HAK TERAZİSİ -2
(Şefaat Bahsi Etrafında Uzun Bir Tafsîlât İle Temel Bir Tâdilât)
NEREDEN ve NASIL BAKMALI?
Kıymetli yazarlarımızdan Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi, Erkam Yayınları’ndan çıkan «Bir Testi Su» isimli tasavvufî eserinde Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin mâneviyat yolunda nasıl yetiştiğine dair «el-Hadîkatü’l-Verdiyye» adlı eserde anlatılan bir kıssayı nakleder.
Buna göre;
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, yedi sene müddetle hastalıklı hayvanlara hizmet etti. Ayrıca saygı ve sadâkatle üstâdının köpeklerine de baktı. Bir gün o köpeklerden birinin yanında yaşadığı tefekkür derinliği sebebiyle kendisinde büyük bir hâl meydana geldi ve köpeğin sırtüstü yatıp ayaklarını göğe dikerek hazin hazin sesler çıkarıp inlemesine bakarak ondaki tesbih ve duâya; «âmîn» diyerek iştirak etti.
Yine;
Aynı günlerde bir başka hayvana rastladı. Onun yanında da farklı bir tefekkür derinliği içerisinde bir hâl yaşadı. Bunun üzerine onu şefaat vesilesi/Hak katında kulluğuna şahit olması ve ona muamelesinde güzel davranışını beyana vesile kılmayı murad etti. Onun da tesbih ve duâsına katılmak arzusuyla; «âmîn» dedi.
İşin temelinde kıssanın özeti ve mantığı bu.
Fakat;
Bunun hakkında Abdülaziz Bayındır’ın tuhaf bir yorumlama şekli ve garip bir itirazı var. Diyor ki:
“‒Köpeklerden yardım iste! Bu Müslümanlık mı? İyyake …diyorsun. İnsan, köpeğin hizmetini yapar mı? Büyük bir saâdet duyacaksın, demiş şeyhi… Köpek ayaklarını salladığı zaman duâ ediyormuş bu da âmîn diyormuş!
Köpek Allah’tan kurtaracak! Allah’tan daha güçlü olması lâzım. Bundan şefaat isteyeyim. Sanki köpek şefaat makamında…
Tövbe tövbe…
Şimdi nedir bu Allah aşkına ya?”
Ne olacak?
Hikmetini çözemediği için bilgiç aklında ve ağzında patlak veren bir anlayış ve ifade karmaşası. İncelikler etrafında meyvedar olan kelimeleri lügat kuruluğu ile değerlendirip de kullanışlarındaki duruluğu çalkantıya dönüştürmek için kendinde yaşadığı ve kendi ürettiği çarpıtmalara dayalı bir keşmekeş.
Hâlbuki, insan da;
MAHLÛKAT DA O’NUN SANATI
Bütün varlıkları yaratan Hazret-i Allah’tır. Bir karınca, belki çok küçüktür ama Kādir-i Mutlak olan Hazret-i Allâh’ın her varlıkta olduğu gibi ondaki sanatı ve kudreti de çok büyüktür. Her yaratılan, ancak O’nun kudret nişânesidir. Bu itibarla da her varlık, yüce Allâh’ı her an hamd ile tesbih eder ve daima duâ hâlindedir. Bunun böyle olduğunu söyleyen ise, bizzat Cenâb-ı Allah’tır:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
“(Bilesiniz ki);
•Yedi gök,
•Yeryüzü ve
•Bunlarda bulunan ne varsa, O’nu tesbih eder.
(Ey İnsanlar!)
‒O’NU HAMD İLE TESBİH ETMEYEN HİÇBİR ŞEY YOKTUR.
‒Şu var ki siz, onların tesbihini anlamıyorsunuz.
‒O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ, 44)
Âyet çok net:
Yer-gök ve içindeki her şey, Allâh’ı hamd ile, övgü ile tesbih ediyor.
Yani;
Her varlık, şuur içinde O’nun kusursuz ve sübhân olduğunu söylüyor. Yer-gökte, hareketli hareketsiz, bütün varlıklar O’nu anlatıyor. Sayısız mahlûkat, sayısız lisan ile Allâh’a hamd ediyor, övgüler içinde O’nu tesbih ediyor.
Tesbih?
Sübhâne sırrı içinde zikretmek.
SÜBHÂNE SIRRI;
Her türlü noksanlıklardan tenzih ederek, O’nu ancak O’nun şânına uygun bir idrâk içinde Allâh’ı zikir.
O hâlde;
Bir taş bile, bir böcek bile, bir köpek bile Cenâb-ı Hakk’ı bütün noksan sıfatlardan ve acziyet ifade eden kusurlardan uzak, berî ve münezzeh olduğunun idrâki içinde zikrediyor. Yani en basit varlığın bile Allâh’ı bilişi ve zikredişi, «sübhâne sırrı» içinde O’nu en kusursuz olarak ifade ediştir.
Böylece her varlık;
Kendi çaplarının yetersizliği, azlığı veya çokluğu, ya da yokluğuna göre birbirinden çok farklı anlayışlar içinde bir zikir değil, «sübhâne sırrı» içinde Hakk’ın şânına muvafık şekilde bir tesbih ediş gerçekleştirmiş olmaktadır. Kâinatı böyle tanzim eden yüce kudret, ne muhteşem bir yüceliğe sahip!
Bir otun zikredişinde bile;
Her türlü noksanlıklardan Cenâb-ı Hakk’ı tenzih ederek bunu edâ etmek var. Bir tozun da, bir dağın da. Bir kedinin ve köpeğin de, bülbülün ve gülün de.
Bu itibarla;
Varlıklar hangi seviyede olursa olsunlar, zikirleri en yüce vasıfta olmaktadır. Her varlığı böyle bir hikmet ve mahiyette yaratan Allah, bu muazzam ve engin hakikati insanoğlunun da bilhassa fark edip görmesini isteyerek buyurur:
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالطَّيْرُ صَٓافَّاتٍۜ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْب۪يحَهُۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
“(Ey insanoğlu);
•Göklerdekiler ve yeryüzündekilerle,
•Dizi dizi (kanat çırparak uçan) kuşların,
•Allâh’ı TESBİH ETTİKLERİNİ GÖRMEZ MİSİN?
Her biri;
•DUÂSINI VE
•TESBİHİNİ,
•KESİN OLARAK BİLMEKTEDİR.
Allah (bu şekilde);
Onların (da) yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir.” (en-Nûr, 41)
Yani;
Hayvanlar da dâhil tüm varlıklarda;
•Şuurlu bir hamd, övgü,
•Şuurlu bir tesbih ve
•Şuurlu bir duâ hâli mevcut.
Ne karınca bunun dışında, ne köpek, ne de başka bir varlık. Hepsi bu ilâhî gerçeğin içinde. Üstelik Rabbimiz, insanoğluna özellikle soruyor;
«-GÖRMEZ MİSİN?»
Bu gerçeği ille bir şekilde görmemizi, düşünmemizi ve gerekli hisseyi de almamızı istiyor.
İşte;
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin idrak ettiği bir fermân-ı ilâhî bu. O mübârek zat, bu ilâhî fermânın maksadını doğru anlamış, tefekkür içinde derinleşmiş ve fark edip görmüş. Sonra da Cenâb-ı Hakk’ın beyanıyla sabit olan duâya da iştirak edip «âmîn» demiş.
Ne var bunda?
Âyette bahsedilen hakikati fark etmek neticesinde, bir varlığın dıştan basit görünmesine değil de yaratanın büyük kudretine bakarak gönlü ihtiramla doldurmayı çarpıtmanın ne mantığı var! Bir kimsenin sanatını, üstelik zorlama yorumlarla hor görmek, sanatkâra sıçramaz mı? Yazılmış bir hattı eleştirmek, aslında onu yazana karşı bir tenkit değil midir? Bir köpeği hor görmek bundan başka bir şey mi? Allâh’ın yarattığı ve nasıl bir hâl içinde olduklarını da âyetlerde bahsettiği herhangi bir varlığı ilâhî beyana zıt şekilde tahkir ve küçümseme, yaratana karşı bir gaflet değil de nedir?
Gelelim bir köpeğin şefaat makamında olup olmadığı tartışmasına.
Önce şu eğriltmeyi doğrultalım:
Şefaat kelimesi, kullanım itibarıyla tek değil, birkaç yönlüdür. Onu tutup da; «Allâh’ın mahkûm ettiğini kurtaracak makam ve yetki kullanışı» gibi bir yorumun içine hapsetmek ve bastıra bastıra sade böyle anlaşılmasını istemek, dil ve lisan itibarıyla biraz fazlaca dengesizlik ve isabetsizlik olur. Bir ağaca bile tek tip mânâ vermeye kalksanız, onunla ilgili bütün anlayışlar birbirine girer. Hiçbir şeyi doğru anlatamazsınız. Çünkü ceviz ağacı başka, vişne ağacı başka, armut ağacı başka. Ağaç kelimesinin beraber anıldığı her farklı ifade, birbirinden tamamen farklı meyveleri, yapıları ve gerçekleri ortaya koyar. Saymaya hâcet yok. Bütün bunları görmeyip; «Benim ağaçtan anladığım sadece armut!» yaklaşımı içinde olunursa, onun hâlini ancak kendi kullandığı bu kelime anlatır.
İŞİN DOĞRUSU;
Kullanış kastına göre anlayış hakikatini kaçırmamak lâzım. Yüce Allah, meselâ «âyet» kelimesini, «zikr» kelimesini, «salât» kelimesini her yerde aynı mânâda mı kullanıyor? Hayır, yerine göre ve birbirinden farklı mânâlarda kullanıyor. Bu farklılıkları görmeden tek tip ifadeye bütün bir anlayışı sıkıştırmak, lisân-ı ilâhîyi beşerden daha cılız bir kapasitede vehmetmek olur. Halbuki maharet, bazen bir kelimede sayısız mânâlar zuhur ettirmektir.
Dolayısıyla;
Şefaat kelimesi, tıpkı ağaç kelimesi gibi, hem özel mânâda farklı, hem genel mânâda farklı bir muhtevâya sahiptir. Özelde ulvî bir mânâ çerçevesinde Hazret-i Peygamber’in mahşerdeki şefâat-i uzmâsı kastedilirken genelde ise beşerî kullanım çeşitliliğine göre muhtelif mânâlara sahiptir. Meselâ halk arasında yaygın bir tabir olarak;
«‒Bu işte falana şefaatçi olur musun?» denilir.
MAKSAT;
Gücünün yetmediği bir kudrete karşı daha üstün bir kuvvet ortaya koyarak falanı kurtarmak değildir. Sadece hakkında güzel bir şahitlik ve tezkiyede bulunarak onun faydasına olumlu bir katkı sağlamaya çalışmaktır. Bu da, hayırlı bir hususta ise ecre vesile, kötü bir hususta ise günaha sebeptir.
