeyler sonsuz kadar çok insanlığın. Zaten her şeyi bilmesi de gerekmez.

Çünkü her bilinmeyeni ve en meçhulü de bir bilen mutlaka var:

Hazret-i Allah.

O’NUN BİLMESİ KÂFÎ

Çünkü sayısız kâinatta hükme, tedbire, takdire, her yönüyle irade ve idareye muktedir, yani gerçek yaratıcı ve yönetici bilgi, bir tek O’nun bilmesidir. O’ndan başka kimsenin bilmesi bu vasıflara sahip değildir. Dolayısıyla;

İnsanların yarınları, Cenâb-ı Hak’ta mahfuz ve meknuz olan bilgileri bilip bilmemeye göre değil, neler yapıp yapmadıklarına göre şekillenecektir.

Tam cevap verelim:

‒Kendinin kesin cennetlik olduğunu bilebilen var mı?

Yok. Peki;

‒Kendisinin kesin cehennemlik olduğunu bilebilen var mı?

Yine yok.

Söyleyen çok da, kesin bilen mümkün mü?

Değil.

İşte;

ÇALIŞMA VE MES’ÛLİYETİMİZ İÇİN,

PÜF NOKTA, BURASI!

DÜŞÜNELİM:

Bir tüccar; kaybedeceği bir ticarete atılmış olsa bile, nasıl çırpına çırpına çalışıyor. Niye? Bilmiyor ki kaybedeceğini? Bilse, çalışır mı? Çalışmaz. Ama bilmiyor. Bilmiyor ama, kaybetme ihtimali hep belli ve var. Buna rağmen düşünmeden atılıyor kazanç yoluna. Kendi bilmediği için yine bilmediği bir hata yapıyor ve batıyor. Kim sorumlu? Kendisi elbette.

Hâlbuki;

Dünya şartlarında geçim ve rızık meselesi, Cenâb-ı Hak tarafından herkes için önceden plânlanmış ve programlanmıştır. Kimsenin rızkı değişmez. Cenâb-ı Hakk’ın kime ne yazdığı bellidir. Öyleyse çalışmak noktasında mes’ûliyet ve sorumluluk niye, denilebiliyor mu? Denilemiyor. Niçin? Çünkü mecburiyetler hemen damarımızdan yapışıyor ve bizi gayrete icbar ediyor. Ayrıca çalışıldığında elde edilecek nimetlerin de cezbetmesi devreye giriyor. Yani geçim, rızık, kazanç, ticaret diye isimlendirdiğimiz dünyevî gayretler bahsinde bizi mes’ûliyet ve çalışmaya bir ömür diri bir şekilde mecbur eden ve bu hususta da hiçbir zaman;

«‒Madem Allah, ne kazanıp kazanmayacağımızı biliyor, üstelik bu hiç değişmeyecek. Öyleyse ne diye çalışmaktan sorumluyuz?» dedirtmeyen içi enerji dolu sır ve hikmetin sebebi, şu ilâhî tanzim;

İŞTE MES’UL OLUŞUN FORMÜLÜ:

1. İKİ İHTİMAL VAR;

‒KAYBETMEK VE

‒KAZANMAK…

2. HAKK’A MALÛM BİZE MEÇHUL,

3. MECBURİYET ve

4. NİMET DENGESİNDE

Eğer ihtimal tek olsaydı, o zaman gerçekten sorumluluk diye bir meseleden bahsedilemezdi. Ancak herkes için daima iki ihtimal var, her meselede:

Kazanmak ve kaybetmek.

Bu şekilde ihtimal iki olunca da, bilmek, doğrudan doğruya sadece Hakk’a malûm, ama bize meçhul kalıyor. Meçhul daima devrede olunca, ticaret hususunda canhıraş gayretler de, otomatik olarak devreye giriyor. Hiç kimse kaybetme ihtimaline bakarak;

“‒Böyle ticaret mi olur, çalışmaktan niye mes’ul tutulayım ki?” demiyor.

Diyemiyor.

Hattâ bunu aklına bile getirmeden çalışıyor insanoğlu. Vadiler doldursa, bir vadi daha istiyor. O şekilde çalışıyor. Hiçbir zaman;

“‒Kaybetme ihtimalim de var!” diyerek işi olumsuza bağlayıp da çalışma sorumluluğunu sırtından atmıyor. Atanlara da üstelik; aptal, hırsız ve beleşçi gözüyle yani en kötü sıfatlarla bakıyor.

Herkes kabul ediyor ki:

Eğer ticarette ihtimal tek olsaydı, o zaman netice zaten malûm olacağı için ticaret diye, çalışmak diye bir şey olmazdı. Dünyanın her yerinde çarşılar pazarlar kurulmazdı. Oralar dolup taşmazdı. Bunlar da yetersiz görülüp koca koca AVM’ler inşa edilmezdi.

Ama ihtimaller sadece iki ve meçhul, ayrıca mecburiyet ve nimet dengesine bağlı olduğu için her köşe bir alış-veriş sirkülâsyonuyla dolu.

İşte insanı bir ömür çalıştıran yüce formül bu.

Aynı formül;

Sıhhat mevzuunda da geçerli.

RIZIK ve SIHHATTEN MES’ÛLİYETİMİZİN FORMÜLÜ AYNI:

1. İKİ İHTİMAL VAR;

‒İYİLEŞMEK VEYA

‒İYİLEŞMEMEK, BELKİ ÖLMEK…

2. HAKK’A MALÛM BİZE MEÇHUL,

3. MECBURİYET ve

4. NİMET DENGESİNDE

Şimdi soralım;

Sıhhat için çırpınmaktan kim geri duruyor? Hiç kimse. Yahu;

“‒İyileşmeme ihtimali varsa, ne diye tıp ilmi, ne diye onca ilâç, ne diye onca masraf?!.” diyen var mı hiç? İki günlük dünya için bile bu söylenmiyor. Sonunda ölüm kesin olduğu hâlde herkes sıhhat ihtimaline bir ümit, neler fedâ etmiyor ki!

Hem, onca iyileşmeyip ölenleri görmesine rağmen hiç kimse sıhhatte sorumsuz olmak fikrini ortaya atabiliyor mu?

Evet, hiç kimse;

“‒Madem iyileşmemek var, o zaman ne diye sıhhatten sorumlu tutuluyoruz? Niye tıbbı geliştirelim boşuna? Ne diye ilâç bulmak için yok yere ömür tüketelim, bunca paralar harcayalım nafile yere?” diyebiliyor mu?

Diyemediği gibi;

Mümkün olmadığı hâlde ölümsüzlük iksirini arayan insan sayısı az değil. Ölümsüzlük iksirine benzediği iddiasına ve kesin şifâ bulacağı efsaneleriyle nelere sarılıyor, insanoğlu nelere! Üstelik her şeyini ona fedâ ederek. En küçük bir enerjisi ve imkânı bile varsa, çekinmeden ona sarf ediyor. Asla; «‒Netice ortada!» deyip geri durmuyor gayretten de, fedâkârlıktan da.

En ümitsiz anlarda bile;

“‒İllâ bir ümit ışığı vardır!” diyor ve yoklamadığı çare bırakmıyor.

Kendisine;

“‒Hiçbir çare de kalmadı artık!” diyenlere itiraz ediyor:

“‒Bulanlar nasıl buluyor, senin haberin yoktur. İlle bir yolu vardır iyileşmenin. Onu bulduk mu tamam bu iş!” diyor.

Kazanç meselesinde de aynı tavrı sergiliyor. Kötü bir iflâs ile batsa, çok ağır bir tablonun altında da kalsa, her yönüyle şikâyetlerin girdabında boğulup kalsa bile, yine de bir noktada;

“‒İşin şurasını atlamışım, ondan oldu bütün bunlar. Meseleyi bir hallettiğim an, eskisinden on kat daha güzel günler göz kırpıyor. Bunu görüyorum, hiç merak etmeyin!” şeklinde öyle iyimser ve canlı oluyor ki, pes doğrusu.

Aslında en kötümser insanın da böyle bir yönü var.

Peki, bu yönü, âhiret meselesinde niye birden ortadan kayboluyor da bir sürü felsefelere dalıyor insanoğlu? Hem de, daldığı boş felsefeler yüzünden Allâh’a bile ithamlara kalkışıyor? Güya Allâh’ı dengesiz olmaktan kurtarmaya çalışıyor, tutarlı yapmaya çalışıyor. Eğer Allah, kulları sorumlu tutuyorsa ve imtihan ediyorsa; «Bu meselenin ötesini bilmiyor da bu yüzden!” demeye kalkışıyor.

Yahu;

Rızıklar belli. Taksimat da belli. Böyle olduğunu Kur’ân söylüyor. Şimdi; Allah katında tamamen belli olduğu hâlde insanoğlu, ne diye ömründe neredeyse başka hiçbir şey yapmıyor da sadece ticarete ve kazanmaya adıyor kendisini? Niye demiyor; «‒Nasılsa kazancımız belliymiş, değişmezmiş, o hâlde çalışmaya ne gerek?!.» diye?

