ÖLÜMÜN EN GÜZEL ŞEKLİ: ŞEHÂDET

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Kalpler Allâh’ın iki parmağı arasındadır, onları dilediği şekilde evirip çevirir.” (Müslim, Kader, 3) buyurduğunu biliriz. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bu hadîs-i şerîfini;

“Ey kalpleri hâlden hâle değiştiren Allâh’ım; kalbimi dînin üzere sabit kıl!” (Tirmizî, Deavât, 89) duâsının hikmetini izah ederken dile getirmiş. Ama kalpler sadece hidâyet ve dalâlet hususunda değil, başka hususlarda da Allâh’ın kudreti altındadır. Bazı zamanlar vardır ki insan bunu açıkça hisseder. İşte 15 Temmuz gecesi de öyle bir geceydi.

O gece sanki ruhlar, Allâh’ın emrindeki ordular gibi dalga dalga sevk ediliyordu. O gece şehid düşen kardeşlerimizin hikâyelerinde bunu çok daha net görebiliyoruz.

Meselâ Vezneciler’de kurşunlara hedef olup ebedî âleme kanatlanan Tahsin GEREKLİ kardeşimiz sanki şehâdetin peşine düşmüş, onu her yerde arıyormuş gibi meydan meydan dolaşmış. Önce Bayrampaşa’ya gitmiş, sonra Vatan Caddesi’ne. Orada beklediği hareketliliği bulamamış olacak ki, nasibini en son Vezneciler’de aramış. Şehâdeti kovalaya kovalaya en sonunda yakalamış. Evrâdıyla, ezkârıyla, sohbetiyle, hizmetiyle ne zamandan beridir aradığı cennet biletine vâsıl olmuş.

Şehidlerin her biri apayrı bir hikâye, ama sanki hepsinin ortak bir yanı var. Samimiyet denilen o emsalsiz cevheri, yüreklerinde gizlemiş insanlar… «Sanki o gizli cevherin ortaya çıkması için bir vesile lâzımdı da bu da bahane oluverdi.» diyesi geliyor insanın…

Şehîde Ayşe AYKAÇ’ın oğlu anlatıyor:

“Annem oturmuş Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Bir şey yapamıyoruz, en azından Kur’ân okuyalım, niyetiyle. Sonra babam dışarı çıkmaya karar verince hemen kalktı;

«Ben de geleceğim.» dedi. Abdest tazeleyip iki rekât namaz kıldı. Babam önce evde kalmasını söylediyse de annemdeki kararlı hâl karşısında engel olamadı.”

Beyi Mustafa AYKAÇ ise, hanımının daha önce hayır işleriyle meşgul olduğunu anlatıyor. Normalde çekingen bir ev hanımı olduğunu, siyâsî ve sosyal meselelere karışmaya meraklı olmadığını söylüyor.

Bir diğer şehid Halil KANTARCI; 28 Şubat sürecinde muhakeme edilmiş, 16 yaşında hapishaneye girip 25 yaşında çıkmış. Suçu kanunlara uygun bir şekilde kurulmuş mâneviyatçı bir derneğe üye olmak. Sonunda suçsuzluğu anlaşılıp beraat etmiş ama gençliğinin dokuz yılı medrese-i Yûsufiyyede geçmiş.

Sadece ev hanımları, esnaf ve işçiler değil, akademisyen Prof. Dr. İlhan VARANK da Vatan Caddesi’nde darbecilerin teslim olduğunu görünce çatışmanın devam ettiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi önüne koşuyor.

Maddiyatçılığın artık rûhu ve mânâyı ezip geçtiği bu çağda; avucunda kor saklar gibi yüreklerinde îman, teslîmiyet ve fedâkârlık hislerini taşımış insanların hâlâ var olduğunu gördük o gece…

Zaman zaman duyarız;

“Şehid olmak büyük bir nasip de asıl yakınlarına zor!” denilir. Ama bakıyorsunuz şehid yakınları zannettiğimiz gibi acılara gömülmüş değil. Aksine yakından şahit oldukları bu hâdise onları da olgunlaştırıyor.

Ölüm her zaman ibret vericidir. Rabbimiz bizi bu dünyaya birer birer getirip, birer birer öte âleme göçürüyor ki, bu yolculuk daima gündemimizde olsun.

İnsan, yakınlarından biri vefat ettiği zaman dünyada bir gariplik hisseder ve asıl vatanın ötelerde olduğunu daha sık düşünmeye başlar. Hele bir de halkımızın «sırasız ölüm» dediği gençlerin ölümü insana bu dünya hayatının hep beklendiği gibi gitmeyeceğini, göç vaktinin zannettiğimizden daha erken gelip çatabileceğini düşündürür. Eğer bir de aramızdan ayrılan kişi alelâde bir ölümle can vermemiş, ölümsüzlük sırrına kavuşmuşsa, hissettirdiği duygular bambaşkadır.

Şehid yakınlarından duyuyoruz ki, artık onlar da bedenen bu dünyada gibi görünseler de rûhen başka bir âlemdeler. Sanki şehidlerin ayak ucunda bitmeyen bir nöbet tutuyorlar. O güzel âkıbeti görünce heveslenip;

“Acaba bize de öyle bir son nasip olur mu? Bu dünya ayrılığından sonra ebedî âlemde kavuşabilecek miyiz?” diye çareler arayıp duruyorlar.