Şefaatin bu mealdeki kullanımı, âyet-i kerîme ile de sabittir:
مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَص۪يبٌ مِنْهَاۚ وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُق۪يتًا
“(Ey Rasûlüm, de ki):
•Kim güzel bir (işte) şefaatçi olursa, onun da ondan bir nasibi olur.
•Kim kötü bir işe şefaatçi olursa, onun da ondan bir payı olur.
‒Allah,
‒Her şeyin karşılığını vericidir.” (en-Nisâ, 85)
Burada;
Şefaatin «güzel» ve «kötü» olarak ikiye ayrılmasının yanında, güzel olanının da genel kullanım itibarıyla iki temel özelliği vardır:
1. Faydalı bir şahitlik,
2. Sevap için vesile.
Şimdi şunu soralım;
Kur’ân-ı Kerim’de beyan edildiği üzere, her şey bizimle alâkalı olarak bir şahitlikte bulunmayacak mı? Peki, bu şahitliğin müsbet ve faydalı olmasını hedeflemek, yanlış mı? Yine her şey, bizim onlarla olan ahvâlimize ve tavırlarımıza göre ya sevap vesilesi ya da günah sebebi değil mi?
Öyleyse;
Bir köpek de, affımız için geçerli vesilelerden biri olmuyor mu?
Kalkıp da;
«Bir köpek, nasıl af vesilesi olabilir?» denilebilir mi?
Kimse bilgiçlik yaparak iş karıştırmasın. Diyoruz ki:
AFFEDEN DEĞİL, AFFA VESİLE…
Yani affın gerçekleşmesine medar olan davranışlar ve tefekkürler itibarıyla, bir köpek de, bal gibi vesiledir, bir başka varlık da. Bir kere, insandaki tefekkür ufku, her varlığı ilâhî sanatın bir hârikası olarak görebildiği nisbetle kemâle erer. Sonra, varlıklara olan vazifesini sevgi, şefkat ve merhametle yerine getirmesinde her mü’min kimseye, kendisinin affına zemin teşkil edecek bir sevap her zaman mevzubahistir.
Hazret-i Peygamber buyuruyor:
“‒Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu ve içine indi; su alıp dışarı çıktı. Bir de ne görsün, bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. Adam kendi kendine; «Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip hemen kuyuya indi, mestini su ile doldurdu ve mesti ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Onun bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnut oldu ve adamı bağışladı.”
Sahâbîler:
“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı?” dediler.
Rasûl-i Ekrem;
“‒HER CANLI SEBEBİYLE SEVAP VARDIR!” buyurdu. (Buhârî, Müsâkāt, 9, Mezâlim, 23, Edeb, 27; Müslim, Selâm, 153. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd, 44; İbn-i Mâce, Edeb, 8)
Sevap olduğu gibi günah da mevzubahistir tabiî. Her canlıdan ötürü, hattâ;
KÖPEK ve KEDİ YÜZÜNDEN
Buhârî ve Müslim’de şöyle bir rivâyet daha vardır:
“Susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek, bir kuyunun etrafında dolaşıp duruyordu. İsrailoğullarından fâhişe bir kadın onu gördü; hemen çizmesini çıkardı ve onunla köpek için kuyudan su çekerek onu suladı. Bu yüzden o kadın bağışlandı.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 155)
Yine Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
“Bir kadın ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâba dûçâr oldu ve bu sebeple cehenneme girdi. Hayvanı hapsettiğinde ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkân vermemişti.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 151, 152, Birr, 133, 134)
Hadislerdeki olumlu ve olumsuz değerlendirmeler, ancak mü’min olan kimseler hakkında takdir edilen ilâhî muameleleri göstermektedir. Bilhassa cehennemden bir köpek vesilesiyle kurtuluş meselesi, kâfirler hakkında zerre kadar ihtimal dairesinde değildir. Onlara hiçbir vesile de şefaat de kesinlikle yoktur. Fakat onlara yok diye bunu mü’minler için de yokmuş gibi anlamak ve anlatmaya çalışmak da hakikaten cehaletten başka bir şey değil.
Burada doğru tahlil çok mühim.
O da, sağa sola çekerek bilgiç keyiflere göre çarpıtmak değil, ancak var olanı berrak bir şekilde tespit ile net ifade etmektir. Buna göre;
Hadîs-i şeriflerde bahsedilen af meselesinde, bağışlayan veya azap eden bir köpek vurgusu yok. Herkesin çok rahat anlayacağı üzere köpek, kendisiyle alâkalı bir sevabın işlenmesi hasebiyle o affın tecellîsine sadece bir sebep ve vesile olarak dile getiriliyor. Af sahibi, her zaman tek ve hep O. Hazret-i Allah.
Ama Allah da;
Durduk yerde affetmiyor insanı. Bakıyor nasıl ameller işledi, neler yaptı, nasıl tevbe etti, daima tesbih hâlindeki mahlûkata nasıl davrandı, insanlarla muameleleri nasıl oldu vesaire! Bu noktada hayatımızdaki her şey ve herkes, bizim cehennemden kurtuluşumuz için Hak katında yapılan ilâhî değerlendirmenin doğrudan doğruya içinde yer alıyor.
Yani yüce Mevlâ, kullarından sâdır olan doğru veya eğri davranışlara göre bağışlıyor veya bağışlamıyor. Bu davranışlar, gerek bir köpekle ilgili de olsa, durum aynı.
Zaten;
Bir insanın ebedî kurtuluşu da; inanç ile amelleri, yani itikadınca yaptıkları ve yaşadıklarına göre değil mi? Bir köpeğe muamelesi de, yaptıklarının ve yaşadıklarının dışında kalmadığına göre?
Hiçbir bilgiç ağzı;
“‒İnsan, köpeğin hizmetini yapar mı?” diyemez.
“‒Köpek Allah’tan kurtaracak! Allah’tan daha güçlü olması lâzım.” diyemez.
Yahu;
Bir kul, Allah tarafından kesin cehennemlik diye tescillenmiş de, bir köpek de, tutup onu hâşâ Allâh’ın elinden kurtarıyor diye bir formül ve anlayış yok ki! Ne köpek, ne bir başka varlık, hattâ ne de insan, mutlak cehennemlik olduğu Allah’tan hükümlü bir kimseyi, -hâşâ- Allâh’ın elinden kurtarıp da ateşten çıkarma yetkisine sahip değil. Lâkin yüce Allah, insanı, gerek insanlarla gerekse diğer mahlûkat ile irtibatlarında ortaya çıkan ilâhî rızâya muvafık olan bir davranış, tefekkür ve güzel hâlleri dolayısıyla dilerse affa mazhar ediyor. Kim «edemezsin» diyebilir?
Bu itibarla;
Böyle bir çerçevede köpeğin affedilmemize bir yardımı dokunmuş olması da, affımıza bir şefaatçi gibi bir sebep oluşturması da gayet normaldir. Lâkin vesile değil de, gayenin bir tanrı vasfında kendisi olarak telâkki edilirse, işte o zaman bu bir şirk olur. Yoksa vasıta ve vesile mesabesinde hiçbir zaman şirkten bahsedilemez. Bilâkis onunla alâkalı fazîletli davranışlarımız ve güzel hâllerimizin lutf-i Mevlâ olarak bize hâsıl edeceği hayırlı şahitlik ve sevap dolayısıyla Hak katında af ve rahmet sebebidir.
Bu, hepimizi kuşatan bir «sünnetullah»tır.
Malûm;
İçtiğimiz su, yaşamak için kesin lâzım bir vasıta. Fakat bizi;
YAŞATAN SU MU, ALLAH MI?
Elbette Allah. Öyleyse su içmek, yani o yaşama sebebimize sarılmak, Allâh’ı hiçe saymak mı, yoksa nimetlerini idrak ile şükre sarılmaya basamak mı? İşte her varlıkla muamele noktamızda böyle bir ilâhî tefekkür noktası, hikmet penceresi ve davranış değerlendirmesi aynı şekilde mutlaka var. Vasıtasız hiç kimse yaşayamaz! Susuz, ekmeksiz ve nefessiz kim yaşayabilir? Bu vesilelere sarılarak yaşıyoruz diye şirke mi düşmüş oluyoruz? Kafa karışıklığı üretmek için çatlamaya gerek yok. Ölçü belli:
Dünyamızda her şey ve varlık, kendi çerçevesinde bir vasıta olarak daima hak ve hidâyetin tam içinde mevcuttur ve gereklidir. Ancak o vasıtalar, bu gerçeğinden çıkarılıp da tanrı diye bir gaye hâline getirilirse dalâlettir.
Yoksa;
Bir köpeğin merhametimizi tetiklemesi, tefekkürümüzü derinleştirmesi ve hattâ affımıza sebep olması, hadislerde de görüldüğü üzere tamamen makul bir husus. İtikadı bozucu değil bilâkis hikmetleri itibarıyla îman ve irfanı destekleyici bir özelliğe sahip. Asıl, ona hor bakışlar ortaya koymak, insanın merhamet ve tefekküründe bozulmuşluk alâmeti sergiler. Yahu, yaralı bir köpeğe bakıp yardım etmemek, onu, ilâhî beyanlara zıt bir nazarla hor bir varlık olarak görüp de yüce tefekkürün dışına atmak, insana hangi doğruluğu kazandırır?
Burada Bayındır’ın en büyük yanlışı;
Haklı bir endişeye sarılıp da haksız bir değerlendirme üretmesi. Şirk bahsinde hassasiyet ve endişeli davranmak, haklı bir yaklaşım elbette. Ama bunu hareket noktası yaptıktan sonra, yani; «Nasılsa gerekçem doğru!» diyerek keyfince yalan-yanlış ve tuhaf her türlü mantıklar üretme ve kelimelerle istediği gibi oynama hakkı elde etmiş olduğunu zannetmek, işte hiç olmayacak şey.
Yok böyle bir formül.
Yahu köpeğin yardımı, «iyyâke» ye ters olur mu? Yığınla incelikleri bir kenara koyup zâhir itibarıyla bile sıradan bir çobana sor bakalım:
‒Köpekler insana nasıl yardımcı oluyor, o anlatsın sana.
Şimdi bu;
Yardımı Allah’tan başkasından istemek midir?
Yahu;
Sana yardım etsin diye köpeği yaratıp senin yanına koyan kim? Zaten Allâh’ın bizlere yardım etmesi bu şekilde değil mi? O bize, sıhhatimizi de doktor eliyle vermiyor mu? Yoksa doktora giden her hasta, yardımı Allah’tan değil de doktordan mı istemiş oluyor?
Maalesef;
Bilgiç ağızlar suyu boşuna bulandırmaya uğraşıyor. Eğer iddia ettiklerine göre bir hayat tanzim etseler, işin sonunda içecek bir yudum su bulamazlar.
Bir kere;
NASIL BİR ÂLEMDEYİZ?