Demek istese bile diyemiyor.

Diyemez.

Çünkü;

•İki ihtimal her zaman var ve

•İkisi de meçhul.

•Üstelik, insanın bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarının oluşturduğu mecburiyetler var.

•Bir de kazanınca elde ettiği nimetlerin rahatlık ve cazibesi var.

Hâl böyle olunca;

İnsanoğlu hemen sımsıkı sarılıyor sadece kazanma yönündeki ihtimale. Kaybetmeyi aklına bile getirmiyor. Çünkü kaybın felâketlerini de gördükçe, ona hiç râzı olmuyor, hiç ona yanaşmıyor bile. İflâs edenlerin perişan hâllerini seyrettikçe, daha bir canhıraş çalışmaya dalıyor. Dalıyor, dalıyor, hattâ hiçbir şeyi görmez oluyor âdeta.

Sırf;

İki ihtimalden kaybetmeyi eleyebilmek için. Rızkın değişmeyeceğini bildiği hâlde. Allah fakir yazdıysa, çatlasa da zengin olmayacağını bildiği hâlde. Azcık da olsa kazanabilmeyi, bir lokmacık da olsa kazancı kâr sayarak ömrünü veriyor insan bu uğurda.

İşte meselenin;

Özü burası. Değişmez, dengeli ve müthiş bir özü.

Fakat insanoğlu bu noktayı mânen de, hele ki ebediyet bahsinde de aynı ölçü, aynı gayret anlayışı, aynı mes’ûliyet çerçevesinde devreye alıp koşacağına;

Ebedî kurtuluş ve mes’ûliyetler bahsinde bütün lâkırdıları bir anda tersine döndürüveriyor?

Çünkü;

Mevzuu mes’ûliyet olsa da, arka plânda maksat, gerek kazanç kapısında gerekse şifâ kapısında olsun ihtiyaçların bastırması dolayısıyla çözmekten yana, kazanmaktan yana, şifâdan yana. Yani geçim ve rızık için çalışmasa, ânında açlık damarına basıyor ve derhal çalışmaya zorluyor. Sıhhati için gayret etmese, bu defa dayanılmaz ağrılar damarına basıyor ve tedaviye mecbur bırakıyor kendisini. Fakat âhirete dair hususlarda ise mesele, mes’ûliyetlerden muaf olabilmek, onlardan kaçıp kurtulmaktan yana olduğu için bütün aklî üretimlerini «o zaman mes’ul tutulamam» fikrine odaklamaya uğraşıyor. Çünkü yarınki acıları tam hissedemediğinden mecburiyetini fark etmiyor. Cennetin güzelliklerini de göremediğinden yine oradaki nimetlerin cazibesine tam olarak kapılamıyor.

Yoksa;

Âhiret bahsinde de aynı formül mevzubahis.

Yani:

ÂHİRET SORUMLULUĞUMUZDA DA FORMÜL BU:

1. İKİ İHTİMAL VAR;

‒CENNET veya

‒CEHENNEM…

2. HAKK’A MALÛM BİZE MEÇHUL,

3. MECBURİYET ve

4. NİMET DENGESİNDE

Bu formül de, diğer iki misaldekiyle bire bir. Muhtevâsı gayet açık. Bizim ebediyette hesaba çekilmemizin bu dünyadaki mes’ûliyetimizde ne var? İki ihtimal var;

‒Ya cennet

‒Ya cehennem.

Bir de meçhul var. Allâh’a malûm, bize meçhul. Evet, cennetlik mi cehennemlik mi bilmiyoruz. Bir de mecburiyet, yani ateşte azabın dehşeti var. Bir de teşvik, yani cennet ve nimetlerinin cazibesi var. İşte bu çerçeve, kulun mes’ul olması için yeter de artar bile. Niye? Çünkü;

Şu fânîde kazanç, rızık, maişet, geçim hakkında Allah ne olacağını yazmış ve defteri dürüp kaldırmış mı? Kaldırmış. Adam kendi isteğiyle zengin olabiliyor mu? Olamıyor. Her örnek var; kimisi, aşırı derecede zeki adam, fakat fakirlikten sürünüyor. Kimisi de son derecede aptal ama zenginlikten kaynıyor. Dış gözle bu aptal adam zengin olamaz diyorsunuz, lâkin murâd-ı ilâhî ne dediyse aynen oluyor.

Sonra;

İflâs etmek var niye çalışıyoruz? Allah iflâs da yazmış. Belki bana iflâs yazmış deyip yatan var mı?

ÜSTELİK;

Bahsettiğimiz formüller, dünyada sadece üç günlük geçerli. Yani sadece;

‒Üç güncük için kazanma ihtimali var.

‒Üç gün sonra ise her şey birden sıfır oluyor.

Ecel geliyor üç gün sonra.

Rızık meselesi de bitiyor, kazançların hepsi de elden çıkıyor. İnsan o âna kadar ne biriktirdiyse tamamen âdeta kaybediyor. Sıhhatini de bedenini de tamamen kaybediyor. Hiçbir şey kalmıyor kendisine ömrünü gömdüğü iki şeyden. Dünyevî kazancı da dünyevî sıhhati de bütünüyle elden gidiyor.

Yani;

İhtimal üç gün için. Sonrasında kesinlikle kaybetmek mukadder. Buna rağmen insanoğlu;

Hem geçim meselesinde hem de sıhhat bahsinde ne diye hiç ölmeyecekmiş gibi var kuvvetiyle çalışıyor. Hâlbuki trilyoner olsa, üç gün sonra bir şeyi kalmıyor. Allah böyle kapı gibi iki tane örneği bize ömür boyu yaşatıyor ki, ebediyete dair mes’ûliyetimiz hususunda ahmakça suallere kapılmayalım, şeytan ve nefsin ortaklaşa verdiği vesveseleri süpürüp atalım.

Her insan;

Ne kadar sıhhatli de olsa sonunda ölüyor. Sıhhat de kökten gidiyor. Peki kazanç? Üç gün sonra bütün her şey geride kalıyor. Kişi, kabre bomboş giriyor, üzerinde sadece kefen. Hiçbir şey kalmıyor, dünyaya ait nesi varsa kaybediyor. Yani kaybetmek var, kaybetmek var, kaybetmek var. Bu kaybetmeleri göre göre insan, bu fânîde dünyevî olarak hiç kazanma olmadığını görmez mi?

Ey zavallı!

Nihayet ölümden kurtuluşunun hiç imkânı olmadığı hâlde sen niye tıp fakülteleri kuruyorsun, hastaneler açıyorsun, ilâç, eczaneler derken bu işe varını yoğunu gömmüyor musun? Gömüyorsun!

Ama;

‒ Allah için sen şurada bir üç kuruş ver dediklerinde «‒Benimle beraber mi kazandı, verdik ya canım!» diyorsun.

Fakat mecazen Cenâb-ı Hak, sana âdeta diyor ki:

‒Ey kulum, bak senin içine bir terazi koydum. Kaybedeceğin hâlde deliler gibi bir ömür çalıştın o terazi ile. Seksen sene yaşadın, seksen yıl çalıştın. Yaşamanın imkânı olmadığı hâlde iyileşmek için her şeyini fedâ ettin. İmkân ve ihtimal olmadığı hâllerde bile kendini kazanmaya ve şifâya kurban ettin, hiçbir ışık göremediğin zamanlar da bile; «Niye sorumluyum?» demedin. Aksine; «Bedenimiz de emânet, sıhhat de emânet!» diyerek şuurlu davrandın hep. Sonunda kesinlikle kaybedeceğin hâlde vesvese yapmadın vazifelerine karşı. Öleceğin hâlde niye çalıştığına dair vesvese yapmadın dünya işlerinde.

Fakat benim âhirete dair emirlerime gelince, hemen sarıldın vesveseye. Görmedin mi azâbımı? Görmedin mi cennetlerimi?

Demek ki;

Yapılacak tek şey kalıyor:

Canhıraş gayret.

Öyle;

“‒Yok, yüce Allah, biliyormuş, bilmiyormuş!” gibi lâkırdılar boş iş.

Onlar, sadece bilgiç ağzı ve şeytan sazı.

HERKES, KENDİSİNE SESLENMELİ:

“Ey insan!

Ticaret bahsinde diyemediğini âhiret bahsinde nasıl diyebiliyorsun?

Ticaret bahsi, ihtiyaçların üzerinde harman oluyor, bu yüzden diyemiyor, sürekli çalışıyorsun. Kaybetmek ihtimali de kesin olduğu hâlde bunu hiç aklına getirmeden çırpınıyorsun. Yoksa ihtiyaçlar arasında boğulabilirim, diye endişeden çatlıyorsun. Zaten en sonunda her şeyin senden çıkacak, buna rağmen gayretinde azalma olmuyor.