Bir şehid yakını, kolları arasında rûhunu teslim eden şehîde eşine karşı duyduğu gıpta hislerini;

“Son nefesinde kelime-i şahâdeti o kadar düzgün söyledi ki, bilmiyorum ben öyle düzgün söyleyebilecek miyim?” diyerek dile getiriyor.

Kısacası hâdiselerin zâhiri acı olsa da bâtını çok tatlı olabiliyor. Yeter ki bunlara gönül gözüyle bakabilelim. Yeter ki aklımızı şüphe ve vesveselerin seline teslim etmeyelim.

Ölüm bize çok yakın. Başörtüsü engeli yaşayan bir arkadaşımız vardı. Üniversite kapılarında ömrü geçiyordu. Kendisine kanser teşhisi konuldu. Ona diplomanın sorulmayacağı bir âleme, beklediğinden çok daha kısa zamanda göçtü, gitti. Eğer taviz verseydi, günahıyla gidecekti.

Yaşlı annesini bırakıp evlenemeyen bir kızcağız vardı. Bir sabah işe gitmek için yatağından kalkmış lavaboya girmiş, bir daha çıkamamış. Kızın annesi hâlâ yaşıyor, yardımlarla… Daha bir sürü hikâye… Ölüm kimseden izin almıyor, yaşa başa bakmıyor, sıra dinlemiyor. Asıl önemli olan neyin uğruna yaşıyoruz, neyin uğruna gerekirse ölebiliyoruz…

Ölmek, öldürmek mârifet olduğundan değil; güzel bir şekilde yaşamak, yaşatmak çok daha makbul. Peygamber Efendimiz;

“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, ancak karşılaştığınız vakit sabrediniz.” (Müslim 1741/19) buyurmuş. Belli sayıda savaşa mukabil; savaşa gerek bırakmadan netice almayı sağlayacak çok sayıda siyâsî teşebbüs, diplomatik temas ve antlaşma yapmış.

«Kahramanlık sergileyeyim, ganîmet elde edeyim, zafer kazanıp makam mevkiler elde edeyim…» gibi arzularla savaşmanın hiçbir mükâfatı yok. Ama mânâlı ve değerli bir hayat yaşamak için, şerefli ve âdil bir barışı kurmak için gerekli olduğu vakit ölümü göze almaktan da kaçınmamak gerekiyor.

İnsanlık tarihinin de; taptaze baharları, bereketli yazları, hüzünlü güzleri ve kasvetli kışları vardır. Son birkaç asırdır ümmetin üstüne bir kâbus gibi ağır imtihanlar çöktü. Sanki mü’minleri her yandan kötülükler kuşattı. Savaşlar, iç karışıklıklar, tefrikalar, fikrî buhranlar ve bilhassa gönül bulanıklıkları müslümanları bunaltıyor.

Allâh’ı inkârda ve kulluğa isyanda elebaşılık eden küfür öncüleri, bir sel misali önüne geleni kapıp götüren cereyanlar meydana getiriyor. Şeytanın tellâlları evlerin baş köşesine yerleşmiş, yirmi dört saat inkâra ve günaha çağırıyor. Sanki zamanın rûhu, şeytanın zehirli nefesinden hastalığa tutulmuş, küfür ve fısk u fücur azgınlaşmış, îmâna ve sâlih amellere galip gelmiş.

Kur’ân’ın mehcûr olduğu, Allâh’ın evlerinin garip kaldığı, bilgilerin kuru malûmat hâlinde okunup ezberlendiği ama hayata tesir edemediği puslu bir devir…

Ümmet-i Muhammed’in mazlum ve sahipsiz kaldığı, güçlü ve zengin kavimlerin elebaşılık ettiği küfür ve günah girdabına kapılmamak için çırpındığı bir fetret devri…

Üstelik ümmet arasında her türlü ifrat ve tefrit fikirleri yaygınlaşmış, ümmeti ıslah edenler ise tenhalara çekilmeye zorlanıyor.

Fakat bu manzaraya bakıp ye’se düşmeyen Allah dostları, Rabbiyle mîsâkını büsbütün unutmamış ruhlara uzanan yardım eli oldular. Onlar bu sisli, puslu dünya manzarası içinde; gönlümüzü nurlandırdılar, yolumuzu aydınlattılar. Hamdolsun kökünden kesilip yok edilmek istenen İslâm ağacı, sadece budanmışçasına taze filizler ile yeniden yeşermeye başladı.

Öte yandan İslâm âlemine müdahale eden dış mihraklar da hiçbir zaman vazgeçmedi ve vazgeçmeyecek. Çünkü kendileri de çok iyi biliyorlar ki bu toprakların insanı; fatihlerin, şehidlerin ve gazilerin neslindendir.

Her yolun öncüleri ve liderleri vardır. Meselâ; sahâbe-i kirâmın ilkleri, muhâcirler ve ensar, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın davetine uymakta öncü olup bunun çilesini çektikleri için, sonradan kendilerine uyanların sevabından da hisseler aldılar. Ancak onların cemaatine uyanların sevabından da bir şey eksilmez, onlar da uymanın sevabını alırlar. Çünkü Allah -zülcelâl- onların hakkında müjdeler vermektedir:

“es-Sabîkûn el-evvelûn (İslâm’a ilk uyan öncüler, ilkler, önden gidenler) muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş; onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. Allah; onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (et-Tevbe, 100)

Bize düşen bizden öncekilere uymak ve bizden sonrakilere uyulacak güzel bir yol bırakmak. Cennete doğru yürüyen bu kervanda, dâvâsına sâdıklarla beraber olmak…