İçinde yaşadığımız âlemin ilâhî tanzimine, şeytan sazını bırakıp da temiz bir gözle baksak, her şey yerli yerine oturacak. Neler var yaşadığımız âlemde:
‒İnsanlar,
‒Hayvanlar,
‒Bitkiler,
‒Hareketsiz cisimler.
Bütün bunlarla iç içeyiz. Hayat denilen hakikat; bizim onlarla, onların da bizimle harman olmasından ibaret. Allah böyle tanzim eylemiş. Her biri, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir sanatı. Bambaşka sırlar ve hikmetlerle dolu. Bu hikmet ve sırları varlıklardan misaller ile dile getiren de bizzat Hazret-i Allah. İşte Rabbimiz’in anlattığı mânidar bir tablo:
Hazret-i Süleyman ve ordusu, karınca vadisinden geçerken;
“(Karıncaların reisi dedi ki):
–Ey karıncalar!
‒Yuvalarınıza girin;
‒Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!
‒Hazret-i Süleyman’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır;
‒Çiğnenirsiniz!
‒Yuvalarınıza çekilin!” (Bkz. en-Neml, 17-18)
Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla hayvanâtın lisânını da bilen Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- bu sözleri duydu, tebessüm etti, onların kendinde bıraktığı bir hissiyat ile Allâh’a duâ etti:
“Süleyman, onun bu sözüne tebessüm etti ve dedi ki: «‒Ey Rabbim! Beni; bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve râzı olacağın sâlih ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle sâlih kullarının arasına dâhil eyle!»” (en-Neml, 19)
Buna kim ne diyebilir?
Biri çıkıp da;
“‒Olacak şey mi, karıncadan hissiyat alıp gülmek, o hissiyat ile Allâh’a duâ ediş, ne mantık? Bir hayvan, insana böyle duygular verir mi?” derse, ne denir ona?
Bir başka hatırlatma da Peygamber Efendimiz’den. Buyuruyor ki:
“Geceleyin horozun ötüşünü duyarsanız Allâh’ın fazl u kereminden isteyin; zira o bir melek görmüştür. Geceleyin eşeğin anırmasını işitirseniz Allâh’a sığının; zira o bir şeytan görmüştür.” (Müsned-i Ahmed, 8064; Buhârî, 3303; Müslim, 2729; Ebû Dâvud, 5102)
Hepsinde ayrı bir sır var. Her varlık bin bir hakikate ayna. Nitekim yüce Allah, Hazret-i İbrahim’e de onun kalbinin tatmin olması için ölüleri nasıl dirilttiği hakikatini kuşlar üzerinden göstermiştir:
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اَرِن۪ي كَيْفَ تُحْيِ الْمَوْتٰىۜ قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْۜ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْب۪يۜ قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَاْت۪ينَكَ سَعْيًاۜ وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟
“Hani,
İbrahim demişti ya:
‒Ey Rabbim!
‒Bana, ölüleri nasıl dirilttiğini göster!
Allah sordu:
‒Yoksa inanmadın mı?
İbrahim cevap verdi:
‒Elbette inandım, fakat,
‒Kalbimin mutmain olması için…
Bunun üzerine Allah buyurdu:
‒Öyleyse dört tane kuş yakala!
‒Onları kendine alıştır!
‒Sonra onları (kesip) parçala!
‒Sonra her parçayı bir dağın üzerine bırak!
‒Sonra da onları çağır!
‒Uçarak sana gelecekler!
‒Bil ki;
•Elbette Allah,
•Mutlak güç sahibidir,
•Hüküm ve hikmet sahibidir…” (el-Bakara, 260)
Başkalarına olmayacak şey gibi gelen hususlar, murâd-ı ilâhî devreye girince nasıl oluyormuş işte en güzel misal. Ayrı bir tefekkür vesilesi:
وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَۜ اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ غَفُورٌ
“(Ey akıl sahipleri!)
‒İnsanlardan,
‒Hayvanlardan ve
‒Davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var.
‒Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (hakkıyla) korkar.
•Şüphesiz Allah,
•Daima üstündür,
•Çok bağışlayandır.” (Fâtır, 28)
Âyette Cenâb-ı Hak;
•İnsanların,
•Hayvanların ve
•Davarların türlü renklerine ve bir bakıma tecellîlerine de dikkat çekerek;
Kulları içinde ancak gerçek âlimlerin Allah’tan hakkıyla korktuklarını ifade buyurmaktadır. Demek ki gerçek âlim, insanların, hayvanların ve davarların türlü renklerini ve onlardaki farklı tecellîleri idrak ile hakkıyla Allah korkusuna sahip olabilen kimse. Bu irfanın dışında kalem oynatan bilgiçlikler, demek ki, insanı Allah katında âlim yapmıyor, gafil yapıyor. Bunu görmeyen bilgiç tipler, belki hakikatsiz akademik ortamlardaki ilim anlayışlarının muhtelif markalarını alabilirler, fakat Allah nazarında cehâlet mührüne muhatap olanlar için o markaların ne kıymeti kalır? Hiç!
Hâsılı Yüce Allah;
İlim bahsinde kullarından ince bir irfan istiyor. Bunun için, yine varlıklar etrafında bize tefekkür ve hakikat penceresi olarak şu gerçeği de açıkça beyan ediyor:
َلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَٓابُّ وَكَث۪يرٌ مِنَ النَّاسِۜ وَكَث۪يرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُۜ وَمَنْ يُهِنِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍۜ اِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ
“GÖRMEZ MİSİN Kİ;
‒GÖKLERDE OLANLAR VE
‒YERDE OLANLAR;
•GÜNEŞ,
•AY,
•YILDIZLAR,
•DAĞLAR,
•AĞAÇLAR,
•HAYVANLAR VE
•İNSANLARIN BİRÇOĞU;
«ALLÂH’A SECDE EDİYOR!»
•Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur.
•Allah, eğer kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur.
‒Şüphesiz Allah dilediğini yapar.” (el-Hac, 18)
Allah Teâlâ’nın;
«Görmez misin ki…» diyerek söylemesi, onların hepsindeki kulluk ve secdeyi idrak ve bu hususta derin tefekkür ile Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve saltanatını, yücelik ve kudretini anlamayı telkindir.
O ne yüce bir kudret ki;
•Gökte ne varsa secde ediyor.
•Yerde ne varsa secde ediyor.
•Güneş secde ediyor.
•Ay secde ediyor.
•Yıldızlar secde ediyor.
•Dağlar secde ediyor.
•Ağaçlar secde ediyor.
•Hayvanlar secde ediyor.
•İnsanların birçoğu secde ediyor.
Burada;
Mevzumuz münasebetiyle dikkat çeken bir husus da, hayvanların da secde ettiği. Niye söylüyor Allah bunu? Onları horlamayın, onlardaki secde hakikatini görün, diye. Her şeyde aynı Allâh’a secde ediş ve farklı bir beraberlik var. Cenâb-ı Hak, kullarından bu şuuru ve bu idraki istiyor. Her varlığın aynı Allâh’a secde hâlinde olması;
Ne muhteşem bir hakikat ve ne muazzam bir tablodur!
Hakikat bariz:
Bir köpeğin ettiği secde ile insanın ettiği secde aynı kudrete. Bunu idrak etmek, köpeğe ululuk izâfe etmek değil, aksine Hakk’ın yüceliğine şahâdettir. Çünkü hayvanâtın da secde ettiğini, duâ ettiğini ve Allâh’ı överek tesbih ettiğini net bir şekilde söyleyen Hazret-i Hâlık Teâlâ’nın bizzat kendisi.
Elbette;
Bir kişiyi bir şahsın övmesi başka, bin şahsın övmesi başka, her varlığın övmesi başkadır. Bu durumda her varlıktaki ilâhî secdeyi görüp de Allâh’a secde eden, yönelen kimsenin tevhidi de bir başkadır elbette. İşte asıl o tevhid, her türlü şirkten tamamen âzâde olmuş, bambaşka bir kıvam kazanmıştır. Bunun için Cenâb-ı Hak, o secdelerin tamamını fark edip görmeyi istediğindendir ki;
«Görmez misin?» diye bir vurguyla söylüyor.
O HÂLDE;
Allâh’ın bahsettiği secde-i hayvanatta hiç dalâlet aranır mı?
Onların vesvesesiz, tertemiz ve Hakk’ın kabul ettiği secdesine hayran kalarak bunu kendi kalbine bir yardım görmek abes olur mu?
Evet;
Hayvanların secdesi, insanların secde duygusuna bir yardımdır. Bu hâli kendisi için bir yol göstericiliği olarak görmek, şuurdur. Çünkü;
Maksat, Allah’tır.
Secde Allâh’adır.
Eğer köpeğe olsaydı, ancak o zaman başka türlü konuşulabilirdi.
Mesele, hangi mevzu olursa olsun, bir kalbin, tamamıyla Allâh’a yönelmesi, Allah ile beraber olması, O’nun rızâsını araması. Tefekküründe, idrâkinde hep O’nu bulması. Dağda, taşta, bayırda, yerde-gökte, kurtta, kuşta, nebâtatta, hayvanatta hep O’nun sanatını seyredip de Hakk’a ilticâ etmesi.
Yani kalp, Allâh’a tam bir yöneliş hâlindeyse sıradan şeyler bile buna vesile olur. Ârif insan basit bir çekicin sesinde bile son derece değerli bir zikri, «Allah Allah» deyişi idrâk eder.
Fakat;
Eğer bir gönül, bütün bilgiçliğine rağmen Allah’tan kopuk vaziyette ise, namaz bile kılsa hiçbir idrake de sevaba da nâil olamaz. İlâhî beyan yine çok açık:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki…” (el-Mâûn, 4)
Her işin doğrusunu Cenâb-ı Mevlâ’nın Hak terazisine doğru şekilde arz ederek irfan ile anlamak lâzım. Kimi hayvanâtın zikrine dâhil olup tevhidin zirvesine ulaşır da, kimisi de kelime-i şahâdet bile getirirken boylu boyunca şirke batar.
Şu misal, ne kadar mânidar:
Bir kişi kalabalık bir toplulukta coşku içinde kelime-i şahâdet getirmişti. Orada bulunan ehl-i basîret bir kimse, sessizce yanına yaklaştı ve hafifçe îkaz etti:
‒Efendi, bu şahâdetten dolayı;
TEVBE ETMELİSİN!
Adamcağız ilk önce itiraza yeltendi:
‒Ne yani, kelime-i şahâdet getirdim diye günah mı işledim?
Bunun üzerine o ehl-i basîret, mecburen daha açık konuştu:
‒Kalbindeki hâli elbette en iyi ancak Allah bilir. Fakat sen de şunu iyi bilesin ki, kelime-i şahâdet, sadece Allâh’ı yüceltmek içindir. Oysa sen burada, herkesin seni görmesi; «Bakın ben de buradayım, haberiniz olsun, biraz farkımda olun!» kabîlinden, yüksek öksürük şeklinde ve dolayısıyla kendi ağırlığını ve kendi benliğini hissettirmek için kelime-i şahâdet getirdin. Yani kendini yüceltmek için kullandın bu mübârek şahâdeti. Tevbe gerekmez mi?