Peki;

Âhiretteki ihtiyaçların daha mı az, daha mı çok? Daha mı şart, daha mı keyfe kalmış? Yahu cehennemden kurtuluş gibi büyük bir ihtiyaç, yeryüzündeki bütün ihtiyaçların üstünde değil mi? Üstünde de sonra olacak bir hakikat olduğundan hissetmediğin için mi farkında değilsin? Nasıl ki, yarın başına gelecek bir hastalığın acısını bugün hissedemiyorsun, aynen öyle mi? Ama yarınlar birer birer geliyor, hiç şaşmıyor.”

İşte bunu kendi içimizde her zaman açık yüreklilikle muhasebe etmemiz gerek. Çünkü;

•Ebedî ihtiyaçlar o kadar çok ki!

•Ebedî sıkıntılar o kadar çok ki!

Bir de;

Dünyada ne olursa, en nihayet ölüm diye bir kaçış yolu var.

Ya âhirette?

•Ne ölmek var, ne kaçabilmek!

Öyleyse?

“Ey insan!

Dünyevî kazançta ve sıhhatli yaşamak bahsinde iki ihtimale, onların meçhul olmasına bakarak belki kazanırım, belki iyileşirim mantığıyla ömrünü ve her şeyini fedâ etme noktasında olmaktan daha mantıklı, daha zarurî başka ne var?

BAŞKA BİR İHTİMAL VAR MI?

Yok.

Dünyevî kazançta da, sıhhat mevzuunda da başka bir ihtimal olmadığı hâlde hiçbir vesvese ile vakit kaybetmiyorsun. Vesveseye azıcık bile zaman ayırmayı kayıp sayıyor ve kazanmak için geceni gündüzüne katıyorsun.

Nihayette her ikisinde de kayıp olduğu hâlde vesveseye bulaşmıyorsun.

Fakat;

Bu hakikat âhiret bahsinde nereye gidiyor? Nereye kayboluyor?”

İşte;

Hiçbir yere gitmeyecek ve kaybolmayacak.

Lâkin;

Bunu anlamayanlar da her zaman var maalesef. Onlar kalkıp başka yorumlarla başka telâfîlerin peşine düşüyor. İçlerinde hoca tiplilerin bile bilgiç ağzı, şeytan sazı olarak çalışıyor.

Ticaret ve sıhhat bahsinde bu sazı niye tıngırdatmıyorlar? Onlarda herkes, niye iki ihtimale râzı? Hem de;

“HİÇ KİMSE YARIN NE KAZANACAĞINI BİLEMEZ.” (Lokman, 34) buyurulduğu hâlde yine râzı.

Çünkü ihtiyaçlar hep damarda, hep kapıda, hep bıçak kemikte.

Yani;

Baskın bir maişet derdi ve bu yüzden hiçbir hikâye, vesvese ve masalı devreye sokmayan sadece kendi gerçeği ile uğraştıran bin bir endişe.

İşte bu;

Mahşer meydanında önümüze konacak hakikat!

Orada malûm;

MAZERET ve BAHANE YOK!

Niye kulluk yapamadığına mazeret olarak kim hastalığını öne sürse ve:

‒Ya Rabbî, her türlü hastalık belâ yağmuru gibi üzerime yağdı, bu yüzden senin emir ve yasaklarını yerine getiremedim, dese, ona verilecek bir cevap var!

‒Sen, Hazret-i Eyyûb kadar mı hastaydın?

Bir başkası;

‒Yâ Rabbî, zenginlik ve yoğun bir idarecilik yüzünden fırsat bulamadım, dese, ona da verilecek cevap var:

‒Sen, Hazret-i Süleyman kadar zenginlik ve saltanat içinde miydin?

Fakirliği bahane edenlere denilecek cevap çok, savaşları bahane edenlere, rahatlıkları bahane edenlere vesaire bin bir cevap var mahşer meydanında. Bütün bunların yanında;

‒Yâ Rabbî, cenneti yarattın, cehennemi yarattın, kimin nereye gideceğini yazdın, beni niye mes’ul tutuyorsun, diyenlere ise, elbette sayısız çok haklı ve isabetli cevaplar olacak:

‒Ey insan, ticaret ve rızık meselesinde de durumun aynıydı, niye sorumluluğuna itiraz etmedin hiç, dört elle sarıldın. Üstelik dünya malı hususunda üç gün sonra kazanma ihtimalin bile hiç yoktu. Aynı şekilde sıhhat mevzuunda da durumun aynıydı, ondaki sorumluluğuna da dört elle sarıldın. Neyin var neyin yoksa onun uğruna gözünü kırpmadan fedâ ettin. Üstelik rızık bahsinde olduğu gibi üç gün sonra ne candan ne tenden sende eser kalmayacağı hâlde, yani işin sonu hem dünya kazancında hem de dünya sıhhatinde mutlak kayıp olduğu hâlde, nasıl canla başla sorumluluk içinde oldun? Öyle ki, seni bu sorumluluklardan koparmak isteyenlere karşı da nasıl dehşet mücadelelere giriştin! Âhiret gibi ebedî bir mevzuya gelince, tamamen aynı formül içinde üstelik kazanma ihtimali üç günle sınırlı değil, sonsuz iken ne diye tuhaf vesveselere kapıldın? Dünyaya dair rızıktan ve sıhhatten yana tembellik etmek ve sorumluluktan kaçmak için hiçbir zaman mazeret ve bahane üretmemişken âhirete dair ne mantıkla üretip durdun? Görmedin mi kaybeden sen olacaksın, kazanan da sen? Görmedin mi ilâhî formül buna göre? Görmedin mi Allâh’ın sana verdiği beynin yapısı da bu formüle göre?

Hakikaten;

Beynimizin yapısı, mes’ul oluşumuza göre. İnceden inceye bakanlar görürler ki, ilâhî iradenin bir yansıması olarak asla:

BEYİN, OYUN OYNAMAZ!

Nettir.

Yaratılış özelliği de, mutlaka doğruluğun tarafındadır, en ümitsiz ahvalde bile daima kâr etmekten ve kazanmaktan yanadır. Daima iyilik ve hakikat eksenli bir hareket merkezidir. Daima başarı ve zafere bağlı bir faaliyet ve canlılık iradesinin kendisidir. Yoksa insanoğlu bu dünya şartlarında bir nefes bile yaşayamazdı. Öyle ya, beyin ölümü gerçekleşen bir hastayı artık yaşatmak mümkün oluyor mu? Olmuyor. Çünkü beyin, hayatın ta kendisi olan yaşayabilme başarısının yegâne organize kulesidir.

Bu bakımdan o;

Yenilgiyi de, kaybetmeyi de hiç sevmez ve kabullenmez. Yanlışı ve yalanı da hiç sevmez ve kabullenmez. Bunu açıkça gören her şeytan ve avenesi, en büyük yalanları bile insanoğluna bu yüzden;

«‒İşte en büyük doğrular!» diyerek servis eder.

Yani en kötü ağız bile;

«‒Bak, sana öyle bir yalan söyleyeceğim ki, ömür boyu bir daha doğrulukla işin olmayacak!» demez.

En kahpe çene bile;

«‒Sana eninde sonunda en kötü şekilde yenilmeyi öyle sevdireceğim ki, bir daha galibiyeti aklına bile getirmeyeceksin! Ayrıca, şu elindeki fazla fazla imkânları da ben çalacağım, seni ise sadece aç ve susuz bırakacağım!» demez.

En zorba dişliler bile;

«‒Seni gerçek adâlete karşı nefretle dolduracağım ve en âdî zulümlere karşı ise hem râzı hem de âşık edeceğim!» demez.

Hep;

«‒Yeminler ederim ki işin doğrusu ve kazançlı olanı bu!» diye konuşur.

En gaddarlar bile;

«‒Senin adâlete dair ihtiyacın çok büyük, işte ben de, sana onu getirdim!» diye konuşur.

Bilirler ki;

BEYNİN YEGÂNE TERCİHİ

Adâlettir, doğruluktur ve kazanmaktır.

Şayet;

İnsan beyni, doğrulukla süslü, fakat içerisi yalanlarla ve boş hayallerle dolu tabaklara kaşık atmaya başlarsa, yani;

BEYİN ALDANINCA…

O zaman hiç görünmeden pusuda bekleyen sinsi virüslere mağlûp düşer ve acı bir aldanışın pençesinde kahrolur.

Bu durumu çok iyi bilen nemrut ve firavun tayfası;

Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de ve daha nice İslâm beldelerinde, kendi menfaatleri için en acı ve en vahşî işgalleri gerçekleştirdiler. Lâkin âhirzamanın o mendebur zalimleri, girdikleri yerlerde;

Dış ortamda hiçbir zaman; «‒Biz sizin petrolünüzü çalmaya geldik!» demediler. Daima; «‒Sizin haklarınızı korumaya geldik!» dediler.

