MEVLÂ’YA…

YAZAR : Sami GÖKSÜN

İslâm’ın beş esasından biri hac ibâdetidir. Ramazân-ı şerîfi müteakip yavaş yavaş hac mevsimine girilir. Bu vesile ile hac yolculuğundan bahsedelim ve bir hâtıramızı paylaşalım:

Hac da zâhirî olarak bir yolculuk ve mekân değiştirmedir. Bu fizikî mânâda bir mekân değişikliği olduğu gibi aynı zamanda gönül dünyamızda gerçekleşen bir hicrettir. Cenâb-ı Hakk’a olan bir seyr u seferdir. Nefsin ve şeytanın saptırmalarından uzak, îmânımızın gereğini yerine getireceğimiz bir takvâ yolculuğudur. Bu yolculuğun sahibine de hacı denir.

Hacı bu kutlu yolculuğa çıkarken, kendisine maddî varlık bahşederek haccı farz kılan yüce Rabbimiz’e boyun bükmenin tatbikatını yaşar. Hem maddî mânâda bir hicret yaşar, hem de yaşayacağı bu yolculukta derinden hissetmesi gereken nûrun izini sürer. Böylece isminin başına da hacı kelimesi eklenir.

Bu insan; Peygamberimiz’in zamanında yaşayıp, O’nun dizinin dibine oturma bahtiyarlığına erememiş; O’nun mübârek lisânından dökülen cümleleri dinleyememiştir ancak; asırlar sonra, O’nun etrafa yaydığı mâneviyat ikliminden istifade etmeye çalışmaktadır. Mevsimi geldiğinde dünyanın dört bir yerinden hacı olmak niyetiyle bu yolculuğa çıkan insanlar, aslında kendi özlerini aramaktadırlar. Onlar iç dünyalarında açacakları mânevî alanların ve güzel koridorların peşindedirler.

Hacı; her türlü kul hakkından helâlleşerek çıktığı bu yolculukta, kendisine açılacak olan birçok sırrın hayatında meydana getireceği müsbet değişiklikleri fark ettikçe heyecanı artar, zaman zaman kendini başka âlemlerde hisseder. Âyet-i kerîmelerde ifade edildiği üzere Kur’ân âyetleri okunduğunda, îmânın artmasının ne mânâya geldiğini burada bizzat yaşar. Mahşeri hatırlatan sahnelerle, insanı bekleyen o günün ne kadar zor olduğunu görerek işin farkına varır. Kur’ân’ın gönlümüze, kalbimize konuşmayan âyetleri; bu yolculukta konuşmaya başlar. Önceleri duyamadığımız, hissedemediğimiz mânâlar dile gelir.

Hacı; Mekke’de ve Medine’de, şiddetli sıcakta ferahlatan bir esinti gibi vahyin gönlünü serinlettiğini hisseder.

Hacı; izar ve ridâ denen kefeni hatırlatan ihrama girerek, dünyevî makam ve rütbelerden arındığını görür, bütün insanların orada eşit seviyede olduğunun hissini yaşar. Yine ihrama girerek kirlerden ve kötülüklerden uzaklaşmaya karar verir.

Hacı, telbiye getirirken yüce Rabbimiz’e olan teslîmiyetini ifade eder. Bunu lisan ile söylerken, iç dünyasında bir sorgulamayı yaşar ve şöyle düşünür:

«Acaba bizler müslümanlar olarak gerçekten Allâh’a teslim olabildik mi? Yoksa bütün bu telbiyeler ve teslîmiyet nidâları, sözden öteye geçmeyen boş sözler mi? Rabbimiz’i ne zaman huşû ve tâzim ile anacağız? Dînimizin yaşanması ve yaşatılması için gayret gösterebiliyor muyuz? Birbirimize olan kardeşlik hukukunun icaplarını yerine getiriyor muyuz? «Esas hayat âhiret hayatıdır.» şuuruyla, ebedî güzellikler için mi, yoksa dünyevî ve geçici olanın peşinde mi sürükleniyoruz?»

İşte bu sorular ve bunun gibi birçok soru ve cevaplar, büyük huzûra hazırlanmanın düşünülmesini derinden temin eder. Böylece;

“Nereye gidiyorsunuz?” (et-Tekvîr, 26) ilâhî uyarısının insanı sarsıp salladığı bir zaman dilimi yaşanır.

Hacı; hep duyduğu ancak, o an itibarıyla yaşadığı «Kâbe’yi tavaf»tan çok büyük haz alır. Dünya gözüyle ilk kez gördüğü «Beytullâh»ın etrafındaki tavafta âdeta ayakları yerden kesilir. Kâbe’yi ilk gördüğünde yapılan duânın kabul edileceği anlayışı içinde, gözyaşlarıyla «Haceru’l-Esved»i selâmlayıp duâlar eder ve yaşayan bir ölü hissiyâtıyla tavafını tamamlar.