Beriki bu ince hakikat karşısında boynunu eğdi:
‒Doğru ey basîretli insan, hakikaten buna tevbe gerekir. Maalesef, ben, bunu hep yapıyordum, ama hiç işin bu yönünü düşünmüyordum. Şükür ki, fark etmeme vesile oldun; merhametli Rabbim beni affeylesin, senden de ebedî râzı olsun…
İŞTE EN PÜF NOKTA!
Hakikaten;
İnsan, gafil olunca, kelime-i şahâdetle bile ve hattâ namazla bile Hak’tan uzaklaşabiliyor. Ârif olunca ise, o zaman da her vesileyle Hakk’a yaklaşıyor. Hele ki, şahâdet ve namazla, nice mîraçlar yaşıyor.
Bilgiçler de maalesef, kelimelerle topaç çeviriyor.
Güya şirk titizliği gösterip de varlıkları, insanın tefekkür ve tehassüsünün dışında tutmaya kalkışıyor. Herhâlde Kur’ân’ı bir bütün olarak okumuyorlar ya da kendilerince dar bir anlayış oluşturup orada boğuluyorlar. Lâkin Allah bakın ne buyuruyor:
وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ ﴿68﴾ ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًاۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿69﴾
“(Ey Rasûlüm!)
•Senin Rabbin,
•Bal arısına
•Şöyle vahyetti:
‒Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan
‒Kendine evler (kovanlar) edin!
‒Sonra meyvelerin her birinden ye ve
‒Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir!
•Onların (arıların) karınlarından
•Renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki,
•Onda insanlar için şifâ vardır.
‒Bunda, elbette
‒Düşünen bir kavim için
‒Büyük bir ibret vardır.” (en-Nahl, 68-69)
Şimdi;
Bir bilgiç ağzından konuşulsa da;
“‒Tövbe tövbe, yahu bir hayvana vahiy gelir mi? Bu nasıl iştir?” denilse, isabet olur mu?
“‒Ama Allah vayhettiğini söylüyor!”
“‒Canım Allah burada «vahiy» kelimesini kullanıyor, ama bir peygambere gelen vahiy gibi değil bu.”
Demek ki;
Aynı kelimeyi farklı hakikatiyle tefrik etme mecburiyeti var. Yoksa arılar, kendi kendine o müthiş sanatı nereden bilecekti? Şimdi insanın bu esrâr-ı ilâhîde derinleşmesi, irfan mıdır şirk mi?
Kur’ân-ı Kerim’de altı sûrenin isminin hayvanâta ait olması, bu hususta insanoğlunun mahlûkata bakış açısı itibarıyla nasıl bir tefekkür içinde bulunması gerektiğine işaret değil mi?
İşte o sûreler:
a) 2’nci sûre; «el-Bakara»
b) 6’ncı sûre; «el-En‘âm»
c) 16’ncı sûre; «en-Nahl»
d) 29’uncu sûre; «el-Ankebût»
e) 100’üncü sûre; «el-Âdiyât»
f) 105’inci sûre; «el-Fîl»
Ayrıca Kur’ân’ın bütününde geçen çeşitli mahlûkat isimleri de mevcut.
Ashâb-ı Kehf’in köpeği.
Sâdî Şîrâzî der ki:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı; nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Hazret-i Nuh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından, cehenneme dûçâr oldular.”
Sonra;
HAZRET-İ SÂLİH’İN DEVESİ
Hem lütuf hem de bir imtihan olarak bahsediliyor Kur’ân’da:
وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًاۢ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْۜ هٰذِه۪ نَاقَةُ اللّٰهِ لَكُمْ اٰيَةً فَذَرُوهَا تَاْكُلْ ف۪ٓي اَرْضِ اللّٰهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَاْخُذَكُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
“Semud milletine de,
•Kardeşleri Sâlih’i gönderdik.
Dedi ki:
‒Ey milletim!
‒Allâh’a kulluk edin,
‒O’ndan başka ilâhınız yoktur.
‒Rabbinizden size,
‒Bir de belge/delil geldi:
•Allâh’ın bu dişi devesi!
•Size bir delildir,
•Onu bırakın da Allâh’ın toprağında otlasın;
•Ona kötülük etmeyin,
•Yoksa can yakıcı azâba uğrarsınız.” (el-A‘râf, 73)
قَالَ الْمَلَاُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِمَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ اَتَعْلَمُونَ اَنَّ صَالِحًا مُرْسَلٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قَالُٓوا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلَ بِه۪ مُؤْمِنُونَ
“(Fakat);
•Milletinin,
•Büyüklük taslayan ileri gelenleri,
•Aralarından îmân eden ve
•Bu sebeple hor gördükleri kimselere
Şöyle dediler:
‒Sâlih’in Rabbi tarafından gönderildiğini
‒Sahiden biliyor musunuz?”
Onlar da şu karşılığı verdi:
‒Doğrusu biz,
‒Onunla gönderilene
‒İnanıyoruz!” (el-A‘râf, 75)
قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا بِالَّذ۪ٓي اٰمَنْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ ﴿76﴾ فَعَقَرُوا النَّاقَةَ وَعَتَوْا عَنْ اَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُوا يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿77﴾
“Büyüklük taslayanlar,
Dediler ki:
‒Sizin inandığınızı,
‒Biz inkâr ediyoruz!
(Sonunda);
•Dişi deveyi kesip devirdiler;
•Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar.
(Hazret-i Sâlih’e) seslendiler:
‒Ey Sâlih!
‒Eğer sen peygambersen,
‒Bizi tehdit ettiğin azâba uğrat bakalım!” (el-A‘râf, 76-77)
فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَ
“Bu yüzden;
•Onları,
•Bir sarsıntı yakaladı ve
•Oldukları yerde diz üstü çökekaldılar.” (el-A‘râf, 78)
Şimdi;
Cenâb-ı Hak, Semud kavmini, niçin dişi bir deveyle, bir hayvanla denedi?
Üstelik, kuyudan su içmeyi bir gün ona tahsis etti, bir gün insanlara.
Buyuruyor:
اِنَّا مُرْسِلُوا النَّاقَةِ فِتْنَةً لَهُمْ…
“Doğrusu,
•Onları denemek üzere,
•Dişi deveyi gönderen,
•Biziz!…” (el-Kamer, 27)
Fakat azgın kavmin yürüttüğü mantık, âdeta şöyle oldu:
‒Hadi canım, îmân imtihanı deveyle mi olur? İnancımızın bir hayvan üzerinden test edilmesi, olacak şey mi? Biz, alt tarafı bir devenin, böyle ilâhî bir pozisyonu olacağına inanamayız. Ona kudsiyet izâfe edemeyiz? Bunu, bir inanç meselesi olarak göremeyiz. Hem, koca kuyudan bütün bir gün suyu o, başka bir gün biz kullanacağız, öyle mi? Yahu bir deveyi bu kadar da yüceltmek ve ona bu denli ayrıcalıklar vermek, akla, mantığa sığar mı hiç? Olur şey mi bu? Eğer îmân imtihanı mevzubahisse, bunun doğru düzgün ve yüce şeylerle olması gerekirdi, bir hayvanla değil! Böyle bir yanlışı kabullenemeyiz. Bu yanlış düzelmeli! İşin gerçeğini haykırmalı; şu devenin itikatla ne alâkası var?
Kim bilir daha neler dediler.
Gün geçtikçe;
Onların işte bu yaklaşımları yüzünden deveye karşı kin ve hınçları kabardı. Sonunda;
فَنَادَوْا صَاحِبَهُمْ فَتَعَاطٰى فَعَقَرَ
“(Kavmin azgını olan)
•Arkadaşlarını çağırdılar,
•O da (bundan cür’et alarak)
•Kılıcını kaptı ve
•Deveyi kesti.” (el-Kamer, 29)
O zaman olan oldu:
فَكَيْفَ كَانَ عَذَاب۪ي وَنُذُرِ ﴿30﴾ اِنَّٓا اَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَكَانُوا كَهَش۪يمِ الْمُحْتَظِرِ ﴿31﴾
“(İlâhî intikama karar vererek),
•Biz;
•Onların üzerlerine
•Korkunç bir ses gönderdik.
•Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oluverdiler.
Ve;
‒Benim azâbım ve
‒Îkazlarım nasılmış (gördüler)!” (el-Kamer, 30-31)
Hani neredeyse;
Bazı meseleleri öylesine aşırılıklara boğup da sanki hâşâ;
“‒Yâ Rabbî, bu iş senin bildiğin gibi değil. Yoksa şirke düşersin!” dercesine bir tavır takınmak gibi bilgiçlikler, asla hassasiyet değil, bilâkis sûret-i haktan görünüp sîret-i nâhak şeylerdir.
Sanki;
Deveydi, köpekti, karıncaydı, sığırdı vesaire Allâh’ın O’nu tesbih eden varlıkları değilmiş gibi yorumlar, ayrı bir cehâlet tezâhürüdür.
Şüphe yok, elbette ki;
‒Ateşe tapmak, şirktir.
‒Fakat şirkten kaçmak için, ateşi Allâh’ın değilmiş gibi görüp ondaki hikmet ve hakikatleri hayatın dışına çıkarmaya çalışmak da bir başka şirktir.
Aynı şekilde;
‒Üzeyr aleyhisselâm’a «Allâh’ın oğlu» demek, büyük bir şirktir.
Fakat,
ŞİRKTEN KAÇMANIN YOLU;
Bir peygamberdeki nübüvvet mührünü yok sayarcasına onu sıradanlaştırmak değildir. Çünkü bu da ilâhî takdire zıtlıktır, bu da başka bir şirktir. Allâh’ın çizdiği çerçeveye bir başka çerçeve çizmek hamlesi olarak O’na kararda ortaklığa cür’ettir ve bu da şirktir.
Yine;
‒Allah Rasûlü Hazret-i Muhammed Mustafâ’yı putlaştırmayalım şeklinde bir fikirden ve yaklaşımdan yola çıkarak O’nun şerefli ve eşsiz makamını hiçleştirmeye ve basitleştirmeye kalkışmak da, bir bakıma tertemiz îmanları bozma hamlesine denk kara bir cehalettir. Çünkü îman;
•Allâh’a şahâdet ve,
•Hazret-i Peygamber’e şahâdet ile beraber olunca tamam olur.
Şahâdet de, Peygamber’e dair ancak inanç olabilecek şekilde ilâhî hakikatin idraki ve yüksek muhabbetle gerçekleşen bir hakikattir. Şayet; ilâhî hakikatin yüceliği yoksa, yüksek bir muhabbet de yoksa, o zaman îman nasıl olur?