Yine dış ortamda hiçbir zaman; «‒Sizin toparlanmanıza ve güçlenmenize engel olacağız! Kuvvetli bir rakip hâline gelmeden sizi devireceğiz!» demediler. Daima; «‒Kitle imhâ silâhlarına engel olacağız, böylece toplumları ve dünyayı tehdit eden tehlikeleri ortadan kaldıracağız!» dediler.

Yine dış ortamda hiçbir zaman; «‒Irz ve namuslarınızı kirletmeye, evlerinizi ve kundaklarınızı yakıp yıkmaya geldik!» demediler. Daima; «‒Kadınları ezilmekten kurtarmaya, bebeklerinizin geleceğini inşa etmeye geldik!» dediler.

Yine dış ortamda hiçbir zaman; «‒Keyfimize göre hem şehirlerinizi, hem yuvalarınızı, hem hastanelerinizi, hem ibâdethânelerinizi, hem de bütün medeniyetinizi bombardıman altında helâk edeceğiz, sizi batıracağız!» demediler. Daima; «‒Çok daha güzel günler sizi bekliyor, size bambaşka bir medeniyet kazandıracağız. Hiç merak etmeyin, şartlarımızı yerine getirirseniz, siz de bizim standartlarımıza yükseleceksiniz!» dediler.

Yine dış ortamda hiçbir zaman; «‒Başka çare yok: Sizi türlü türlü bahanelerle mutlaka birbirinize düşüreceğiz, aranızdaki tüm muhabbetleri söndürmek sûretiyle her çeşit düşmanlıkları körükleyeceğiz ve her yerde kardeşi kardeşe kırdıracağız!» demediler. Daima; «‒Sosyal yapınızda iyileştirmeler yapacağız. Kişiliğiniz ön plâna çıkacak, daha değerli olacaksınız. Herkes sizin farkınıza varacak! Ne kadar büyük olduğunuzu herkes anlayacak! Bu şahlanışta rekor kıracaksınız, kimsenin başaramadığını siz başaracaksınız!» dediler.

Yine dış ortamda hiçbir zaman; «‒Ne olursa olsun biz İslâm’a karşıyız, hiçbir şekilde onu da müslümanları da istemiyoruz. Böyle bir inanç olmaz!» demediler. Daima; «‒Biz İslâm’a değil, dinciliğe karşıyız, Kur’ân’a değil, şeriata karşıyız. Kadın haklarını gasbeden türbana karşıyız. Aşırıcı, tutucu, yobaz ve yanlış inançlara karşıyız.» dediler.

Yine dış ortamda hiçbir zaman; «‒Allah ve Peygamber’le ciddî problemlerimiz var. Âhirete dair büyük sıkıntılarımız var. Helâl ve haramlar bizi bunaltıyor. Takvâ ve teslîmiyet ekseninde Allâh’a tam bağlılığı kabullenemiyoruz. Şeytanla da aramızın iyi olması lâzım. Son tahlilde, gelir gelmez yazıldığı için tartışmasız ve müseccel bir din olan İslâm’ı bozmak imkânsız görünse de fark etmez. Biz ille tahrip için boğuşacağız. Dinlerini bozamasak da, ürettiğimiz sapkın akımlarla insanları bozacağız.” demediler. Daima; «‒Biz uydurma hadislerle dîni yaşamaya karşıyız. Yanlış bir anlayış içinde Kur’ân’ı yaşamaya karşıyız. Bunun için Kur’ân’ı ve hadîsi doğru anlamayalım diye ıslahtan yanayız.» dediler.

Yine dış ortamda hiçbir zaman; «‒Ey müslümanlar, sizi ne yapıp edip haritadan sileceğiz; elinizdeki toprakları, zenginlikleri ve her şeyinizi de alacağız. Uyguladığımız peş peşe katliamlara rağmen şans eseri hayatta kalanlarınız olursa, onları da en âciz köleler hâline getireceğiz!» demediler. Daima; «‒Coğrafyanızdaki tarihî ve siyasî problemler ortadan kalkacak, demokrasiye kavuşacaksınız, bundan böyle idarecilerinizin köleleri olarak değil, artık onların ve bütün dünyanın efendisi olarak yaşayacaksınız!» dediler.

SONRA NE OLDU?

Tarih kaç kere heyhatlar içinde tekerrür etti: Yani, o dedikleri hiçbir zaman olmadı. Daima demediklerini gerçekleştirdiler. Çünkü ancak böyle aldatabildiler. Çünkü görüyorlardı ki, her akıllı beyni, demedikleri değil ancak dedikleri mâhiyete göre tamam veya hayır demeye ayarlı idi.

Böylece;

En ağır ve berbat yalanlar ve yenilgiler fısıldanırken bile «doğruluk ve kazanmak» vurgusu, daima en üst seviyede ilân edildi. En rezil esaretler bile, en şerefli özgürlükler şeklinde cirit attı.

Niye?

Çünkü beyin, esaretlere, yalanlara ve yenilgilere karşı doğrudan doğruya red hâlindedir. Çünkü ondaki idrakin kapısı, en küçük kaybedişe dahî her türlü kapalıdır, kilitlidir. Çünkü beyin bir şeye yalan derse, onun en yaldızlısını bile mantık hudutlarından içeri kabul etmez. O yüzden bütün yalanlar, mutlaka ve mutlaka bir doğruluk kılıfı içinde kendilerini arz ederler.

Çünkü insan beyni;

KAYBETME İHTİMALİ VARSA;

On kat daha alarma geçer ve her türlü tedbirini alır.

Yani;

Kaybetme ihtimalinin devreye girdiği yerde insanın mes’ûliyet ve sorumluluk duygusu yüz kat daha artar. Beyin, hiçbir zaman; «Kaybetmek ihtimali varsa, niye sorumlu olayım ki!» diye bir saçma ihtimalin zebunu olmaz, bilâkis çok daha yüksek bir alârm hâlinde varını yoğunu ortaya koyar mes’ul olduğu her noktada. Bu itibarla cehennem ihtimalinin olması, aslında insanın cennete gitmesine daha kesinlik kazandırmaya hizmet eden bir vâkıadır. Bu, beynin duyarlılığını artırır, çünkü o, bir işi asla ihtimale ve rastgeleye bırakmak istemez. Daima garantiye almaya çalışır. Sigorta ve benzeri şeyler, hep bu yüzden değil mi?

Bu bakımdan;

Ne kadar ümitsiz vak’a olarak da olsa olumsuz bir ihtimal ortaya çıktığında;

«‒Madem böyle bir şey var, o zaman boş vereyim!» mantığı yoktur hiçbir beyinde. Bilâkis, meselâ mal meselesinde;

«‒Eğer ki hırsızlık ihtimali varsa, derhal onun canına okuyacak bütün tedbirler alınsın!» diye hamle üstüne hamlesi vardır.

Dünya kurulalı beri;

Niçin durmadan ordular kuruluyor, kaleler, kuleler yapılıyor, güvenlik güçleri vesaire, daha nice tedbirler neden?

NELER NELER, HEP NİYE?

Her şey kendi hâline bırakılsa ya! Nasılsa herkes ölüp gidiyor madem, kimse uğraşmasın o hâlde. Bu mantığı akılsızlar bile kabul etmez. Kabul etse ya!

Ya da, en ağır şekilde hasta olduğunda bir insan;

«‒Madem iyileşmemek ihtimali de var, o zaman tedaviye ne gerek?» dese ya!

Ya da mükellef bir sofranın başında;

«‒Yesem de acıkacağım, o zaman yemeye ne gerek var? Neticede ille acıkmak olunca, yemekten niye sorumluyuz? Allah bizim her zaman acıkacağımızı biliyor, en sonunda rızkımızı da tamamen kesiyor, yani ecel gelince hiç yemez hâle düşürüyor, öyleyse ne diye yemekten sorumluyuz?» dese ya!

Diyemez.

Çünkü orijinal beyin ayarlarımızda olumsuzluğu bahane edip de vazifelerimizi iptal diye bir şey yok! Aksine insan yemek için ne kavgalar, ne mücadeleler, ne uğraşları sergiliyor, yazmakla bitmez.

Yani beyin;

Önünde dağ gibi zarar ihtimalleri yığılsa da, asla pes etmez. Onları, kazanç için gayretlerini devre dışı bıraktıracak bir mazeret olarak görmez. Aksine, daha bir hırs ve tedbirle, daha fazla formül ve kuvvetle gayrete gelir. Çünkü kaybetme ihtimali, endişe denilen bir tetikleme sayesinde daha güçlü bir enerji olarak iç dünyasını daha çok hareketlendirir ve daha çok çalışmasına sebep olur. Kaybetmeyi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde asla istemediği için böyle bir ihtimalin mevzubahis olduğu her meselede, âdeta canhıraş bir gayret timsâli hâline gelir insanoğlu. Trafik kazası ihtimali ve riski olmasa, yollar da asla en güzel şekilde plânlı, düzgün, uyumlu ve dengeli, ayrıca araçlar da bu kadar tedbire uygun olmazdı.

