DERİN HAYALLERİN İZİNDE

YAZAR : Mücahid BULUT mucahidbulut@yandex.com

“Dalmışım… Büyük bir sarayın içinde, çok küçük bir pencerenin önünde bulunuyordum. Bu pencereden, içine binlerce kişinin sığabileceği genişlikte büyük bir oda görüyordum. Odanın duvarları, benim pencerem gibi küçük pencerelerle doluydu. Her birinin önünde bir kişi oturmuş, odayı seyrediyordu. Odanın içinde, zümrüt ve yakuttan yapılmış kürsülerin üstünde, başlarında taç olan, çoğunun yüzü peçeli, heybetli ve ağırbaşlı kimseler oturuyordu.

Kürsülerin ortasında, oturan zâtın biri ayağa kalkıp;

«–Beşeriyet gelmiş. Bize bir soru soracakmış! Uygun bulursanız gelsin.» dedi.

Orada bulunanlar uygun bulduklarını söylediler. Konuşma yapan zâtın emri üzerine Beşeriyet’i odaya aldılar.

«Beşeriyet» adındaki bu adam sakat ve sefil bir zavallıydı. Üzerindeki eski püskü elbiseleri ve sararmış yüzü, meclisin durumuyla büyük bir tezat oluşturuyordu. Başkan vekili ona;

«–Ey Beşeriyet! Otur, rahat et ve sorunu sor!» dedi.

Fakat Beşeriyet oturmadı ve dedi ki:

«–Oturmak, rahat etmek mi? Yazık! Yüz binlerce senedir oturup, rahat edecek zamanın oldu mu diye bir sorun hele!.. Bir taraftan geçim derdi, diğer taraftan hastalıklar; rahat etmek için vakit mi bırakıyor? Bu kadar sefil olmama rağmen, yine de intihar edemiyorum. Ben alçağın biriyim!»

Bunları söylerken hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Bu durumdan son derece etkilenen meclisi hazin bir sessizlik kaplamıştı.

Bütün üyeler zavallı Beşeriyet’in acısını paylaşıyormuş gibi görünüyordu. Başkan vekili;

«–Bu çok büyük bir mesele. Çözüme kavuşturulması başkanın gelmesine bağlı.» dedi.

O sırada Beşeriyet dedi ki:

«–En azından bu kadar sefâlete niçin katlandığımı, neden intihar etmediğimi anlasam.»

Meclistekilerden biri ayağa kalkıp;

«–İzin verirseniz şu zavallıyı teselli edeyim.» dedi. Meclisin uygun görmesiyle, şunları söyledi:

Yâ Rab! Hayatta nedir bu lezzet?
Hayata rabteden bu garip kuvvet!
Hayat ki bî-bekā pür derd ü keder,
Yine emel o, nedir bu hikmet?
Bir an bırakmaz insanı rahat,
Bin türlü âlâm, derd-i maîşet,
Çocukluğunda ağlar beşikte,
Feryatla geçer o vakt-i ismet,
Civanlığında bin türlü âmâl,
Şeyhûhatinde bin türlü minnet,
Vakt-i ecelde mâzî bir an,
Bir an için mi bunca sefâlet!
Hâtifî bir ses verdi cevabı,
Dedi: Hayatta bu zevk ü kıymet,
Âkıller için seyr-i bedâyi,
Câhiller için yemekle şehvet.

Beşeriyet derin bir ah çekti ve;

«–Doğru, Doğru!.. Lütfen bana söyleyin, merhamet edin. Mademki hayattan tiksiniyorum, ama onsuz da yapamıyorum. Öyleyse saâdetin ne olduğunu bana söyleyin.» dedi.

O sırada başkan geldi. Meseleyi anladı ve oradakilere;

«–Haydi bakalım, şu zavallının sorusunun cevabını verin!» dedi.

Oradakilerin bazıları şu şekilde cevap verdiler:

Hazret-i İbrahim:

«–Saâdet, çalışıp kazanmak ve kazanılanları başkalarıyla paylaşmaktadır.»

Hazret-i Musa:

«-Saâdet; nefsi, Firavun’un ihtirasları gibi ihtiraslardan kurtarmaktadır.»

Hazret-i Âdem:

«–Saâdet, şeytana ve Havva’ya uymamaktadır.»

Konfüçyüs:

«–Bir tencere pirinç pilâvına bütün lezzetleri sığdırmaktadır.»

Plâton:

«–Daima yüce şeyleri düşünmektedir.»

Aristo:

«–Mantık! İşte saâdet!»

