BİR YORGUN YÜREĞİN FERYÂDI
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
–Ahmet MUTLUSOY! Ahmet MUTLUSOY! Ziyaretçiniz var. Lütfen danışmaya gelin.
–Ooo Ahmet Bey, Ahmet Bey! Haydi gene iyisin. Oğlanla gelin geldi herhâlde.
–Eyvallah! Herhâlde…
«Ahmet MUTLUSOY…» dedi kendi kendine. «Mutluluğu soyadında kalan bir zavallı…»
–Ahmet Amca gözün aydın; oğlun gelmiş, bahçede bekliyorlar.
–Aydın ya…?! Ne demezsin…
–Efendim Ahmet Amca! Bir şey mi dedin?
–Yok bir şey evlâdım!
Ahmet Amca tüm kırgınlığını koca bir lokma gibi yutkunarak adımladı huzurevinin bahçesini. Derin bir nefes aldı. Huzurevinde huzurlu olunurdu ya, o da iyi oynamalıydı huzurlu dede rolünü. «Özel huzureviymiş. Her tarafı özel olsa ne olacak?»
–Ooo mâşâallah kuzularım hoş geldiniz!
–Hoş bulduk baba!
–Eee nasılsınız bakalım?
–İyiyiz baba, sen nasılsın?
–İyiyiz dede, sen nasılsın?
–Çok şükür ben de iyiyim. Sizi iyi gördüm, dünyalar benim oldu. Kuzucuklarım pek güzel giyinmişsiniz, ne güzel olmuşsunuz… Oh misler gibi de kokuyorsunuz!
–Evet dede. Babam bizi…
–Şey baba… Bir yere davetliyiz de bugün. Akşam geç bitebilir. Geçerken bir uğrayalım istedik.
–Allah râzı olsun. E tabiî bir pazar gününüz var. Dolu dolu geçirin inşâallah.
–Nasıl gidiyor? Bir sıkıntı yok değil mi? Görevliler falan…
–Yok be evlât, ne sıkıntısı olacak? Çok iyi davranıyorlar Allah hepsinden râzı olsun. Ayşe, kızım nasılsın?
–Teşekkür ederim Ahmet baba. Sizi gördük daha iyi olduk!
Ahmet Amca, ağzına kadar gelen art arda cümleleri ısırırcasına geri tepti. İçinden neler geçmiyordu ki:
«Tabiî kızım beni buraya hapsettiniz, elbette iyi olacaksınız. Sana gelince evlât, görevliler iyi davranıyor. En iyisi de olsa bir evlâdın yerini tutar mı sence? Kötü davransalar ne yapacaksın? Alıp eve mi götüreceksin?»
–Baba! Daldın!
–Kusura bakma evlât, bir an öyle dalmışım… Siz geç kalmayın haydi, hepi-topu bir pazar gününüz var. Haftaya yine gelirsiniz.
–Tamam babacığım, ver elini öpeyim.
–Estağfirullah evlât, haydi kalın sağlıcakla…
–Baba seni burada böyle bırakmak…
–Ben iyiyim evlât! Haydi, bekletme…
Ahmet Amca; «Günahını da çıkardın, tamaaam! Haftaya gelir iki de gözyaşı dökersin, oldu bu iş!» dedi içinden.
Merdivenlerden yukarı doğru çıkarken, kendi kendine söylediklerine şahit olan biri daha vardı. Emekli öğretmen arkadaşı Hulûsi Bey:
–Ahmet Bey, Ahmet Bey… Şükret ki bir evlâdın var…
Hulûsi Beyin annesi ve babası küçük yaşta ayrılmış. Babasını hiç tanıyamamış bile. Takdir, kendisine bir evlât da nasip etmemişti. Annesini ve hanımını art arda kaybedince o da kendini huzurevinde bulanlardan. Elbette çalışanlar çok hürmetli insanlardı. Yetiştirdiği öğrenciler, neredeyse hiçbir hafta sonu onu yalnız bırakmıyorlardı. O da öğrencilerini evlâdı bilirdi; lâkin gel gör ki fedâkâr yüreği bir evlât kokusuna hasretti.
Ahmet Bey, Hulûsi Beyin can dostu idi, tüm hikâyesini biliyordu:
–Ah Hulusi Beyciğim, keşke oradan göründüğü gibi olsa. Sen yetiştirmek için emek emek uğraş, didin ve sonunda… Bunu hazmedemiyorum. Hani imkânı olmasa, bir nebze olsun yüreğim serinleyecek, bu yaptıklarına o kadar üzülmeyeceğim. Adamın saray gibi evi, kaç tane hizmetçisi var; ama ben o eve sığamadım. O, hizmetçilerinin bana getireceği bir tas çorbayı çok gördü. İnan ne etlisine ne sütlüsüne karışmışlığım var. Ama…
–Ama bir evlâdın var!
–İnan nerede hata yaptım bilmiyorum hocam. Ona arkadaş gibi davrandım; zaten çeşit çeşit imtihanlar, okul, dershane vs. derken oğlum çok yoruluyor diye…
–Ne güzel söyledin!
–Nasıl yani?