Kaldı ki;

İnsanın mes’ûliyetleri içinde oluşan ne kadar kıymeti yüksek olumlu şeyler varsa hepsinin tamamı, hiç şüphesiz, olumsuzluk ihtimal ve risklerinin oluşturduğu hakikî neticelerdir. İyiliğin cazibesi, kuvveti ve değeri, kötülük ihtimal ve riskinin mevcut oluşuna ve bunun içteki tazyikine bağlıdır.

İnsan beyni;

Olumsuzluklara bakıp da pes etmez. Eğer zerre kadar bir kâr ve kazanç ışığı görmüşse, derhâl ona yönelir ve binlerce kanat takarak ona koşar. Elde edemeyeceği şeylerden dahî vazgeçmez. Sadece vazgeçmiş görünür. Bazen;

«‒Olmuyor, olmayacak! Ümidim kalmadı, boşuna kürek çekiyorum.» gibi lâkırdıları bile iflâs bayrağı çekmek değil, karşı tarafı yıpratmak dâvâsına yaptığı bir başka hamledir beyin için. Muhatabına;

«‒Ne yapalım, görüyorsun, iflâs ettim, benden bu kadar, elimden gelebilen bu!» tarzındaki cümleleri de bir hamledir.

Hattâ;

«‒Yeter artık!» deyip hayattan vazgeçerek intiharı seçiş bile, aslında beynin yıkılması değil, çaresizlik içindeyken bile birilerinden öç alabilmeyi gerçekleştirmek için yaptığı bir hamledir. Tabiî göremediği nokta, böyle bir hamle uğruna kendisini helâk etmesidir. Çok merdut ve geri dönüşü olmayan bir ebedî kayıpla neticelenen bir hamle.

Yani beyin;

İlle bir hamle hâlinde. Onun, yeri geldiğinde yelkenleri indirmiş görünerek; «‒Olmuyor, vazgeçtim, ne yapsam nafile!» yaklaşımları bile, vazgeçmeyip de bir şekilde galip gelmeye çalışmasının bir alâmetidir.

Yani beyin daima;

DOĞRU OLANI SEÇER!

Bunda oyunbazlık etmez. Ne olursa olsun daima doğruyu seçip onu gerçekleştirmekten, hiç kimse beyni alıkoyamaz. Öldürseler, yine de doğrusundan vazgeçmez. Tek tehlike, neyi doğru bilip bilmediğindedir.

Yoksa her şekilde;

Kâra odaklı yaratılmıştır. Bir beyin kârı görmeye görsün, neye mâl olursa olsun, onun peşini asla bırakmaz. Bu yüzden şeytan, insanoğlunun önünde duran cennet gibi bir kârı beynimizden saklamak için kalın perdeler çekmeye çalışan bir sahtekârdır. Şuur da işte o kapalı perdeyi açıp, yırtıp da cennet denilen kârı görebilmektir.

Ey gafil!

Eğer, kâra odaklı yaratılan beynini perdeleyip de köreltir isen, işte o zaman beyin yanılır. Beynin yanılması, gaflet, felâket ve hüsran getirir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, ne kadar bilgiç olsalar da gaflet ve cehâlet erbabına «beyinsizler» diyor. Bu dünyada hiç vâkıf olamayacağın bir hakikat karşısında, boş yere; «Ben gerçeği keşfediyorum, işin doğrusunu ortaya çıkarıyorum.» şeklinde yalanlara sarılıp da beynini yanıltmakla uğraşma!

Unutma ki, yanıltılmamış bir beyin asla yanlış yapmaz. Terazisi;

DİRHEM ŞAŞMAZ!

Görsene;

Beynin, senin midene hiç tırnak komutu gönderiyor mu? Hiç tutup da gözlerine işitme komutu gönderiyor mu? Vücuttaki milyonla uzvu yönetirken hiç sinyalleri karıştırıyor mu? Kulağına görme sinyalleri göndererek vücutta anarşi çıkarıyor mu hiç?

Hâsılı;

Beyin; kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın kazanmaya ve dengeye odaklıdır daima. Herkes galip olmak ister. En kalın kafalısı bile. Dolayısıyla; «Madem kaybetmek var, o zaman ne diye çalışayım, niye sorumlu olayım ki!» mantığı, bozulmamış bir beynin asla kullanacağı ve söyleyeceği bir lâkırdı değildir.

Bu sebeple;

EHL-İ KÜFÜR NE YAPIYOR?

Beyni köleleştirme yolunu seçiyor. Nefsânî duyguları tahrik ederek beynin özelliklerini iptal ediyor. Çünkü duygular, aklı ve basîreti iflâs ettiren en güçlü tuzaklar. Türlü türlü tuzaklarla beyni fonksiyonsuz hâle getirip köleleştirenler, onu istedikleri gibi kullanıyor. Hele bir de; «Sen ancak bu şekilde özgür oldun!» diye bir yalan yutturulursa, insan artık kendi arzu ve iradesiyle tamamen esaret zinciri altına giriyor. Bütün hayvanî duyguları serbest, fakat bütün insanî özellikleri yasak olan bir özgürlük yalanı içinde düşmanlarına mahkûm yaşıyor. Dünyanın bütün zayıf ülkelerine bakın, güçlüler tarafından aynen böyle yaşatılıyor. Aksi hâlde yok ediliyorlar. Şanlı tarihimizin çok sancılı son yüz elli yılı içinde o kadar büyük kayıpları nasıl verdik? Düşman adına özgürlük, dost ve vatan adına esareti bayraklaştıranlar yüzünden. Hürriyetin beşiği denilen nice vatan topraklarını bir ömür hürriyet şarkısını en çığırtkan şekilden bağıra bağıra söyleyenler, kendi elleriyle düşmanlara teslim etmenin yarışı içinde oldular. Yüzyıllarca bizim olmuş nice vatan toprakları, çoğu yerde hep hürriyet şarkıcıları yüzünden kaybedilmiştir.

Bu nasıl özgürlük anlayışı ki, vatan, ırz, namus, mukaddesat, ne varsa en kanlı zorbalıklarla senden çalmış olanlara en üst seviyede bir hayranlık ve hiç itirazsız bir itaat yarışı yaptırıyor?

Bu nasıl bir özgürlük ki, dünyayı yöneten şanlı ecdâdına düşman yapıyor da, dünyayı elinden alan sinsi, kahpe, canavar ve cellât düşmanlarına karşı hayran ve âşık yaşatıyor?

Bu nasıl özgürlük ki, kendine ve geleceğine kasteden ve yok etmek isteyen haçlılara alkış dağıtıyor da, öz kimliğine yuhlar çekiyor!

Bu nasıl özgürlük ki, en çürük yönlere bile «bravo» dolu, fakat en sağlam yönlere ise «eyvah» deposu!

Bu nasıl özgürlük ki; en bozuk şeylere bile «aman dokunmayın» yasakları üflerken, en düzgün ve doğru şeylere ise, derhal;

TAMİR ve ISLAH

Maalesef;

Dini özgürce yaşamayı da bu mantıkla ele aldılar ve güya tamir ve ıslah ediyorlarmış gibi gösterip en ağır tahripleri hedeflediler. Hâlbuki İslâm dini bahsinde tamir, en büyük sahtekârlıktır. Çünkü orijinali zerre kadar bozulmamış bir tevhid dîni hakkında tamirden bahsedilebilir mi? İnsanlar bozulabilir ama İslâm asla! Onun tevhid inancı asla!

Kaldı ki;

Şeytan avukatlığına soyunanların îman ve İslâm bahsinde tamir ve ıslahı ne olur? Ebrehe gözlüğü takanların kıble ve Kâbe bahsinde tamir ve ıslahı ne olur?

Hiç kusursuz olan bir şeyde tamir ve ıslah!

Hiç akıl kârı mı?

MAALESEF;

Batı dünyası, kendi ellerindeki mukaddes kitabın orijinal olmayıp vaktinden çok çok sonraları sayısız bozulmuş nüshalardan toparlanması ve bunların da her zaman tamir ve ıslaha muhtaç olması sebebiyle İslâm karşısında daima ezik vaziyete düşmelerinden dolayı uzun yıllar uğraşa uğraşa aynı ârızayı İslâm’a da bulaştırmanın mühendislik çalışmalarını yaptılar.

Bu iş için çocukluklarından itibaren özel eğittirdikleri tipleri İslâm topraklarında yıllarca okuttular. Bir İslâm âlimi gibi yetiştirdiler. İslâm’ın bütün bilgi ve belgelerini, kütüphanedeki bir güve mantığıyla kemire kemire bozmanın en sinsi ve en inatçı gayretlerini gösterdiler. Vakti geldikçe de;

İlâç gibi görünen virüs dolu fikirleri İslâm coğrafyasının her yerinde ekip dikmeye yeltendiler.