Zerdüşt:

«–Saâdet, karanlıkta kalmamaktadır.»

Brahma:

«–Saâdet mi? Zannedilen şeyin aksidir.»

Hazret-i İsa:

«–Saadet; mâzîyi unutmak, içinde bulunulan ânı iyi değerlendirmek ve geleceği düşünmemekle mümkündür.»

Lokman Hakîm:

«–İnsanlar bu kelimeyi bütün dertlerini bir sözle ifade etmek için icat etmişlerdir.»

Hızır -aleyhisselâm-:

«–Saâdet, hırsların giremediği gönüllerde âniden görülen bir hayalettir.»

Bu sözler üzerine Buda öfke ile ayağa kalkıp;

«–Ey Beşeriyet! Saâdet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana! Ey Beşeriyet! Nirvana!» dedi.

Sonunda Beşeriyet yorgun bir hâlde yere düşüp;

«–Oooff! Hangisi?.. Hangisi?..» diye söylendi kendi kendine.

İşte o zaman Başkan ayağa kalktı ve;

«–Ey Beşeriyet! Saâdet; hayat ve vukuâtı olduğu gibi kabul etmek ve onun eskāline rızâ, ıslāhına gayret göstermektir (yani onun ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek ve ıslāhı için de gayret sarf etmektir).» dedi.

O sırada Beşeriyet ayağa kalktı ve;

«-Ey Fahr-i Âlem Efendimiz! Beşeriyet’in dertlerini anlayan ve bunun ilâcını bulan yalnızca Sen’sin!..» dedi.” (Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, A‘mâk-ı Hayâl)

19. asırda Devlet-i Âl-i Osman dağılma dönemine girmiş, Tanzimat ile birlikte siyâsî ve içtimâî hayatına yeni fikirler nüfuz etmeye başlamıştır. Devletin içinde bulunduğu bu zor durumdan kurtulmak için Avrupa’ya gönderdiği sözde münevverlerimiz dahî birer batı hayranı olmuş; hattâ demirin terakkîsine tapan hayalleri, biyolojik Materyalizm ve Pozitivizm ile zehirlenen dimağlarıyla Osmanlı Devleti’nin problemini; Devlet-i Âl-i Osman’ı altı asır cihan devleti yapan, İslâm dînînde ve umûmî kültüründe aramışlardır. Batı taklitçiliğinin hızla yayıldığı bu dönemde, öz kültürümüzü korumak nâmına İslâmcılık, Osmanlıcılık, Turancılık gibi farklı akımlar inkişaf etmiştir. İşte bu vaziyet içerisinde;

Şehbenderzâde Ahmed Hilmi; Materyalizm’e ve Pozitivizm’e karşı eserleri ile masonlukla ve siyonizmle mücadele eden ilk kişilerden olması sebebiyle son dönem Osmanlı fikir hayatının öne çıkan sîmâlarından biridir.

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, 1865 senesinde günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de doğdu. Doğum yeri sebebiyle «Filibeli», babası Şehbender (konsolos) Süleyman Bey’in mesleği sebebiyle de «Şehbenderzâde» lakaplarıyla anılmıştır.

Filibeli Ahmed Hilmi; tahsiline Filibe’de başlamış, tarihimizde derin yaralar açan 93 Harbi neticesinde on beş bin müslüman ile birlikte doğduğu şehirden kaçmak mecburiyetinde kalmıştır. Hâtıralarında bu kaçış hikâyesinden «Kıyâmet» diyerek bahseden yazar; göç sırasında önce babaannesini ve 9 aylık kardeşini, sonrasında ise babasını kaybetmiştir. Fikir dünyasını sarsan bu trajik hâdiseler sebebiyle kendisinde bir iktidar düşmanlığı oluşmuş, binlerce müslümanın «yanlış bir gurur ve izzet-i nefs dâvâsı yolunda mahvolduğunu» yazmıştır.

İstanbul’a göç ettikten sonra; Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ni bitirmiş Posta ve Telgraf Nezâreti’nde, ardından Düyûn-ı Umûmiye Nezâreti’nde çalışmıştır. Bu dönemde Jön Türkler ile bağlantılı olduğu jurnali sebebiyle Fizan’a sürülmüştür.

Fizan sürgünü, Filibeli Ahmed Hilmi’nin hayatında bambaşka bir sayfa açar. Kuzey Afrika tarîkatlarıyla tanışır ve Arûsiyye tarîkatına intisâb eder.