Hacı; Safâ ile Merve arasında sa‘yini yaparak, Hacer Anamız’ın oğlu İsmail ile yaşadığı hayatta kalma gayretine şahitlik eder.

Hacı; günü geldiğinde, haccın farzlarından olan «Arafat vakfesi»ni yapmak için çıktığı bu meydanda, âhireti kefen kıyafetiyle yaşamanın canlı şahidi olur. Anasından doğduğu günkü gibi temizlenmiş bir vaziyette «Müzdelife»ye dönüp bir kez daha vakfeye durur. Şeytanı taşlayıp bir fedâkârlık ibâdeti olan kurbanını keser.

Hacı; arınmışlığın vermiş olduğu huzur ile haccının farz tavafını da yapıp, isminin önüne hacı kelimesinin eklenmesini de hak etmiş olarak vazifesini bitirmiş olur. Kalan birkaç vazifeyi de yaptıktan sonra ya Medine’ye Efendimiz’i ziyarete yahut da memleketine döner.

1996 yılında böyle bir hac ibâdeti yaptıktan sonra Medine’ye gelmiştim. Burada yaşadığım şu hâdiseyi sizlerle paylaşmak isterim:

Hacılarımdan birisi millî eğitimde çalışmış ve emekli olmuş bir müdürdü. Müdür bey; inanç bakımından biraz zayıftı, buna mukabil eşi olan hanımefendi ise çok dindar birisiydi. Hanımefendinin gönlü Kâbe ateşiyle yanıp tutuşurken, bir gün beyefendiye bu niyetini açıklar. Beyefendi de hanımını çok sevmektedir. Müdür bey çok sevdiği hanımının bu isteğine;

“Hiç gidesim yok, ama senin hatırına bu yolculukta sana refakat edeyim. Hiç olmazsa gezer gelirim!” der.

Hac hazırlıklarımızı yapmaya başladık; seminerler devam ederken, bir gün hacılarımızla tanışıyoruz. Bu aile de benim grubuma düşmüş. Müdür bey geldi kendini tanıttı ve;

“Ben hanımın hatırına hacca gidiyorum, iyi bir yolculuk yapmayı dilerim.” dedi. Tabiî çok endişelenmiştim. Kendisi arzu ederek değil de hanımı için hacca giden bir insan?..

Hac yolculuğuna çıkarken beyefendiyle sıcak bir alâka kurmak nasip oldu. Güngörmüş, kültürlü birisiydi. Gösterdiğim bu sıcak ilgiden olacak çok bir sıkıntı çıkarmadı. Mekke-i Mükerreme’de hac vazifelerimizi beraber yaptık. Mekke’de kaldığımız süre içinde, zaman zaman akşamları otelimizdeki geniş lobide çay içer, sohbet ederdik. Mekke günlerimiz bitti Medine’ye geldik, otelimize yerleştik Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i ziyarete gideceğiz. Hanımlar kendi yerlerine geçtiler, biz erkekler «Bâbüsselâm»ın biraz gerisinde nasıl ziyaret yapılacağını anlatıp, içeriye o kapıda salevatlar okuyarak girdik. Çok müthiş bir heyecanla, sessiz bir şekilde Efendimiz’i selâmlamak üzere ağır ağır yürüyoruz. Tam huzûra geldik, selâmlamamızı yaptık, gözyaşlarıyla dışarıya çıktık. Hep müdür beyi merak ediyordum. Baktım, onun da gözleri yaşlıydı. Namazımızı kılıp otelimize servislerle geçtik. Akşam yemeğimizi yedik «biraz istirahat edelim» derken vazifeli odamızın kapısı tıklandı. Bir hocamız kapıyı açtı, bir baktık ki kapıdaki bizim müdür bey;

“–Müsaade var mı, biraz oturabilir miyiz?” dedi.

“–Buyur!” dedik içeriye girdi, selâm-kelâm derken, konuşmamızın yönü ziyarete geldi. Sordum;

“–Ziyareti nasıl buldunuz?”

Şöyle bir durdu, gözleri yaşardı ve başladı anlatmaya:

“–Ziyaret ettiğimiz yerden tam geçerken;

«Selâmı buraya vereceksiniz?» dediğinizde, selâma başladım. Ayağımın yerden kesildiğini hissettim, ama o ne hâldi öyle; oradan geçtiğimiz toplam müddet bir dakika ama ben orada bir ömürlük zevk aldım!” dedi ve başladı ağlamaya.

Bizim müdür bey ile Leylâ’dan Mevlâ’ya kavuşmanın huzuru içinde Medine günlerimizi tamamlayıp ülkemize döndük. Müdürüm hayatta ise; hayırlı ömürler diliyorum, emr-i Hak vâki olmuşsa, Rabbim’den rahmet diliyorum.

Yüce Rabbim cümle hac yolcularımıza böyle bir dönüş nasip eylesin. Âmîn…