En çok tutturmaya ve yutturmaya çalıştıkları saha, İslâm’da tamir ve ıslah fikirleri oldu. Bunun üzerine öyle çalıştılar ki, çeşitli memleketlerde yerli ilim adamları arasından bile türlü bilgiçler çıktı ve yoğun bir şekilde ıslah ve tamir faaliyetine girişti.

Akılsız bilgiçler, gâvurun maddedeki ilerleyişine baktı;

‒Bizde de ıslah ve tamir lâzım, diyerek başladı şeytan eliyle üretilmiş fikirleri yemeye. Çok geçmeden, yegâne hak olan bir dinde reformlar yapmaya kalkıştı.

Hele îtikad ve îman hususunda kendilerince tamire ve ıslaha yeltenmeleri, olacak şey değil. Çünkü bu hak, sadece Allâh’a ait bir haktır. İnsanların elinde yetki yoktur. Peygamberlerin elinde bile bu mânâda kendilerince bir yetki mevzubahis değildir.

Maalesef;

Bunu anlamayanlar, ilâhî sınırları habire zorluyor. Neredeyse, kendilerini müstakim bir rotadan dışta bir yere atabilmek için konuşuyor da konuşuyor. Esefle görüyorsunuz ki;

BİLGİÇLER, HADDİNİ AŞMIŞ!

Çok yazık; Mustafa İSLAMOĞLU, Mehmed OKUYAN’la karşılıklı konuştukları bir programda aynen şunları söylüyor:

“‒Çok daha ilginç bir problem var şu anda internetin yaygınlaşmasıyla. Millet yeni keşfetti. (Ağzını alaysı şekilde bükerek anlatmaya devam ediyor) düne kadar;
«‒Eee, namazın rekâtını da kim öğretti? Namaz nasıl kılınır, onu kim öğretti? İşte hadis olmazsa olmaz!» Efendim, şimdi bir de bu ideolojik hadisçiliğin böyle bir de sallaması var. Anlatabiliyor muyum?

Evet, mevzuya dönecek olursak. İşte rivayetlersiz olmaz. Rivayetler olmadan olmaz. Hayır!

Bu mübarek namaz, peygamberden peygambere, nesiller yoluyla fiilî olarak intikal etti, aktarıldı. Ve fiilî olarak İbrahim –aleyhisselâm-’dan beri de tüm, efendim, peygamberler üzerinden yahudi nesilleri de bu peygamberî uygulamayı nesilden nesile geçirdiler. Biliyorlardı, yapıyorlardı. Bugün şimdi iş patladıııı.

İnternet çıktı, efendim, sahtekârlık bozulduuu. Mertlik bozulmadı sahtekârlık bozuldu. Şimdi yahudileri kendi ibâdethânelerinde namaz kılarken görüyor milleet.

Ben Abrahamson diye bir yahudi haham var. Kanada’da. Kanada yahudilerinin baş hahamıdır. Ben Abrahamson’un bir resimli namaz hocası vardır yahudi çocukları için. Yahudi çocukları için Ben Abrahamson, haham Ben Abrahamson’un yazdığı resimli namaz hocasını şuraya koy, bizim resimli namaz hocasını şuraya koy. Yatsı namazının rekât sayısı dışından hiçbir fark yok.

Esasında biz bu dine Allah Rasulü’nün icad ettiği O’nunla başlamış bir din muamelesi yaptığımızda kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz. Problem bu.”

Allah Allah;

El-an, yahudilerde bizdeki namazın aynısı varmış (!).

Önceden bilinmiyormuş ama şimdi;

İnternetin yaygınlaşmasının neticesinde insanlar artık bunu görmüş ve böylece iş patlamış (!).

Yani bu bilgi;

«Namazın rekâtını kim öğretti? Namaz nasıl kılınır, onu kim öğretti? Hadis olmazsa olmaz.” şeklindeki ifadeleri, güya boşa çıkarmış. Çünkü bu ifadeler, güya ideolojik hadisçiliğin sallamalarıymış ve Yahudilik’teki namazın bizdeki namazla sadece yatsının rekât sayısı hâriç her bakımdan aynı olması, bu sahtekârlığı bozmuş (!).

BU NE CÜR’ET?

Yüce Allâh’ın kitabında defaatle kılınmasını emrettiği namazı, müslümanların Hazret-i Peygamber’den öğrenmiş olmaları meselesine, haddini aşarak sahtekârlık gözüyle bakmak, nasıl bir akıl tutulmasıdır? Nasıl bir cehâlettir?

Bu cehâletin sahibi, ortaya attığı iddiasını «sahtekârlık bozuldu» yaftasıyla söylemesinin ne mânâya geldiğini göremeyecek kadar câhil değil ancak bilemiyorum kendisi için acaba hangi ağır tabiri seçti.

EL-İNSAF;

«Önceki dinlerde şu vardı, bu vardı»nın ne hükmü var? Bütün semâvî dinlerin orijinal hâllerinde her şeyden önce «tevhid» vardı. Şimdi nerede o tevhid? Nerede onlarda Allâh’ın tarif ettiği şekliyle inançlar ve ibâdetler? Nerede Allâh’ın tarif ettiği şekliyle muamelât ve hukuk? Hiçbir semâvî dinde orijinallik kalmadı ki! Hepsinde de ilâhî târifler beşer eliyle tamamen tahrif oldu. Yoksa, eğer tevhid ve ibâdetler, muamelât ve hukuk sistemleri bozulmasaydı, Cenâb-ı Hak’tan geldiği şekliyle olsaydı ve düzgün gitseydi, yüce Allâh, onları iptal edip de yerine yenisini gönderir miydi?

Hâl böyleyken;

Kendi dîninin sarsılmaz temel kaynaklarını hiçe sayarak Cenâb-ı Hakk’ın yapılan beşerî tahrifler yüzünden iptal ettiği bozuk dinlerin kırıntılarını göklere çıkaran, onları anlatırken ağızlarının suyu akarken, Hazret-i Peygamber’in hadisleri bahsinde dudak bükerek konuşan ve;

“Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de öyle namaz kılın.” (Buhârî, Âhâd 1) şeklindeki namazı Peygamber’den öğrenme meselesini ideolojik hadis sallamacılığı diye yaftalayan ve üstelik, yahudilerin orijinalinden kopmuş ibâdet şeklini merkeze alıp da tüm orijinalliği içinde sapasağlam olan Kur’ân ve Sünnet’teki ölçülere sahtekârlık bozuldu cümlesini sarf eden bilgiçler için,

NE DEMELİ?

Yüce Allah, son peygamberini son kitabı ile gönderdiğinde İslâm’ı kendi katındaki orijinalliği ile göndermedi mi? Kendi katında hâşâ yoktu da bazı şeyleri, o iptal ettiği dinlerin bozuk kırıntılarından almaya ihtiyaç mı hissetti?

Sonra;

İslâm’ı öncekilerin zerre kadar tesiri olmasın diye Cenâb-ı Hak, ümmî bir peygamber göndermedi mi? Demiyor mu ki Allah;

O RASÛL, ÜMMÎ BİR NEBÎ!

Önceden O’nun okuma ve yazmasının olmadığını ve hiç kimseden eğitim almadığını bilmeyen mi var? Niye böyle yapıldı? Elbette ki hiç kimse;

“Hazret-i Muhammed, İslâm’ı yahudilerden ve hıristiyanlardan öğrendi!” şeklinde itham edemesin diye.

Gerçek böyle olduktan sonra;

Yine de niyeti bozuk kimseler her zaman çıksa da, onlar, ancak kendilerini helâk ettiler. Onların, çeşitli hâinâne kasıtlarla; «Çamur at, izi kalsın!» mantığı etrafında söylediklerinin ne kadar çarpık olduğu kendilerine malûm olsa bile böyleleri, ille de kötülüğe hizmetkârlık edici o zararlı bilgiçliklerinden vazgeçemiyorlar.

Şimdi;

İslâm’ın direği olan namazı, sanki Allah’tan değil de tahrif edilmiş bir Yahudilikten almışız gibi onlarla bizim namazımızın arasında hiçbir fark olmadığını söylemek ve onun peygamberden peygambere, nesiller yoluyla fiilî olarak intikal ettiğinin altını çizmek, Hazret-i Peygamber’in de bu intikal sûretiyle insanlardan öğrendiğini iddia etmektir. Oysa;

CENÂB-I HAK DİYOR Kİ:

وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ

“Elbette biz, onların;

«‒Bunu mutlaka bir beşer öğretiyor!” dediklerini biliyoruz.

•Îmâ ettikleri kimsenin dili yabancıdır.