Hadd-i zatında;
Hazret-i Peygamber’e karşı akıllarda ve gönüllerde îman oluşturacak bir kıymet ve muhabbet kesinlikle şarttır.
Değilse;
Şânı yüce Peygamberi, cücelere revâ görülen yaklaşımlara göre ifade etmek ve bu seviyesizliği, hatta sinsi saldırganlığı, tutup da şirkten kurtarıcı bir tevhid şuuru zannettirmek, ancak insanı îmandan uzaklaştırır. Üstün bir îman ve üstün bir muhabbet olmadan şahâdet nasıl olacak? Olmaz. Bu bakımdan ilâhî ikaz çok açık:
لَا تَجْعَلُوا دُعَٓاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَٓاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضًاۜ
“(Ey mü’minler!)
•Peygamber’i,
•Kendi aranızda,
•Birbirinizi çağırır gibi çağırmayın!” (en-Nûr, 63)
Yani;
Birbirinizden bahsettiğiniz sıradanlık içinde bahsetmeyin!
Sanki;
Allah böyle demiyor ve pek çok âyetle de Hazret-i Peygamber’i, üstün ahlâkını, eşsiz fazîletlerini, emsalsiz meziyetlerini dile getirip de O’na îman ve bağlılığı teyit etmiyor gibi, O Peygamberler Sultânı’na dair hususiyetleri, kimileri yok hükmüne düşürmeye çalışıyor. Sanki birileri kendi vermiş de geri almış gibi, neymiş mûcizesi yokmuş, şefaati yokmuş, eee, daha ileri gidip belki de bir gün peygamberliği de yokmuş diyecekler! Bir başkası kalkmış;
“‒Alnında nübüvvet nûru yoktur!” diyor.
Allah göz versin, O’nun devrinde yaşayıp kendisini göremedin de, peki âyeti de görmüyor musun? Yüce Allah, O’nu anlatırken ne diyor:
سِرَاجًا مُن۪يرًا
“Parıl parıl bir kandil…” (el-Ahzâb, 46)
Muhabbet damarları kupkuru bilgiçlerin en çok takıldıkları mesele, yine şefaat bahsi.
Dolayısıyla bu meseleyi;
Yukarıda ele aldığımız kullanımından farklı olarak terim mânâsı itibarıyla değerlendirdiğimizde, daha doğrusu bu çerçevedeki âyetleri bir bütün hâlinde dikkatlice tahlil ettiğimizde çok bariz bir şekilde hem cümle hem mânâ yapısı olarak karşımıza çıkan formül;
KELİME-İ TEVHİDDEKİ FORMÜL:
Yani şefaatin de tevhid gibi;
•BİR «L» TARAFI VAR,
•BİR DE «İLL» TARAFI VAR.
İşte:
ŞEFÂTİN «L» TARAFI
Eğer şefaatte kim «Lâ» kategorisine girecek olursa olsun ona kesinlikle şefaat yok. Hiçbir şekilde yardım da yok. Hattâ eğer o kategoriye düşerlerse, en yakınları hakkında bile Hazret-i Peygamber’in şefaatinden bahsedilemez. Âyet-i kerîmede buyurulur:
مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِك۪ينَ وَلَوْ كَانُٓوا اُو۬ل۪ي قُرْبٰى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُمْ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ
“(Kâfir olarak ölüp)
•Cehennem ehli oldukları,
•Onlara açıkça belli olduktan sonra,
•Akraba dahî olsalar,
‒Müşrikler için af dilemek,
‒Ne peygambere yaraşır,
‒Ne de mü’minlere!” (et-Tevbe, 113)
Nitekim Efendimiz, hem bu ikazı hatırlatma ve hem de kulluk vazifelerine riâyet hususunda akrabalarının kendisine güvenerek ihmalkâr davranmamalarını temin etme sadedinde buyurur:
“Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; (İslâm üzere yaşayıp müslüman olarak ölmediğiniz takdirde) Allâh’ın yanında size hiçbir faydam olmaz. Ey Abdülmenaf oğulları! Allâh’ın yanında size hiçbir faydam olmaz. Ey Abdülmuttalib oğlu Abbas! Allâh’ın yanında sana hiçbir faydam olmaz. Ey Safiyye, (Rasûlullah’ın halası)! Allâh’ın yanında sana hiçbir faydam olmaz. Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Allâh’ın yanında sana hiçbir faydam olmaz.” (Buhârî, Vesâyâ, 11)
“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Allah katında makbul olan sâlih ameller işle! (Aksi hâlde, babanın peygamber olduğuna güvenme!) Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)
Kezâ Cenâb-ı Hak buyurur:
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْز۪ي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْـًٔا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
“(Ey kullarım! Huzûruma beni râzı etmeden gelindiği takdirde)
•Kimsenin kimseden faydalanamayacağı,
•Hiç kimseden fidye alınmayacağı,
•Kimseden şefaatin fayda sağlamayacağı ve
•Yardım görülmeyeceği günden korunun!” (el-Bakara, 123)
اَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ شُفَعَٓاءَۜ قُلْ اَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْـًٔا وَلَا يَعْقِلُونَ
“Yoksa;
•Putperestler, Allah’tan başka (yani Allah katında kabul edilmeyen, ilâhlık dâvâsı yüzünden dışlanan) şefaatçiler mi edindiler?
De ki:
‒Onlar bir şeye sahip olmadıkları,
‒Akıl da edemedikleri hâlde mi şefaat edecekler?” (ez-Zümer, 43)
قُلْ لِلّٰهِ الشَّفَاعَةُ جَم۪يعًاۜ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“De ki:
-BÜTÜN ŞEFAATLER ALLÂH’A AİTTİR.
‒Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur.
‒Sonra O’na döneceksiniz.” (ez-Zümer, 44)
Kezâ:
وَاَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْاٰزِفَةِ اِذِ الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِم۪ينَۜ مَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ حَم۪يمٍ وَلَا شَف۪يعٍ يُطَاعُۜ
“Onları;
•Yüreklerin ağza geleceği,
•Tasadan yutkunacakları,
•Yaklaşan kıyâmet günü ile uyar!
(O gün);
•Zalimlerin dostu da yoktur,
•Sözü dinlenecek bir şefaatçısı da yoktur.” (el-Mü’min, 18)
Kezâ;
Yüce Allah şefaat bahsinde hele şirk üzerinde olanlara asla müsaade etmeyecek. İnsanların ilâh edinip bel bağladıkları şeylerden asla şefaat olmayacak:
“Kıyâmet koptuğu gün,
•Suçlular umutsuz kalıverirler.” (er-Rûm, 12)
وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ مِنْ شُرَكَٓائِهِمْ شُفَعٰٓؤُ۬ا وَكَانُوا بِشُرَكَٓائِهِمْ كَافِر۪ينَ
“Onların,
•Koştukları ortakları,
•Şefaatçileri değildir;
•Ortaklarını da inkâr ederler.” (er-Rûm, 13)
Ayrıca yüce Allah, ehl-i şirk ile istihzâ için buyuruyor:
“De ki:
«‒Siz,
•Allâh’ı bırakıp da,
•Göklerde ve yerde,
•Zerre kadar bir şeye sahip olmadığı,
•Her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve
•Hiçbiri Allâh’a yardımcı olmadığı hâlde,
•Tanrı olduklarını ileri sürdüklerinizi,
‒(Haydi) yardıma çağırsanıza!»” (Sebe’, 22)
Hâsılı;
Şirke bulaşan kimselerin mahşerde güvendiği dağlara kar değil, ateş yağacak. Allah orada kendisinden ve kendisinin izin verdiğinden başkası dışında hiçbir yardım ve şefaat gerçekleştirmeyecek.
Mesajlar gayet açık:
Bu dünyada Allâh’ın istediği üzere îman, ibâdet ve kulluk hayatı yaşamayanlar için o dünyada şefaat yok!
Yine de orada;
Herkes başına gelen ağır belâya bir çare arayacak. Her yola başvurmaya, bir şefaat bulmaya, bir yardım temin etmeye çalışacak. Lâkin bütün münkirlere Cenâb-ı Hak;
“‒Hiç boşuna uğraşmayın! Size ne şefaatçi var, ne yardımcı!” diyeceğini şimdiden ikaz ediyor:
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَبًا وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ۟
“Gerçekten,
•İnkâr edip kâfir olarak ölenler var ya,
•Onların hiçbirinden,
•Fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dahî,
•Kabul edilmeyecektir.
İşte;
•Onlar için acı bir azap vardır;
•Hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Âl-i İmrân, 91) (Ayrıca bkz: el-Mâide, 37; Yûnus, 54; er-Ra’d, 18; ez-Zümer, 47)
Yani kâfir ölenler ne yapsa boş:
Bunlar ve bu yöndeki ilâhî ve nebevî beyanlar, şefaatin «lâ» tarafını, yani «kesinlikle yok, hayır, asla, olmaz» kategorisini ifade etmektedir. Allah; «yok» dedikten sonra;
Kim şefaat edebilir?
Hiç kimse.
Lâkin yüce Mevlâ, bu suâlin sonuna bizzat kendisi bir de «illâ» ekliyor.
ŞEFAATİN «İLL» TARAFI
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ
“(Ey kullarım!)
•O’nun katında kim şefaat edebilir?
•ANCAK İZİN VERDİKLERİ MÜSTESNÂ!” (el-Bakara, 255)
Yine buyurmakta:
مَا مِنْ شَف۪يعٍ اِلَّا مِنْ بَعْدِ اِذْنِه۪ۜ
“(Allah katında)
•Hiç kimse şefaat edici değildir,
•ANCAK O’NUN İZNİNDEN SONRA MÜSTESNÂ…” (Yûnus, 3)
Şefaat bahsinde bu kabil;
Her «lâ» hükmü de Allâh’a ait, «illâ» hükmü de.
O’nun izin vermediği şefaate var demek de kimsenin haddine olmadığı gibi, izin verdiği şefaate yok demek de, kimsenin haddine değildir.
O;
Kendi yolunda olanlara af vesilesi olarak her türlü lütuflarda bulunabilir. En küçük şeyi bile bağışlama sebebi olarak kabul edebilir. Bu noktada samimî mü’minlere sayısız kapılar O’nun izni ile her zaman açıktır. O’nun «illâ» kategorisi dolayısıyla zaten şefaat de buna dâhildir.
Yani;
Şefaat bahsindeki ilâhî ölçü, görüldüğü üzere tamamen «kelime-i tevhid» formülü etrafında ifade buyurulmuştur Kur’ân-ı Kerim’de. Malûmdur ki, Arapça cümle yapısında;
‒Önce «lâ» söylenir,
‒Sonra «illâ» dile getirilir.