II. Meşrutiyet’in ilânından sonra döndüğü İstanbul’da; bir süre Dârulfünûn’da felsefe müderrisliği yaptı ve Cem‘iyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye üyeliğinde bulundu. Kısa bir süre İttihâd-ı İslâm adıyla haftalık siyâsî bir gazete yayımladı. Gazetenin kapanmasının ardından; İkdam, Şehbâl, Yeni Tasvîr-i Efkâr ve Sırât-ı Müstakîm gibi gazete ve dergilerde siyasî ve felsefî yazılar yazdı. 21 Nisan 1910’da dönemin neşir hayatında önemli bir yeri olan haftalık Hikmet’i çıkarmaya başlamıştır.

Şehbenderzâde birçok mevzuda yazmış, velûd bir yazardır. Yayınlanmış 19, tefrika edilmişlerle beraber 41 eseri vardır. En meşhur eseri ise roman tarzında kaleme aldığı; yazımızın girişinde bir bölümünü iktibas ettiğimiz; tasavvufî ve felsefî eseri A‘mâk-ı Hayâl’dir.

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, fikirlerini yansıtan bütün eserlerinde Pozitivizm’i ve Materyalizm’i eleştirir. Hattâ Materyalizm’i bir «Dalâlet Mesleği» olarak nitelendirir.

Materyalizm’in nerede olur ise olsun aynı neticeleri doğurduğunu söyleyen Şehbenderzâde, bu neticelerin; maddeperestlik, elem ve ümitsizlik, sefâhat ve ahlâkî iflâs ve benzeri şeyler olduğunu vurgular. Doğu çevresinde Materyalizm’in henüz dirilmeye başlayan dînî ve millî emelleri, ulvî ve mukaddes hedefleri mahvedecek çirkin ve uğursuz bir yalan ve tahrip mezhebi olduğunu söyler.

Bilindiği üzere Pozitivistler; din hakikatini, insanlığın yakında terk edeceği beşer mahsûlü bir şey olarak görüyorlardı. İnsan idrakinden din fikrinin çıkarılmasının mümkün olmadığını belirten Ahmed Hilmi, yeni doğmuş bir çocuğa hiç din fikri telkin edilmese bile tabiî gelişme sonucunda ilk arayacağı hususlardan birinin de din olacağını söyler ve;

“Ceset için hava ne ise ruh için din odur.” der.

Şehbenderzâde; tasavvufun batılıların iddia ettiği gibi dışarıdan gelmediğini, bilâkis tam olarak Kur’ân-ı Kerim ve hadislerden inkişaf ettiğini ifade eder. Devrindeki tekke ve zâviyelere atfedilen «miskin yuvası» tenkitlerine de karşı çıkan yazar, Fizan’dan misal vererek;

“Oralarda «zâviye» demek; mektep, yetimhâne, darülaceze, yardım ve şefkat merkezi, hastahâne demektir. Herkesin dînî, siyâsî ve içtimâî mercii zâviyedir.” der.

İlim ve fen konusunda ise; Avrupa’nın ilerlettiği ilim ve fenlerin alınabileceğini, faydalı olan ilimlerin alınmasında hiçbir sakınca olmadığını, zira Avrupalıların bu ilimleri müslümanlardan gördüğünü kendi sözleriyle şöyle ifade eder:

“Biz müslümanlar, Avrupa ulûm ve fünûnuna «yabancı» nazarıyla bakmamalıyız. Ulûm ve fünûnu Avrupalılar müslümanlardan istiâre etti; şimdi biz de bu ulûm ve fünûnu istirdâd edersek, mâl-ı mağsûbumuzu ele geçirmiş oluruz, yabancı malı almış sayılmayız.”

“Avrupa sergisinden; muhitimizde neşv ü nemâsı mümkün, irsî kabiliyetlerimizi inkişaf ettirecek maddeleri almalıyız.” diyen mütefekkir, bunun yalnızca seçme ve iktibas ile mümkün olduğunu da ekler. Ona göre; seçme ve iktibas yerine taklitle yetinilirse, ilerleme ve gelişme mümkün olmaz. İlim talep eden kişinin ayırt edici özelliğini ise;

“Ne câhilâne sofuluk ne mukallidâne dinsizlik: Hak ve hakikat!” olmalıdır diye özetler.

Bu değerli mütefekkir, Ekim 1914’te bakır zehirlenmesi sebebiyle vefat etmiştir. Masonlarla ilgili neşriyatları sebebiyle zehirlenmenin bir sûikast olduğu iddiası da vardır. Fatih Camii hazîresine defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin!..