Fedâkârlık Toplumu –
Hayat; acısıyla ve tatlısıyla

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Hayat; acısı ve tatlısıyla bir imtihandır, mücadeledir. Acılarımızı, sıkıntılarımızı, zorluklarımızı diğer müslüman kardeşlerimizin yardımları ve fedâkârlıklarıyla hafifletebilir veya bitirebiliriz. Sevinçli ve mutlu anlarımızı da yine onlarla paylaşarak artırabiliriz. Bütün bunlar bir fedâkârlık neticesinde ortaya çıkarlar. Anadolu deyimiyle;

“Sıkıntılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır.” Bütün bunlar bize bir sorumluluk yüklemektedir. Sorumluluklarımızın yerine getirilmesi elbette belirli bir fedâkârlığı gerektirmektedir.

Her insanın hayatında fedâkârlık yapmak durumunda kaldığı zamanlar olabilir. Annenin çocuklarına, babanın ailesine, ülke evlâtlarının vatanlarına karşı fedâkârlıkları bunlardan sadece birkaçıdır. Fedâkârlık, insanın yaptığında huzur duyduğu bir hakikattir. Bir annenin uykusunun en tatlı yerinde uyanarak yavrusunu emzirmesi, yavrusunun saâdeti için bir fedâkârlıktır. Yavrunun hafif bir tebessümü, yapılan o büyük fedâkârlığı unutturur ve anneye büyük bir huzur verir. Şefkat, merhamet duygularıyla alâkalı bu meşakkatli fedâkârlığın sadece insana mahsus olmayışı hemen bütün canlılarda gözükmesi, ilâhî rahmetin ne güzel bir yansımasıdır.

İslâm dîni, fedâkârlığa büyük önem vermiştir. Bu noktada Peygamber Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın hayatlarında da gıpta ile karşılanacak türden fedâkârlık misalleri bulunur. Efendimiz’in ve sahâbenin yurtları olan, doğup büyüdükleri Mekke’yi terk etmeleri; nice ağır hakaretlere, saldırılara tahammül etmeleri fedâkârlığın örneklerindendir. Yine Peygamber Efendimiz ki; günümüz insanını âdeta hedefinden saptıran mal biriktirme sevdası, makam hırsı gibi duygulardan uzak yaşamış, ömrünü böyle geçici şeylere fedâ etmemiştir. İşte Peygamber Efendimiz’e gönüllere taht kurduran bu hâli, O’nun insanlığın kurtuluşu için gösterdiği fedâkârlığıdır. O’nun hayatına baktığımızda; evinde bazen açlığını giderecek herhangi bir yiyeceğin dahî bulunmadığını, bu sebeple de zaman zaman uyuyamadığını görürüz. O dileseydi, saraylarda yaşayabilirdi. Sahâbe-i kiram O’nun istediği her şeyi yapmaya hazırdı. Ancak O, sade bir insan olarak yaşamayı tercih etti.

Hem Peygamber Efendimiz hem de ashâb-ı kiram efendilerimiz fedâkârlığın zirvesine çıkmışlardır. O gün o fedâkârlıklar gösterilmeseydi, bugün bizler bu îman ve fazîletin sahibi olamazdık. Soğuk rüzgârların önüne kattığı bir kuru yaprak misali, nerelerde savrulurduk bilemezdik.

Cenâb-ı Hak bu noktada Peygamber Efendimiz’i ve bazen de ashâb-ı kirâmı bizlere örnek göstermektedir. Bu yönüyle Cenâb-ı Hak onlara da mal-mülk verdi, maddî imkânlar nasip etti, ilimlere sahip kıldı. Fakat onlar bu nimetleri bir imtiyaz vesilesi kılmayıp fedâkârca mü’minlerle paylaştılar. Çünkü yüce Rabbimiz verdiği o nimetleri ihtiyaç sahipleriyle paylaşarak fedâkârlık yapmalarını istiyordu.

Cenâb-ı Hak, Âl-i İmrân Sûresi’nin 134. âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“O takvâ sahipleri ki;

-Bollukta da darlıkta da (Allah için) infâk ederler (harcarlar),

-Öfkelerini yenerler,

-İnsanların kusurlarını affederler.

• Allah -celle celâlühû- iyilik yapanları sever.”

Bu âyet-i kerîmeye bakıldığında, örnek olma hususunda hepsi bir fedâkârlığı gerekli kılmaktadır.

Fedâkâr olmayan bir kimse; sahip olduğu varlıklarından en azından bir miktarını karşılıksız, sadece Allah -celle celâlühû- rızâsı için muhtaç kimselere verebilir mi? Kendisine karşı yapılan herhangi bir hatada öfkesini yenip, hata işleyenleri affedebilir mi? Âyette sıralanan hususların yerine getirilmesi elbette bir fedâkârlığı gerektirmektedir.