Böylece;
Olmayandan uzak tutularak ancak olana yönlendirme yapılır. Asıl vurgu, illâ üzerindedir. İlâhî söyleyiş budur. Kelime-i tevhid de aynı söyleyiş iledir:
‒Hiçbir ilâh yoktur, ancak Allah vardır!
Şimdi;
Bu ifadenin Arapça vurgusunu başka bir dile çevirirken söyleyişle oynayarak hiçbir ilâh yok denildikten sonra «Her şey ortada, artık illâdan bahsetmeye ne gerek!» gibi bir yaklaşım ortaya konabilir mi? Böyle bir yorum yapılabilir mi? Maalesef bugün şefaat bahsinde de birçok meselede de böyle bir mantık yürütülüyor. Fakat âyet-i kerîmelerin «lâ»sı da belli, «illâ»sı da belli:
يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا
“O gün;
•(Başkasının ettiği) şefaat fayda vermez, ancak;
•Rahmân’ın izin verdiği ve
•Sözünden hoşnut ve râzı olduğu kimseninki müstesnâ!..” (Tâhâ, 109)
لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمٰنِ عَهْدًا
“(Allâh’ın hükmü şu):
•Kimse şefaatte bulunamayacaktır, ancak;
•Rahmân’ın katında bir ahd almış olanlar müstesnâ…” (Meryem, 87)
Kezâ:
وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُ اِلَّا لِمَنْ اَذِنَ لَهُ
“Allâh’ın katında;
•(Başkasının ettiği) şefaat, fayda vermez, ancak;
•Rahmân’ın kendisine izin verdiği kimseninki müstesnâ!..” (Sebe’, 23)
Diğer taraftan;
Hazret-i Allâh’ın Hazret-i Peygamber’e şöyle bir emri var:
فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوٰيكُمْ۟
“(Ey Rasûlüm!)
Bil ki;
•Allah’tan başka ilâh yoktur.
‒Sen, hem KENDİNİN
‒Hem de MÜ’MİN ERKEKLERİN ve
‒MÜ’MİN KADINLARIN GÜNAHLARI İÇİN; İSTİĞFÂR ET!” (Muhammed, 19)
Kezâ:
فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ
“(Ey Rasûlüm!)
•ONLARI AFFET;
•ONLAR İÇİN İSTİĞFÂR ET!” (Âl-i İmrân, 159)
Nedir;
BU AF ve İSTİĞFAR?
Kullar hakkında;
Affetmek, Allâh’a mahsus değil mi?
Elbette. Ancak işte Allâh’ın emri de çok açık.
Öyleyse;
Cenâb-ı Hakk’ın çizdiği çerçevede Hazret-i Peygamber’in affı, Allâh’ın affı dışında bir şey değil. Bunu tam anlamak lâzım.
Bir de;
Hazret-i Peygamber’in başkaları için istiğfâr etmesi. Allah’tan bağışlanma dilemesi neyi ifade ediyor?
Cenâb-ı Hak, affetmek istediği kişilerin kendi zâtına yalvarmaları ile iktifâ etmeyip Hazret-i Peygamber’in de arada ricacı, şefaatçi, istiğfarcı ve böylece aflarına yardımcı olmasını niye istiyor?
Çünkü;
Hazret-i Peygamber’in duâsının ayrıca bir değeri var. Rasûlü’nün Allah katında bambaşka bir makamı ve kabul hususu var.
Dünyevî işlerde de böyle değil mi? Bizim sadece kendi çapımızla yaptıramayacağımız bir işi hatırı sayılır bir şahsın araya girmesi ile halledebildiğimiz çokça yaşadığımız bir husus.
Allah da, affetmek istiyor. Lâkin affetmek istediği kişinin tevbesi de, amelleri de buna kâfî değil. Bunun üzerine Rahmân olan Allah, o kişi hakkında çok sevdiği Peygamber’inin istiğfar ve talebini devreye almak sûretiyle ve kendi yüce izni sayesinde sâdır olan şefaat ve yardımını kabul ediyor, hattâ böyle yapmasını emrediyor.
Dolayısıyla;
Ümmet-i Muhammed’in bağrından aşk ile yükselen;
«‒Şefâat yâ Rasûlâllah!» nidâlarının,
«‒Garîk-ı bahr-i isyânım, dahîlek yâ Rasûlâllah! / Ben isyan denizinde boğuldum. Çaresizim, Sen’in, benim için de istiğfâr etmene ümit bağladım ey Allâh’ın Rasûlü!» ilticâlarının ve;
«‒Medet yâ Rasûlâllah!» taleplerinin bütün sebebi, işte bu fermân-ı ilâhî’dir.
Cenâb-ı Hakk’ın yüce affı mevzuunda ümmet-i Muhammed’i böyle yönlendirmesinin bir başka delili de şudur:
وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ جَٓاؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَح۪يمًا
“(Ey Rasûlüm!)
•Biz,
•Her peygamberi
•Allâh’ın izniyle,
•Ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Eğer;
‒Onlar (günahkâr insanlar),
‒Kendilerine zulmettikleri zaman
‒Sana gelseler de,
‒Allah’tan bağışlanmayı dileseler,
Ve;
‒Rasûl de,
‒Onlar için istiğfâr etseydi,
‒Allâh’ı,
‒Ziyadesiyle affedici ve bağışlayıcı bulurlardı.” (en-Nisâ, 64)
Şimdi;
Bu âyeti okuyup anlayıp da tevbe kapısına koşan kimseler;
Allah’tan bağışlanma dilerken bir de Hazret-i Peygamber’in kendileri hakkında bu makbul istiğfârının da gerçekleşip ilâhî affa nâil olabilmelerine dair böyle bir formülün, yüce Allah tarafından bizzat verildiğini görünce elbette ki sular misali çağlayarak yanık yanık haykırırlar:
«-ŞEFÂAT YÂ RASÛLÂLLAH!»
Şimdi;
Allâh’ın gösterdiği ve emrettiği bir formülü, şirk diye yorumlamak kimin haddine! Allah emrettiği ve yol olarak gösterdiği hâlde buna aykırı zorlama yorumlar yapmak, ilâhî iradeye ortak olmaya kalkışmak değil mi? Asıl böyle bir ortak olmaya kalkıştan daha beter bir şirk olabilir mi?
Sonra şu âyet ne kadar mânidar:
وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
“(Ey Rasûlüm!)
•Sen,
•Onların içinde iken,
•Allah,
•Onlara azâb edecek değildir.
Ve;
‒Onlar,
‒İstiğfar ederlerken de,
‒Allah,
‒Onlara azâb edici değildir.” (el-Enfâl, 33)
İçlerinde Hazret-i Peygamber var diye Allâh’ın azâb etmemesi. Yani normalde azâba müstehak kimseler. Ama içlerinde Hazret-i Peygamber var. Bu sebeple Hazret-i Allah, azâb etmiyor. Bunu da ifade buyuruyor.
Şimdi;
Herkes Efendimiz’in gölgesine ve kanatları altına koşmaz mı?
Murâd-ı ilâhî de zaten bu:
Gönülleri, Hazret-i Peygamber etrafında kenetlemek. O’nun hatrına neler yaptığını gösterip insanların O’na koşmasını, O’na sarılmasını sağlamak.
Çünkü bu şekilde;
O’na itaat ile herkes, Allâh’a itaate nâil olacak.
Bu şekilde;
Peygamberleri affa vesile yapmak, Kur’ânî örneklerle teyit edilmiş bir hakikattir. Nitekim Hazret-i Yakub’un oğulları, kardeşleri olan Hazret-i Yûsuf’a yaptıklarından pişman olup tevbe ettiklerinde babalarına geldiler ve;
قَالُوا يَٓا اَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَٓا اِنَّا كُنَّا خَاطِـ۪ٔينَ
“Dediler ki:
‒EY BABAMIZ!
‒GÜNAHLARIMIZA,
‒BİZİM İÇİN İSTİĞFAR ET!
•Şüphesiz ki;
•Hatalı ve günahkâr olan,
•Gerçekten bizlerdik.” (Yûsuf, 97)
Buna Hazret-i Yakub’un cevabı ne oldu?
قَالَ سَوْفَ اَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبّ۪يۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ
“Dedi ki:
‒Sizin için
‒Rabbime,
‒İstiğfâr edeceğim.
•Çünkü O,
•Çok mağfiret eden,
•Çok bağışlayandır!” (Yûsuf, 98)
Bunlar;
Cenâb-ı Hakk’ın dışında şeyler değil. Bizzat O’nun anlattığı ve tasvip ederek istediği formüller.
Fakat;
Bu formüle uymayacak bir şekilde olduğunda Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber’e gelip de kendileri hakkında istiğfar talep edenlere başka bir cevap verdiriyor:
سَيَقُولُ لَكَ الْمُخَلَّفُونَ مِنَ الْاَعْرَابِ شَغَلَتْنَٓا اَمْوَالُنَا وَاَهْلُونَا فَاسْتَغْفِرْ لَنَاۚ يَقُولُونَ بِاَلْسِنَتِهِمْ مَا لَيْسَ ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ لَكُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـًٔا اِنْ اَرَادَ بِكُمْ ضَرًّا اَوْ اَرَادَ بِكُمْ نَفْعًاۜ بَلْ كَانَ اللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا
“Bedevîlerin (savaştan) geri kalmış olanları, sana diyecekler ki:
‒Mallarımız ve
‒Ailelerimiz bizi alıkoydu.
‒Allah’tan bizim için af dile!
(Fakat ey Rasûlüm!)
•Onlar;
•Kalplerinde olmayanı
•Dilleriyle söylüyorlar.
De ki:
‒Allah size,
‒Bir zarar gelmesini dilerse veya
‒Bir fayda elde etmenizi isterse
‒O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir?
‒Kaldı ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Fetih, 11)
Yani;
Allâh’ın hükmü dışında hiçbir şey işlemiyor. Cenâb-ı Hak, izin verdiği noktada Hazret-i Peygamber, bir kişinin şefaatçisi ve affedilmesine vesile. Allâh’ın izin vermediği noktada ise elbette ki hiçbir şekilde vesile değil.
Fakat Hazret-i Peygamber’in istiğfârının vesile olacağı noktada bundan müstağnî davranmak, öyle şirk hassasiyeti filân değil, bizzat Allâh’ın tabiriyle;
KİBİR TASLAMAK VE FÂSIKLIK
Âyette buyurulur:
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللّٰهِ لَوَّوْا رُؤُ۫سَهُمْ وَرَاَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ
“Onlara;
‒Gelin,
‒Allâh’ın Peygamberi
‒Sizin için de,
‒İstiğfar etsin!
•Denildiği zaman,
•Başlarını çevirirler ve
•Sen onların,
•Büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (el-Münâfikûn, 5)
سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ اَسْتَغْفَرْتَ لَهُمْ اَمْ لَمْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْۜ لَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ
“(Zâten);
•Onlar için (Allah’tan),
•Mağfiret dilesen de,
•Dilemesen de birdir.
