HANGİ YAKINLIK?

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Sabahın ilk ışıkları ile güne başlamak, sırtında çapa ile tarla yolunu tutmak, dere şırıltısı eşliğinde derin orman kokuları ile kendinden geçmek… Ne eşsiz zenginlikler, ne büyük lütuflardı.

Ara ara gelip gitse de, eğitim hayatı boyunca ayrı kaldığı bu güzellikler, şimdi bir başka kıymetli idi Mahmut Sami için. O artık, bu toprakların yetiştirdiği bir öğretmendi. Öğrencilerine köy hâtıralarını anlatmak, kim bilir nasıl bir heyecan ve keyif olacaktı onun için. Köyünü ne kadar da özlemişti. Her biri nice hikâyelerle dolu köy evleri. Her biri bir tepeye çekilmiş, her biri ayrı bir dünya…

Kız kardeşi Ayşe’ye seslendi:

–Ayşe! Şu derenin öbür tarafında, tepenin yamacında bir Zeynep Teyze vardı. Ne yaptı? Nasıl şimdi?

–Ağabey uzunca bir süredir hasta idi. Ben hemen hemen her gün gidip ziyaret ediyordum. Komşularla nöbetleşe yemeğini hazırlıyorduk. O da gün içinde kendi ısıtıp yiyordu. İki gündür sen geleceksin, diye telâşeden hazırlık falan yapayım derken unuttum. Aslında, gel beraber gidelim istersen. İyi olur, bak merak ettim ben de…

–Sabahın şu vakti, biraz erken değil mi? Rahatsız etmeyelim.

–Uyku mu tutar sanırsın gözleri? Aksine seni görünce çok memnun olur. Oğlundan ayrı tutmaz seni. Her gittiğimde sorardı…

Mahmut Sami ile Ayşe, Zeynep Teyzenin evine vardıklarında hiç beklemedikleri bir manzara ile karşılaştılar. Zeynep Teyze, bu gece emânetini teslim etmişti. Mahmut Sami hemen Hakkı Dayı’ya yanaştı:

–Dayı hayırdır? Nasıl olmuş, ne zaman olmuş?

–Biz de tam bilmiyoruz evlât. En son, dün ikindiden sonra Semra Teyzen bir uğramış, yemeğini falan yedirmiş. Daha sonra da müsaade almış. Son bildiğimiz bu. Herhâlde gece sabaha doğru vefat etmiş. Hanımların anlayabildiği kadarıyla…

–Haber verdiniz mi?

–Kime?

–Oğlu vardı ya, Mustafa Ağabey.

–Henüz değil, biz de telâşeden ne yapacağımızı bilemedik. Ben sadece muhtara haber verdim.

–Oğluna haber verelim o zaman. Telefon numarası falan var mı?

Ayşe;

“–Zeynep Teyzenin cep telefonu var ağabey, ondan alabilirisin. Oğluyla telefonla görüşüyorlardı.” dedi.

Mahmut Sami, telefonu eline aldı şarjı bitmişti. Hemen şarja taktı.

Hakkı Dayı;

“–Evlât, bu hayırsız bana kartını bırakmıştı aylar önce; «Bir şey olursa ararsınız.» demişti.” dedi.

–«Bir şey olursa ararsınız…» öyle mi? Bey ağabeyimiz tâlimatı vermiş madem, arayalım o zaman…

Mustafa, bir pazar sabahında ailesi ile plânladığı geniş bir kahvaltı için hummalı bir hazırlık yapmakta idi. Kendi elleri ile hazırladığı şeyleri ikram etmek en büyük zevki idi. Elleri yağlı olduğu için çalan telefona cevap veremedi. Eşinden rica etti:

–Canım şu telefona bakar mısın? Pazar pazar kimmiş bu münasebetsiz?

–Ben de ona bakıyordum Mustafa; ama açtım galiba, ben bu yeni telefonunun dilini çözemedim.

–Hem de sesi dışarı vermişsin. Alo!

–Mustafa Ağabey, kusura bakma bir münasebetsizlik ettik evet. Pazar pazar rahatsız ettik; ama mesaide pazar tatili olmayan birine söz geçiremedik.