•Bu Kur’ân ise,

•Gayet açık bir Arapçadır.” (en-Nahl, 103)

Burada şunun altını çizmeli:

Her semâvî din geldiğinde başlangıç itibarıyla sadece namaz değil, dînin her şeyi en doğru şekliyle elbette mevcuttu. Fakat bu vasıf yitirilip de bizzat Allah tarafından iptal edildikten sonra artık onlarda bunların doğru şekilde mevcudiyetinden bahsetmek mümkün değil. Yoksa onlar da «Allah» diyor, arada fark yok mu? Dağlar kadar var. Biri Cenâb-ı Hakk’ın kabul ettiği, diğeri etmediği. Kabul dairesi dışındaki her şey, hükümsüz değil midir? Hükümsüz olan bir şey ölçü olur mu?

Sonra;

Efendimiz Mekke’de doğdu. Nübüvvetinden önce de Kâbe’yi tavaf ve hac vardı. Hazret-i İbrahim’den gelen, ama iyice bozulmuş olan bir şekilde. Ortası putlarla dolu, çıplak tavaflar, bozuk telbiyeler vesaire. Eee, İslâm’da da hac var diye şimdi Hazret-i Peygamber’in bunu câhiliyyeden aldığı mânâsı çıkar mı?

Yani câhiliyye dönemini bilgiç gözleriyle zumlayıp, sonra o devre tavâfın kökünün Hazret-i İbrahim olduğuna da yaslayıp, ardından da Hazret-i Peygamber’in öğrettiği, gösterdiği haccı ve onun hadisler yoluyla bize gelmesini eleştirerek;

“‒Milleet, haccın Peygamber’den önce de var olduğunu öğrendiii. Şimdi sahtekârlık patladııı.” denilebilir mi?

Kafa yapısı namazla alâkalı böyle diyenler, bunu da karıştırırlar herhâlde. Kim ne derse desin, câhiliyye haccı ile Hazret-i Peygamber’in haccı aynı değil. Çünkü Hazret-i Peygamber, haccı tertemiz hâle getirdi. Her türlü şirkten ve yanlışlıklardan arındırdı. Düzgün ve mükemmel bir ibâdet olarak onu yeniden tesis etti, yaşadı ve yaşattı. Peki, bu düzgününü ve doğrusunu nereden biliyordu? Kimden öğrendi? Elbette beşer bazında hiç kimseden. O’nun tek kaynağı vardır: Hazret-i Allah.

Kur’ân ve Peygamber için her zaman;

TEK KAYNAK HAZRET-İ ALLAH

Şayet başka kaynak olsa, iptal edilen bozukluklar İslâm’ın içinde devam eder giderdi. Ancak buna fırsat da verilmedi, müsaade de edilmedi. Bu noktada Mustafa İSLAMOĞLU;

Bir yandan İsrailiyat ve Mesihiyat hususlarına duyarlı görünürken diğer yandan da ne yazık ki, tersine yorumlar içinde tuhaf virajlara dümen kırıyor.

Hele İslâm’ın ikinci kaynağı olan hadise karşı aşağılayıcı tenkitler ederek ve üstüne yahudi hahamını da örnek göstererek;

‒Sahtekârlık bozuldu, diye lâf savurması, kendi îmânıyla oynamasıdır.

Çıktığı yolun başlangıcındaki iyi niyet payı nedir, bilinmez fakat bu gidişatta;

GERİSİ GAFLET ve CEHÂLET

Dünya denilen bu aldanış yurdunda;

Molla Kasım gibi kaba ve aymaz tipler her zaman mevcut oldu.

Onlar;

Hazret-i Nûh’u da, yani ilâhî vahyin o mübârek elçisini bile, onun getirdiği rahmet ve hidâyete rağmen bin bir ithamla ve en tuhaf şekilde suçladılar. Dediler ki:

•Sapıklık içindesin,

•Beyinsizlik içindesin,

•Yalancısın! (Bkz. el-Â’râf, 60 ve 66)

Hattâ, Allâh’ın her bakımdan en tertemiz, mübârek, muhterem ve hidâyet menbaı olan bir elçisine, Sâlih peygambere de, neler neler yaptılar ve neler neler dediler. Çekinmeden yaftaladılar:

•Yalancı ve şımarığın biri!

•İyice büyü çarpmış!

•Ona uyarsak, sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz! (bkz: el-Kamer, 24 – 25; eş-Şuarâ, 153)

Sonra;

Her biri helâk oldu.

Demek ki;

PEYGAMBER’E MUHÂLEFET, FELÂKETTİR!

Şu âyetleri döne döne okumak lâzım:

İşte;

Hazret-i Peygamber’e muhalefet içinde yol tutanlara Cenâb-ı Hakk’ın hitabı:

وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَب۪يلِ الْمُؤْمِن۪ينَ نُوَلِّه۪ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِه۪ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَص۪يرًا

“(Ey insanlar!)

•Kendisine,

•Doğru yol apaçık belli olduktan sonra,

•Kim;

‒PEYGAMBER’E MUHALEFETTE BULUNUR ve

‒MÜ’MİNLERİN YOLUNDAN (ayrılıp)

‒BAŞKA BİR YOLA GİDERSE,

•Biz, onu gittiğine bırakırız,

•Cehenneme sokarız.

•Ne kötü bir gidiştir o!” (en-Nisâ, 115)

Kimileri lâfta hiç muhalefet etmiyor.

Fakat;

Düşünce yapısı ve yorumları itibarıyla hadislere ve sünnet-i seniyyeye öyle karşı ki, hadîsin ve sünnetin adını duyduğu an neredeyse hırsından çatlayacak! Be gafil, bundan daha büyük muhalefet olur mu? Neymiş efendim, adamlar Hazret-i Peygamber’e muhalefet etmiyormuş, onu hiç yalanlamıyormuş, ona tam inanıyormuş da, sadece hadîs-i şeriflere imiş bütün itirazları. Daha ne olsun? Zaten muhalefet ve yalanlamak da bu değil mi? Bir kişinin dediklerini kabul etmemek. Yahu O’nu yalanlamanın içine yarın Hazret-i Kur’ân da dâhil olmaz mı? Bal gibi olur. Eğer O’nun ağzından çıkanlar, hep ârızalı ise, her türlü itiraza ve saldırıya açıksa, Kur’ân da aynı ithamlarla karşı karşıya demektir. Çünkü Kur’ân da tamamen o ağızdan bize aktarıldı. O ağzın şahâdeti ve söylemesiyle yazıldı.

Şimdi çifte standart yorumlarla ve de doğruculuk kılıflarına bürünerek hadislere karşıymış gibi durup da dolaylı bir görüntüde ama aslında doğrudan Hazret-i Peygamber’i yalanlamanın İslâm’da hiçbir yeri yoktur. Bilgiçlik de olsa bunun hiçbir mânâsı ve başka hiçbir izahı da yoktur. Hangi bahane ve sebeple olursa olsun, Allâh’ın peygamberiyle uğraşanların ve

O’NU YALANLAYANLARIN SONU HÜSRAN!

Yüce Allah, ibretleri hatırlatıyor:

فَس۪يرُوا فِى الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ

“Yeryüzünde gezin; peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün!” (en-Nahl, 36)

Böyle tipler, Hazret-i Peygamber’i hayattayken de rencide ediyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

وَذَرْن۪ي وَالْمُكَذِّب۪ينَ اُو۬لِي النَّعْمَةِ

“Varlık sahibi olup da SENİ YALANLAYANLARI BANA BIRAK!” (el-Müzzemmil, 11)

Mü’minleri de ikaz buyurdu:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا
لَا تَخُونُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ

“Ey îmân edenler!

•ALLÂH’A ve

•PEYGAMBER’E HAİNLİK ETMEYİN!” (el-Enfal, 27)

Tekrar emretti:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُٓوا اَعْمَالَكُمْ

“Ey îmân edenler!

•Allâh’a itaat edin ve

•Peygamber’e de itaat edin.

Sakın;

•Amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)

Bir de;

Yüce Allah şu beyanda bulundu:

وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَٓائِرَ اللّٰهِ فَاِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ

“Her kim;

•Allâh’ın nişânelerini yüceltirse, hükümlerine saygı gösterirse,

•Şüphesiz ki bu,

•Kalplerin takvâsından (Allâh’a karşı gelmekten sakınmasından)dır.” (el-Hac, 32)

Yani;

Genelde ve özelde Allah ve Peygamber’e, Kur’ân ve Sünnet’e, İslâm ve îmâna dair bütün meselelerde Cenâb-ı Hak, kullarından tâzim ve hürmet içinde bir yaklaşım ve şuur istiyor. Özellikle takvâ istiyor.

Şimdi;

Hayatımızda bu hakikatlere uymayan ne varsa, kim varsa ve hangi yorumlar varsa hepsini güzel bir hak süzgecinden geçirmeli ve sadece hak terazisine göre hareket etmeli. Çünkü bizim bilgilerimiz yanılır, akıllarımız yanılır, fikirlerimiz ve yorumlarımız yanılır, hâsılı kendi ölçülerimiz de bir şekilde yanılır, fakat hiçbir zaman;

HAKK’IN TERAZİSİ YANILMAZ!