‒Allah,
‒Onları,
‒Kesinlikle bağışlamayacaktır.
•Çünkü Allah,
•Yoldan çıkmış topluluğa (fâsıklara)
•Hidâyet etmez!” (el-Münâfikûn, 6)
اِسْتَغْفِرْ لَهُمْ اَوْ لَا تَسْتَغْفِرْ لَهُمْۜ اِنْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْع۪ينَ مَرَّةً فَلَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَهُمْۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ۟
“(Ey Rasûlüm!)
‒Onlar (inkârcı fâsıklar) için
‒İster af dile,
‒İster dileme!
Zira;
‒Onlar için
‒Yetmiş kez af dilesen de
‒Allah onları asla affetmeyecek.
Bu;
•Onların,
•Allah ve Rasûlü’nü
•İnkâr etmelerinden ötürüdür.” (et-Tevbe, 80)
İnkâr ehli;
En dar zamanda belâlarıyla baş başa kalacak ve hiç yardımcıları olmayacak zavallılar. Hâlbuki, insanoğlu bir belâ ânında bir başına kaldığında her türlü acziyet ve çaresizlikler ortasında perişan olmakta.
Düşünün:
Bir dağ başında bir kimse ağır bir trafik kazası geçirse, kıpırdayacak hâli olmasa tek başına ne yapabilir? Orada o anda ona bir yardımcı, o kadar mühimdir ki; hayattır, candır, kurtuluştur. Eğer herhangi bir yardım eden çıkmazsa, kurtulması mümkün göründüğü hâlde ölüp gidecek, mahvolacaktır. Bir denizde boğulmakta olan kimse için de böyledir. Eğer o anda bir yardımcı çıkarsa, kurtulma ihtimali olur. Bu durumda yardım edenin adı, artık cankurtarandır. Oysa canı kurtaran Allah. Ama yüce Allah, o canı, işte bir diğer can sebebiyle kurtarıyor. Şayet diğer bir can yoksa, Cenâb-ı Hakk’ın hükmü, onun ölümüdür.
Hayatı baştan sona böyle tanzim etmiş yüce Allah. Bu sebeple ne deniyor bazı vak’alarda:
‒Doktora yetiştiremedik, yoksa yarası ölümcül değildi, kurtulabilirdi, ama olmadı.
Her dem yaşanıyor:
Bir kimse, devâsâ bir tırın altında kalıp da kendisini kurtaracak birilerinin denk gelmediği, yani kimsenin haberi olmadığı bir durumda, netice ne oluyor?
Ya da;
Birileri iş işten geçmeden haberdar olmuşsa ve yardıma da vaktinde koşabilmişse, o zaman netice ne oluyor?
İşte;
Yardım ve şefaat bahsini böyle bir vak’ayı yaşamış kimselere sormak ve anlattırmak lâzım.
Bakın hastahâne istatistiklerine:
Kimsenin haberdar olmadığı bir kazada, iyileşmesi mümkün olan yaralılar bile, ölüyor mu, ölmüyor mu? Ama tam tersi, birilerinin haberdar olduğu kazada ise, kurtuluyor mu, kurtulmuyor mu?
Peki, kurtaran, öldüren veya öldürmeyen Allah mı, değil mi?
Öyleyse;
Aradaki yardımcılar ne oluyor? Allâh’ın yerini tutan putlar mı hâşâ? Yahu putlar, böyle bir işe hiç yaramıyor ki! Ama Hakk’ın takdiri olan bu yardımcılar yarıyor. O zaman putlar üstü bir şey mi var? Ne kadar abes sualler değil mi? Aslında mesele açık:
Allah, kullarına yardımını yine kulları veya başka vesileler yoluyla veriyor. Özde yardım Allah tarafından. Fakat veriliş şekli, her zaman birilerinin eliyle. İşte onlar yardımcı. Varsa, ne âlâ. Yoksa, insanoğlu için eyvah! Kurtulabileceği hâlde trafik kazasında gidiyor zavallı. Bazı uçak kazalarında da medyaya düşen hususlar malûm. Uçak düşmüş, adam ölmemiş, ama doğru müdahalenin vaktinde yapılamaması sebebiyle hayatlar son bulmuş.
Bu nedir?
KÂİNATTAKİ NİZAM
Allâh’ın kâinata koyduğu bir nizam, işleyiş.
Şirk gibi mühim bir kaygıyı, yanlış kullanarak mantıklı bir şuurlu hareketmiş algısını oluşturduktan sonra onu bin bir endişeyle bu noktada yoğunlaştırmak sûretiyle güya çaktırmadan ilâhî nizâmı ve dengeyi bozmaya kalkmak, insanın kendi dünyasında kargaşa yaşamasına ve tıkanmasına sebeptir. Allâh’ın hükmüne, iradesine ve nizâmına ortak olmaya kalkışmak ve âkıbet şirke düşmektir. Allah vesilelerle olacak bu iş diyorken, hayır vesilesiz olacak diye algı oluşturmak, o iradeye ortak olmak olmuyor mu? Bu da, şirkin ta kendisi değil mi?
Unutmamalı ki:
Mahşerde yardımcısız ve şefaatçisiz kalmak, ayrı bir azâb-ı ilâhîdir. Kendini çok güçlü zanneden zâlimlerin, ne kadar âciz olduklarını ortaya koyup onlarla istihzâdır. Dünyada onca rezalet ve zulümleri sebebiyle müstehak oldukları için yüce Allâh’ın, onları çaresizlik içinde helâk etmesi, kudretinin bir nişânesidir.
Yoksa bu;
Yardım ve şefaat diye bir gerçeğin hiç olmadığından bahis değildir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın lutfunun «sünnetullâh»ı, usûlü zaten vesileler yoluyladır. İlmi âlimle verir. Şifâyı doktorla verir. Bunlar hep ilâhî yardımlardır. İlâhî program budur. Kötülere yapılacak muamelelere bakıp da iyiler hakkında bunu bozmaya çalışmak, kimsenin haddi de hakkı da değildir.
Bedir’de melekleri gönderdi yardım olarak. Ehl-i Bedr’e melekler yardım etti. Meleklerin yardım etmesi, Allâh’ın dışında bir şey mi? Hocanın talebesine ilimde yardımı, Cenâb-ı Hakk’ın âlim sıfatına aykırı bir hareket mi?
ŞÜPHE YOK:
İnananlar için Allâh’ın izni ile şefaat var, yardımcı da. Ehl-i küfrün mahşerdeki şu ifadeleri de zaten bunu izhâr ediyor:
قَالُوا وَهُمْ ف۪يهَا يَخْتَصِمُونَۙ
“Orada onlar taptıklarıyla çekişerek şöyle derler:” (eş-Şuarâ, 96)
تَاللّٰهِ اِنْ كُنَّا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ
“‒Vallâhi, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.” (eş-Şuarâ, 97)
اِذْ نُسَوّ۪يكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ
“‒Çünkü biz sizi âlemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk.” (eş-Şuarâ, 98)
وَمَٓا اَضَلَّنَٓا اِلَّا الْمُجْرِمُونَ
“‒Bizi ancak (peşinde koşturduğumuz) günahkârlar saptırdı.” (eş-Şuarâ, 99)
فَمَا لَنَا مِنْ شَافِع۪ينَۙ
“‒İşte BU YÜZDEN BİZİM ŞEFAATÇİLERİMİZ YOK.” (eş-Şuarâ, 100)
وَلَا صَد۪يقٍ حَم۪يمٍ
“‒Candan bir dostumuz da yok.” (eş-Şuarâ, 101)
فَلَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
“(Bize yuh olsun ki, aklımız başımıza ancak burda geldi);
‒Ah, keşke;
‒Bizim için;
‒(Dünyaya) bir dönüş daha olsa da,
‒Mü’minlerden olsak!” (eş-Şuarâ, 102)
Demek ki;
Mü’minler için orada;
•Candan dostlar var,
•Şefaatçiler var.
Yani;
Kimde şefaat diye bir şey yok, kimde var, hep aynı hakikat üzere:
وَلَا يَمْلِكُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“(Biliniz ki);
•Allâh’ı bırakıp,
•Yalvardıkları şeyler, şefaat edemezler.
Ancak;
•BİLEREK HAKKA ŞAHİTLİK EDENLER MÜSTESNÂ…” (ez-Zuhruf, 86)
Mânâ açık:
Allah dışında edinilen tanrılarda filân, insanlar için şefaat yoktur ve onlara boşuna yalvarıp durmak da, hiçbir şey kazandırmamaktadır. Ancak, bilerek hakka şahitlik edenlere ise, şefaat müsaadesi vardır. Onlardan şefaat talep edilebilir. Onlardan şefaat istemek, boşa çıkmaz.
Allah Teâlâ, işte hep bu iki gerçeğe vurgu yapmaktadır:
اَمْ لِلْاِنْسَانِ مَا تَمَنّٰىۘ
“Yoksa;
•Her istediği şey,
•İnsana mı ait?” (en-Necm, 24)
فَلِلّٰهِ الْاٰخِرَةُ وَالْاُو۫لٰى۟
“Oysa;
•Dünya da, âhiret de,
•Allâh’a aittir.” (en-Necm, 25)
وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـًٔا اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَاْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى
“Göklerdeki nice meleklerin (bile) şefaatleri bir işe yaramaz, ancak;
•Allâh’ın;
•Dilediği,
•Hoşnut ve râzı olduğu kimseler için izin vermesi müstesnâ!..” (en-Necm, 26)
Velhâsıl;
Hazret-i Kur’ân «lâ» ve «illâ» çerçevesinde îlân ediyor ki:
‒Lâyık olana şefaat var.
Yine îlân ediyor ki:
‒Lâyık olmayana da şefaat yok.
Lâyık olmayanlar kimler?
Yüce Allah; onları, onların ağzından şöyle anlattırıyor:
“‒Namaz kılanlardan değildik.” (el-Müddessir, 43)
“‒Düşkün kimseyi doyurmuyorduk.” (el-Müddessir, 44)
“‒Bâtıla dalanlarla biz de dalardık.” (el-Müddessir, 45)
“‒Cezâ Günü’nü yalanlardık.” (el-Müddessir, 46)
“‒Ölüm bize o hâldeyken geldi.” (el-Müddessir, 47)
(Denildi ki):
فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِع۪ينَۜ
“Artık ŞEFAATÇİLERİN ŞEFAATİ, onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 48)
“(Bu gerçeğe rağmen henüz dünyada iken);
•Onlara ne oluyor ki,
•Öğütten yüz çeviriyorlar?” (el-Müddessir, 49)
“Sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi…” (el-Müddessir, 50-51)
“Daha doğrusu onlardan her biri, kendisine, (önünde) açılmış sahîfeler (ilâhî vahiy) verilmesini istiyor.” (el-Müddessir, 52)
“Hayır, hayır! Onlar âhiretten korkmuyorlar.” (el-Müddessir, 53)
Yani;
Şefaatçiler var.