Allah -celle celâlühû-’nun kendilerine lutfettiği nimetleri, olumlu ve olumsuz her türlü şart ve ortamda toplumun muhtaçlarıyla paylaşabilmeleri örnek takvâ ehli insanların en önemli özelliklerindendir. İnsan topluluklarına bakıldığında, toplumda yaşayan her bir insanın bir yönüyle diğerine muhtaç olduğu görülür. Kimi insanın malına, kimi insanın ilmine, bilgisine, kimi insanın aklına toplumun fertleri muhtaçtır. Bu yönüyle toplum, bütün uzuvlarıyla bir bedene benzer. Uzuvlar nasıl bedende hep birlikte sağlıklı işleyişi tamamlıyorlarsa; toplum da zengini, fakiri, âlimi ve cahili ile birbirini tamamlamaktadır. Nitekim rahmet Peygamberi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat hususunda mü’minler âdeta tek bir vücut gibidirler. Ondan bir uzuv şikâyet ederse, uykusuzluk ve ateşle vücudun diğer uzuvları da ona iştirak ederler.” (Müslim, Birr, 67) sözleriyle bu bütünlüğe ve bu bütünlüğün gereğine işaret etmiştir. O da büyük fedâkârlıkla olabilecek bir şeydir. Bu açıdan bakıldığında Allâh’ın her ferde, diğer fertlerin yararına sunulduğunda faydalanabileceği türden nimetler verdiğini görürüz. Ancak günümüzün materyalist ve egoizm merkezli düşünce sistemlerinin genel olarak toplum huzurunu değil, ferdî huzuru benimsedikleri bir ortamda; insanların fedâkârlık, paylaşım, diğergâmlık gibi faydalı değerlere yönelmeleri oldukça zordur.

Nimetlerin paylaşımı fedâkârlığı gerektirir. İslam dîninde «infak» kavramı bu paylaşımı kapsamaktadır. Allah -celle celâlühû- için infakta bulunmanın, İslâm’da ne derece önemli olduğuna birçok âyet ve hadis delâlet etmektedir. Öyle ki, Kur’ân-ı Kerim’de en çok yer alan kelimelerden birisi de infak kelimesidir.

Cenâb-ı Hak bu konuda;

“Ey îmân edenler!

• Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın.

➢ Size verilse, gözünüzü yummadan almayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın.

• Biliniz ki Allah -celle celâlühû- zengindir, övgüye lâyıktır.” (el-Bakara, 267) buyurmaktadır.

Yine bu konuda Cenâb-ı Hak;

“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya;

-Onların mükâfatları Allah -celle celâlühû- katındadır.

-Onlara korku yoktur;

-Üzüntü de çekmezler.” (el-Bakara, 274) buyurur.

Hele bir âyet daha var ki, Cenâb-ı Hak orada şöyle çetin bir hatırlatmada bulunarak;

“Herhangi birinize ölüm gelip de;

«Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!» demesinden önce, size verdiğim rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10) buyurmaktadır. Bu âyetler, infâkın yani Allah -celle celâlühû- yolunda sarf etmek gerektiğinin başlıca delillerindendir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Allah rızâsı için muhtaç kimselere vermeyi teşvik etmiş ve kendisinden bu konuda mü’minleri yönlendirici mahiyette birçok hadîs-i şerif ve uygulama örneği yansımıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:

“Sadece şu iki kişiye gıpta edilir:

Bunlardan birincisi, Allâh’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcamayı başaran kimse;

İkincisi de, Allâh’ın kendisine verdiği ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” (Buhârî, İlim, 15)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Kesenin ağzını sıkma! Allah da senin rızkını daraltır.” (Buhârî, Zekât, 21) buyurmak sûretiyle müslümanın infak gibi bir fedâkârlıkta bulunabilmesini istemiştir.

Bir müslümanın sahip olduğu belki de en önemli kıymeti olan canını; gerektiğinde din, vatan gibi kıymetlere bedel olarak verme fedâkârlığının temel dinamikleri bu âyet ve hadislerdir. Bunu iyi anlayan milletimiz, 15 Temmuz 2016’da ülkemizin ve milletimizin birliğine ve bütünlüğüne yönelen hâin darbe teşebbüsünü canlar fedâ edip, şehidler vererek engellemiştir.

Hulâsa, hayat her yönüyle paylaşımın bir başka çeşidi olan fedâkârlık üzerine kurulmuştur. Arının bal yapmasından tutun da bir insanın mukaddes değerleri, dîni, vatanı, bayrağı için gerektiğinde seve seve ölümü göze alması kelimelerle anlatılamayacak derecede bir fedâkârlığın sonucudur. «Çanakkale Geçilmez!» dedirten ruh yine bu ruhtur. Tüm tuzaklara, hilelere, terör destekçilerine rağmen vatanımızın bölünmesi ve parçalanması plânlarını fark edip tüm o plânları altüst eden ruh yine bu ruhtur.

Cenâb-ı Hak neslimize bu rûhu anlayabilmeyi nasip eylesin. Âmîn…