İnanç mı?

Bilmeli ki, evvelâ tevhid demektir ve emrolunduğu gibi inanmaktır tamamı.

İbâdet mi?

Aynı.

Namaz mı?

Önce;

‒Kelime-i şahâdet kapısından girmektir, çünkü îmân etmeden namaz boşuna!

‒Kezâ namaz demek, Kur’ân demektir; çünkü kıraatsiz namaz olmaz.

‒Kezâ namaz demek, Kâbe ve kıble demektir; çünkü yanlış yönler Hakk’a ulaştırmaz.

‒Kezâ namaz, ömür boyu takvâ demektir, yoksa Hazret-i Allah; «Yazıklar olsun!» deyip kabul etmez.

İşte;

Cenâb-ı Hakk’ın kabul ettiği bu. Bunun dışında gaflete dalmış nice bilgiçler, ne derse desin, hükümsüzdür.

Bir de şunu iyi bilmeli;

DÎNİ TEMSİL HAKKI KİMİN?

Dîni temsil hakkı,

Hiçbir zaman bilgiçlerde değildir. Dîni çelişkilerle doldurmaya çalışan, insanların gönüllerinden takvâyı söndürüp solduran, dîni aşk ile yaşama heyecanını yok eden ve müslümanları sürekli suçlayıp hor gören bilgiçlerde, zerre kadar dîni temsil hakkı yoktur!

Bu hak;

Allâh’a ve Peygamber’e samimiyetle takvâ üzere itaat eden gerçek âlimlere mahsustur daima. Hazret-i Peygamber, ne demişse, gönülleri hemen;

«‒Lebbeyk yâ Rasûlallâh!» coşkusuyla dolu olanlara aittir bu hak.

Tutup da her emr-i Peygamber karşısında;

«‒Bu da nerden çıktı? Kur’ân’da böyle bir şey yok! Böyle bir peygamber anlayışına karşıyım…» tarzında şeytan sazı çalanlar, asla bu mübârek dîn-i mübîninin temsilcileri değildirler, olamazlar da. Onların din adına bir şey söyleme hakları da yoktur. Konuşup durabilirler fakat bu hak oluşturmaz. Tıpkı insan günah işler ama bu bir hak değil, günah ve gaflettir. Aynen öyle.

Çünkü o zavallı bilgiç gafiller;

İslâm’ı, dünyanın her yerinde ortada kalmış ve bu sebeple de üzerinde istedikleri gibi tasarruf edebildikleri sahipsiz bir şey zannediyorlar. Çaktırmadan, dinin söz sahibini değiştirmeye çalışıyorlar. Bahaneler her zaman aynı:

•Güya kusurları düzeltmek,

•Güya Kur’ân’ı doğru anlamak,

•Güya hurafelerden kurtarmak,

•Güya güya güya…

Hâlbuki;

İSLÂM, KUSURSUZDUR!

İslâm’da hiç kusur yoktur. Ne tevhidde, ne îmanda, ne ibâdetlerde.

Kezâ;

Kur’ân’ın doğruluğunda da bir yanlışlık hiç yoktur.

Kezâ;

Hurafeler, İslâm’ın içinde asla mevcut değildir. Kapı dışında döndürülen fakat içeriye girmesi her zaman yasak olan ve asla giremeyen merdut şeylerdir onlar.

İslâm’a zıt ne varsa;

Daima İslâm’ın dışında ve bazı insanlarda olan dış şeylerdir.

Fakat gel gör ki;

Tüm bilgiç tiplerin bütün tamir ve ıslah derdi, ancak içeride çekiç sallamak. İçerideki sağlam sütunları devirebilmek. Kusursuz temelleri, yerinden oynatıp bozabilmek. Gök kubbe gibi güçlü bir çatıyı, yerle bir etmeye çalışmak. Dışarıdaki doğru bahanelerle içeri girip içte eğri işler çevirmek.

Bu kasıtla;

Sürekli müslümanlarda kusur arayıp eğer yoksa da yapıştırıp bir şekilde onlara kusur uydurmak, bununla da tutup İslâm’a ayar yapmaya kalkışmak, bilgiçlerin ortak özellikleri. Ne kindar bir cehâlet bu.

Kulaktaki ağrıyı bahane ederek göz oymaya çalışmak;

YAHU BU MU TEDAVİ?

Islahat ve tamir hareketleri diye fos bir akım çıkardılar, estirdiler estirdiler, içinden sadece mikrop çıktı. İslâm inancına virüs enjekte etmek çıktı.

Bahane neye, saldırı neye ve nereye?

Bin bir dişli ağızlarda;

İnsanlardaki güya cana tak ettiren kusurları, âh şu düzeltme bahaneleri!..

Daeş diye bir bahane var.

O bahane ile ne yapılıyor? İslâm memleketleri harabe ediliyor. Müslümanlar tarumar ediliyor.

Kitle imha silahları diye bir bahane üretildi.

Fakat onunla ne yapıldı? Irak ve güzelim Bağdat, yerle bir oldu. İnsanlar perişan, her şey perişan.

İki yüz yıldır;

Bahanesini bulan, yapacağını yapıyor. Yakıyor, yıkıyor.

Bu bakımdan;

Kimde îman varsa, akıl ve basîret varsa, önüne başkalarının, yabancıların, yerli bilgiçlerin yığdıklarını üflesin atsın!

Cenâb-ı Hak ne diyor:

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ى وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًا

“…Bugün;

‒Sizin için,

‒Dininizi kemâle erdirdim.

‒Size nimetimi tamamladım ve

‒Sizin için,

‒Din olarak İslâm’ı seçtim / (sadece) İslâm’a râzı oldum.” (el-Mâide, 3)

Dolayısıyla bütün;

DİN ÜRETME HAMLELERİ BOŞ!

Çünkü;

•Din tamamlandı.

•Dînin sahibi Kādir-i Mutlak,

•Peygamberi, Muhammed Mustafa j,

•Kitabı, Hazret-i Kur’ân,

•Yaşayış şekli de sünnet-i Peygamber.

•Ardınca temsil edenler de, sırât-ı müstakîm üzere takvâ ile yaşayan sâlih ve sâdık ulemâ, evliyâ ve urefâ.

Bu sıralamada;

Allâh’ın Kur’ân’da kitap yüklü merkepler dediği bilgiçlerin yeri hiç yok.

Necip Fâzıl ne güzel söylüyor:

“Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya!”

Hakikaten angarya!

Belki bir sürü bilgiç tipler, kendilerini kâh Peygamber’in yerine kâh Allâh’ın yerine koymaya çalışıyorlar ya, hep boşuna.

Kimileri, sanki din onların eline verildi de hâşâ; «Alın, istediğiniz gibi şekillendirin!» denmiş gibi hareket ediyorlar ya, tamamen nafile! Yok böyle bir şey. Çünkü;

ALLAH, SADECE İSLÂM’A RÂZI

Dıştan ve içten,

Her ne kadar, kimi bilgiçler, sanki yeni bir din inşaatı yapılacak gibi müteahhit edalarıyla kollarını sıvayıp duruyorlar ya, hepsi bâtıl. Zira yüce Allah, bunu açıkça ilân etti tâ 1400 küsur sene evvel. Ezel ve Ebedin Rabbi olan Hazret-i Allâh’ın;

“‒Râzı olduğum İslâm bu!” diye vurduğu son mührün mahiyeti; îman dolu tahlîlî bir yorumla diyebiliriz ki, âdeta şöyle:

“‒Ey kullarım! Benim dînimi ben vaz ettim.

•Benim katımda son din olan İslâm, bizzat Benim tarafımdan, en mükemmel şekilde tamamlanmış, bu iş bitmiştir!

•Siz artık sadece yakîn bir îmân ile anlamaya ve en güzel takvâ üzere yaşamaya bakın!

•Sakın kitap yüklü merkepler gibi türlü türlü bilgiçliklere kalkışmayın!

•Unutmayın ki, kim ne yaparsa yapsın, kıyamete kadar bu mühür ve hüküm bozulmayacaktır.

•Bozmaya yeltenenler çıkarsa, ancak kendileri bozulup helâk olacaktır!”

Hâsılı;

Bir de şiirin diliyle ifade edecek olursak;

Tevhiddir Allâh’ın ancak senâsı,
Yegâne mührüdür İslâm binâsı,
Kim oynatır onun bir tek taşını,
Kurtaramaz cehennemden başını!
Boş ver türlü türlü bilgiç tipleri,
Cennete sokulmaz şeytan çöpleri!
Ey Seyrî, her hüküm, Allâh’ın ancak,
Nasıl kul olunur, Peygamber’e bak! (Seyrî)

Yâ Rab!
Nasîb et!
Âmîn…