–«Oğluma arkadaş gibi davrandım.» diye. İşte oğlun, babaya ihtiyacı olduğu zamanlarda yanında bir arkadaş buldu. Onun şöyle olgun bir babaya su gibi ihtiyacı olduğu zamanlarda yanında; kendisi ile aynı müziği dinleyen, aynı şeylere gülen, aynı düşünmeye çalışan, yeri gelince aynı giyinip aynı mekânlara takılan bir baba… Babalık iradeni sadece, çocuğunu yarış atı gibi o imtihan senin bu imtihan benim koştururken kullandın. Çocuğunun millî-mânevî değerler öğrendiği, hayatında edebî incelikler sergileyen bir babası olmadı. Çünkü o delikanlıya sadece mühendis olması söylenmişti, çocuk da olmuş…
–Yani…
–«Yani»si; bu delikanlı ne oturmasını, ne kalkmasını, ne büyüğüne saygıyı, ne küçüğüne sevgiyi öğrendi. Daha da açığı sen çocuğuna ne verdin, ne öğrettin de ne bekliyorsun? Sen anlatmıştın hatırlarsan; «Çocukken ninem eve geldiğinde ayakkabılarını saklardım, gitmesin diye… Onu çok severdim, hep bizde kalsın isterdim…» diye. O kadıncağız sana ne verdi de bu kadar sevdin? Bir düşün! Veya ailende herkes büyüklere öyle hürmetkâr davranıyor, ardınca da öyle güzel ifadelerle bahsediyordu ki size sevmemek abes geliyordu. Bu işler biraz da aile ortamından kaynaklanıyor. Eskiden evin büyüğü sofraya oturmadan oturulmaz, kalkmadan kalkılmazdı ya; o sahneler iliklerine işliyordu insanların. Aslında bunların hepsi, insanca yaşamak adına bütün güzellikler bize Peygamber Efendimiz’den bir hâtıra, bir mîras. Ecdâdımız, O’nun sünnetlerini hayatın her karesine öyle güzel işlemiş ki; o güzel davranışlar bize bir fazîletler medeniyeti olarak mîras kalmış. Her biri ince nezâketlerle dolu nice güzellikler…
–Doğru dersin Hulûsi Hocam, doğru dersin. O günler geliyor da gözümün önüne çocuğu ödüllendirdiğimiz her alan dersine endeksli idi. Artık öyle olmuştu ki:
«Dediniz, yaptım. O istediğim ödül hakkım, söke söke alırım!»
İnanır mısın hediye mi alıyoruz, borç mu ödüyoruz anlayamaz olmuştuk. Hanım az çok bugünleri görmüştü; ama benim gözümü hırs bürümüştü. O, benim oğlumdu ve en başarılı olmalıydı. Şimdi aklıma geliyor da elinden tutup bir vakit olsun namaza gitmedik. Bizim hiç cami civarında bir hâtıramız yok. Hâlbuki benim zihnimde babamın o heybetli heybetli namaz kılışı, pencere önünde rahlesinde Kur’ân-ı Kerim okuyuşu anbean duruyor. Maalesef bir yerden sonra insan, sadece çevresinin tepkilerine ve değer hükümlerine göre hareket ediyor.
–El âlem ne der?
–Aynen öyle?
–Peki şimdi ne diyorlar?
–«Ahmet Bey, çocuğunu mühendis yaptı. Şimdi huzurevinde huzurlu huzurlu oturuyor.» diyorlardır, ne diyecekler?
–Şimdi kıymet hükümlerine göre hareket ettiklerinin sana bir faydası var mı? Onlar sana hangi değeri veriyorlar, arkandan konuşmaktan başka?
–…
–Kalbini kırmak istemedim, hakkını helâl et! Lâkin bu «desinler hastalığı» ne yuvalar yıktı bir bilsen. Nice böyle bakmaya kıyamadığım insanların acı hâtıralarına şahit oldum. Âh..! Âh..! Benimki yürek yangınlığı! Elbet bu söylediklerimin çok bir mânâsı kalmadı, hayatın bu deminden sonrasında ama… İşte bizimki de iş yani…
–Yok, kıymetli hocam, yok. Çok doğru söyledin! Keşke bundan otuz sene önce karşıma çıksa idin…
–Aslında bundan bin dört yüz sene önce karşımıza çıkan bir hakikat var. Peygamber Efendimiz’in;
“Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha üstün bir mîras bırakamaz.” hadîs-i şerîfi, bu mevzunun yegâne gerçeğini gözler önüne koymak için fazlasıyla yeterli.
–Evet. Bu hadîs-i şerîfi ilk defa duymadım; ama bana kalırsa çok iyi ve ilgili bir baba olduğum için, kulağımın birinden girdi öbüründen çıktı. Ben sadece onun hayatının kilometre taşlarında yanında olmak istemiştim. Bugün bükük belim, buruşuk ellerimle anladığım bu hakikatin neresinden tutabilirim? Ne olur bir yol göster hocam. Bu acıya dayanamıyorum…
–Sabr-ı cemil zamanı kıymetli ağabey. Şimdi sabırla evlâdına hayır duâ etme zamanı. Cenâb-ı Hak inşâallah evlâdının gönlüne şefkat ve merhamet nasip eder de sen de bu acılarından kurtulursun. İstersen ben de bir konuşurum kendisiyle.
–İnşâallah… İnşâallah… Şu an sesimi duyan birileri olsa da şu yanık yüreğimin feryâdını bir duyursam. Âh keşke… Şu yaşadığım acıyı bir Allâh’ın kulu daha tatmasın. Benim çektiklerim; cümlesinin günahına kefâret olsun da, bir yorgun yürek daha incinmesin, bu acıyla kavrulmasın…