Fakat bunlara bir faydası yok! Böyle olunca, bu tür kimseler hakkında şefaat diye bir şeyden bahsetmek, elbette mümkün değil.
Yani;
•Namaz yoksa,
•Düşkünü doyurmak yoksa,
•Bâtıla batmışlardan kaçınmak yoksa,
•Cezâ Günü’ne inanmak yoksa,
•Öğüt almak yoksa,
•Haddini bilmek yoksa,
•Âhiretten korkmak yoksa,
•Ve bu kötü ahvâl içinde ölmek varsa,
•ELBETTE Kİ ŞEFAAT YOK!
Ama;
•Namaz varsa,
•Düşkünü doyurmak varsa,
•Bâtıla batmışlardan kaçınmak varsa,
•Cezâ Günü’ne inanmak varsa,
•Öğüt almak varsa,
•Haddini bilmek varsa,
•Âhiretten korkmak varsa,
•Bu güzel hâller içinde ölmek varsa,
•ELBETTE Kİ ŞEFAAT VAR!
‒Allah’tan var,
‒Allâh’ın;
•İzin verdiklerinden var,
•Râzı olduklarından var,
•Sözünden hoşnut olduklarından var.
•Katında ahd almış olanlardan var…
Tabiî;
Hepsi de ancak Allâh’ın hükmü içinde var. Hiçbiri Allah dışında değil, Allâh’ın râzı olmadığı ve istemediği şekilde değil. Hepsi Allâh’ın murâdı ve makbul şefaatler. Özü itibarıyla hepsinde mühür, sadece Allah’ta.
Nasıl ki;
İlmi, kuluna kulunun eliyle veriyor Hazret-i Allah, murâdı var bunda.
Şifâyı kezâ.
Rızkı kezâ.
Yardımını kezâ.
Elbette ki, dilediği çerçevede şefaati de kezâ.
Bunda;
BİR GARÂBET YOK Kİ!
Yüce Mevlâ;
Yüce dînini ve kitabını da her zaman seçtiği bir kulunun eliyle vermedi mi?
Her hükmünü, bir kulunun ağzından bize duyurmadı mı?
Niye?
Çünkü muvafık olan bu.
İtiraz eden hocaya sormak lâzım:
“‒Hoca be, sen maaşını nereden alıyorsun? Allah’tan mı, bankadan mı? Rızkını Allah veriyorsa, ne işin var bankayla filân? O maaşı, yüce Allah sana hiç vasıtasız, doğrudan doğruya verdi mi? Vermedi, bir kere bile kendisi direkt vermedi. Hep birileri bu işte sana yardımcı oldu. Niye Allah ile aranda rızık gibi mühim bir bahiste aracılar kullanıp duruyorsun? Şirk değil mi bu? Ne diye rızkına ulaşabilmek için Allah’la arana bankayı karıştırıp da şirke bulaşıyorsun? Ne alâkası var, deme hiç. Senin mantığına göre çok alâkası var.”
Bu pencereden seyredince hakikat ne kadar bariz değil mi?
Yani reddedilen şu araya koymak bu değil, ancak tanrısın diye tapmak. Cenâb-ı Hakk’ın reddettiği sapkınlık. Yoksa arada Peygamber olmadan ne kitap geliyor ne din. Arada toprak olmadan bir lokma rızık yok. Arada güneş olmadan dünyada hayat yok. Arada ateş olmadan ısınmak yok. Tanzîm-i ilâhî bu. Lâkin aradakilere ilâh diye tapmak merdut. Böyle bir tehlikeyi bahane ederek ilâhî tanzimi bozmaya kalkmak da, ne mantıktır ne de îman. Kötü bir ağız riyâkâr bir şekilde «Allah» dedi diye, tutup da Allah demeyi kötü bir şey olarak anlatmak mümkün olur mu?
Yani;
Allah ile araya; «‒Bu da ilâhtır!» diye hâşâ, bir şeyler koymak elbette şirktir, haramdır ve merduttur. O gaflete düşülmediği takdirde aradaki vasıtalar hususunda bir problem yok. Zira aracısız hangi işi var Hazret-i Mevlâ’nın?
Yemeden içmeye, ilimden ibâdete, eğitimden sıhhate hayatı kuşatan ne varsa hep vasıtalar ve aracılar üzerinden. İbâdette imam arada olmasa, cemaatle namaz olmaz yahu!
Kaldı ki;
Allah, kendi kitabını bir kulun ağzıyla okutsa, kitabın aitliği değişir mi? Değişmez. Öyleyse bizzat takdir ettiği «illâ»sı içinde Cenâb-ı Hak, sevdiği bir kuluna herhangi bir imkân verince, onun kullandığı şefaat başka bir şey midir, yoksa Cenâb-ı Hakk’ın şefaati midir?
Bu noktada herhangi bir sıkıntıdan;
Vesile olan şahsı, tutup da Allah’la araya; «Bu da ilâhtır!” diye katmak durumunda bahsedilebilir ancak. Yoksa, arada imam var diye, şefaatçi var diye, bunu şirk ile ve başka tanrıya tapınmak ile karıştırmak, ancak kişilerdeki niyetleri ve kafa karışıklığını göstermekten başka bir şey değildir. Adama sorarlar:
‒İyi de hoca, sen Allah’la arama niye giriyorsun?
Anlamalı ki:
Bir kâğıt, ancak bir ışık sayesinde üzerine her türlü yazı yazmaya ve yazılmışların da okunmasına müsaittir. Ancak bu istifadeyi, ona Allâh’ın takdir ettiği vesileyi kaldırıp da bizzat ışığın kaynağından, meselâ güneşin tam içinden temin etmeye kalkışırsa, kâğıdın gücü buna muktedir midir? Muktedir olması için kâğıtta, kâğıtlığının dışında bir ulûhiyet olması gerek.
Bir bakıma;
Kâğıt insanı temsil etmekte, güneş Allâh’ın kudret ve azametini, ışık da vesileleri. Vesile demek, başka putlar edinmek mânâsında aracılar değildir. Putlar, adı üstünde ilâhlığa ortaklık izâfesiyle başkalık demektir. Güneş olmadan onun ışığını üretmeye kalkmak demektir. Fakat vesile, güneşin ışıklarını ulaştıran, yapısında asla başkalık ve aykırılık olmayan, bilhassa çeşitli putlar ve tanrılık sapmalarıyla hiç değil bilâkis kulluk ve itaat tezâhürleriyle dolu olan kablolar gibidir. Kimisi de atmosfer gibidir. Işık, güneşten bizim dünyamıza elektrik gibi gelir. Gelirken ziyâsı zâhir değildir. Kablo içinde iken elektriğin ışık vermediği gibi. Sonra dünya atmosferine girdiği anda parıl parıl kendini gösterir. Bunun tecellî vesilesi, atmosferdir. Atmosfer içinde ancak o nûr-i hurşid, her yanı ışıldatır. Bu, güneşin acziyeti değildir. Bilâkis, merhametidir. Çünkü güneşin kendisindeki ısı; dünyanın kaldıracağı şekilde olmazsa, her taraf kül olur. Ancak atmosfer vesilesiyle dünya, güneşin ışığını ihtiyacına göre alabilmektedir. Bu da, kudret-i ilâhînin bir takdiridir. Aslında yüce takdiri, şirk zannetmek kadar büyük bir şirk olamaz.
Yine beş voltla çalışan bir cihaza beş bin volt verilse ne olur? Patlar, ortada cihaz diye bir şey kalmaz. Bunu engellemek için arada vesileler, yani adaptörler icat edilmiş. Böylece hangi cihaza ne kadar enerji lâzımsa ona göre ve o kadar aktarma yapılıyor. Neticede hepsi de işlek ve faydalı hâle getiriliyor. İşin bu tarafı şirk değil. Çünkü bu, idrake hizmetkârlık. Allâh’a îmânı temin. Şirk ise, insanı o îmandan koparıp Allah’tan uzak düşürmek ve ilâh diye taşa toprağa saplamak. Yoksa, su içmek de şirk olurdu. Ama değil, niye? Çünkü insanı suya muhtaç programlayan Hazret-i Allah değil mi? Bu programı uygulamak, Allâh’a itaatin ta kendisidir.
VELHÂSIL
Bu şirk meselesini ve onun etrafında kafa karıştırmaya müsait gibi görünen diğer meseleleri;
Tam yüz elli yıldır;
Batı dünyası, İslâm coğrafyasında kurutulması imkânsız bir bataklık hâline getirmeye çalışıyor. Bulandırıyor da bulandırıyor. Çamurlaştırıyor da çamurlaştırıyor. Hâlbuki adamların kiliselerinde binlerce put dolu. Onlar konuşulmuyor da her bakımdan tevhid dîni olan İslâm’da şirk doluymuş gibi yığınla yakıştırmalar etrafında niye müslümanların kafaları darmadağın edilmeye çalışılıyor?
Yahu tevhid dîni bir tane ve onda da şirkin zerresi olmaz. Allâh’ın kitâbı kıyâmete kadar bozulmayacak ki olsun!
Dolayısıyla bir kimse;
«Lâ ilâhe illâllah, Muhammedu’r-Rasûlullah» dediği müddetçe, onu, zorlama ve saptırma yorumlarla müşrik îlân etmek, kimsenin haddi ve hakkı değildir!
Yüz elli yıldır batı menşeli uydurma bir şirk taassubuyla İslâm dünyasını karıştıran ve dıştan tevhidi korumak görüntüsü çizen, ama içten ise vahdeti parçalayan bu yaklaşım, çok sinsi ve berbat bir fitneden ibarettir.
Vahdeti parçalayan tevhid lâkırdıcılığı, görünmeyen bir şirktir.
Tüm lâkırdı yapanlar;
Sırf kendi ağırlıklarını hissettirmek için, din bahsinde biz de varız, dînî yaşayışı biz yönlendirmeliyiz, doğrular bizim imzamızla belirlenmeli şeklinde yaklaşımlar sergileyerek yüce hakikatlere hizmetçi değil de ortakçı olmak ve bunu gerçekleştirebilmek için hakikatleri kendilerine yontmak isteyen tipler.
Kendilerine hangi güzel markaları takarlarsa taksınlar, bunlar, dinde de, kültürde de, medeniyette de ve eğitimde de toplumu ve nesli ifsattan öte gitmezler. Bunların oluşturduğu fitnenin 150 yıldır İslâm âleminde ne denli ağır ve tedavisi imkânsız kadar zor yaralar açtığını, mü’minleri ve itikatları nasıl parçaladığını görememek, aşırı derecede âmâlık ve safdillik olur.
Rabbim, Hak terazisinden ayırmasın!
Âmîn!..
_______________________
Not: Gelecek sayımızda Hak Terazisi-3 yayımlanacaktır.