–Ne diyorsun? Sen de kimsin? Söylediklerinden hiçbir şey anlamadım!

–Ben Tepecik Köyü’nden komşunuzun oğlu Mahmut Sami. Annen bu gece rûhunu teslim etti. Komşular sabah fark etmişler.

–Ne dedin sen, ölmüş mü? Kimse yok muymuş yanında? Niye şimdi haber verdiniz?

Mahmut Sami ilk duyduklarından sonra Mustafa’nın ters ters konuşmalarına bir an dayanamadı;

“–Haklısınız, cenazeyi kaldırdıktan sonra aramalıydık. Bir tanecik oğlu vardı, denk gelecek ya o da o anda yanında değilmiş. Kusura bakmayın, yanında kimse olmadığı için nasıl öldüğünü bilmiyoruz.” deyiverdi.

–Mahmut Sami! Sen nasıl konuşuyorsun? Benim annem ölmüş, sen lâf sokmaya çalışıyorsun!

–Evet, annesizliğin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Ben yedi yaşındayken kaybettim. Yıllarca; «Keşke sağ olsaydı da…» diye başlayan yüzlerce cümle kurdum. Lâf sokmak gibi bir niyetim yok. Ama şimdi seninle konuşurken bir yandan annenin telefonunu açtım, son görüşmenizin üzerinden haftalar geçmiş. Anneni burada bir başına bırakan sen değil misin de; «Gece yanında kimse yok muymuş?» diye soruyorsun?

–Şu an sence bunların sırası mı?

–Evet değil, haklısın. Neyse… Sadece kabul edemedim işte! Ne zaman burada olursunuz? Nasıl hareket edelim? Biz gerekli şeyleri takip ederiz.

–Allah râzı olsun kardeşim. İlk imkânla geliyorum; ama bugün yetişmemem sanırım. Cenazesi yarın öğle namazından sonra kaldırılmak üzere diye selâ verdirebilir misin? Akrabalara ben haber veririm.

–Tamam ağabey.

–Tekrar teşekkür ederim.

Mahmut Sami telefonu kapattıktan sonra kardeşi Ayşe usulca yanına yaklaştı:

–Ağabey, az önce telefonda konuşurken duydum. Mustafa Ağabey, annesini en son haftalar önce aramış. İnanır mısın her gün geldiğimde sorardım kendisine. O da hep; «Arıyor Allah râzı olsun. Mustafa’m beni hiç ihmal etmez.» derdi. Duyduklarıma inanamadım. Demek ki teyzem…

–Telefonda gördüğüm o. Mustafa Ağabey de itiraz etmedi yani. Başka ilgileneni var mıydı?

–Yok bildiğim kadarıyla. Hiç anlatmazdı, her geldiğimde bana bir şeyler ikram etmek için çırpınırdı. Bir çayını içene bile öyle teşekkürler ederdi ki. Teyzem demek ki içine atmış hep. Ben de yemeğini yapar, sobasını kontrol eder, bir günlük odunu sobanın kenarına koyar giderdim.

–Ne zamandır böyle?

­–Dedim ya, uzunca bir süredir hasta, diye.

–Oğlu gelip-gitmez mi?

–Şöyle söyleyeyim; duyduklarımı anlatsam gıybet olur. Pek hoş şeyler duymadım, ama; «Oğlu anasını ölüme terk edip gitti desem» çok olmaz. En son Hakkı Dayı’ya dediklerini sen duydun. Zaten Zeynep Teyzem kimseye yük olmak istemezdi. Bir-iki çeşit fazla yemek yapsam veya evden bir şeyler eklesem defalarca duâ ederdi. Hakkı Dayı’nın oğlu götürmüştü en son hastahâneye. Galiba o zaman da Mustafa Ağabeye ulaşamamışlar. Sonra da dönüp de aramamış bile, diye duydum. İşin özünü Allah bilir.

–Hayırlısı bakalım. Bize düşen, Zeynep Teyzeye son vazifemizi yerine getirmek.

Ertesi gün tüm hazırlıklar yapılmış, cenaze köy camisinin bahçesindeki musallâ taşına konmuştu. Öğle namazına az bir zaman kala Mustafa, eşi ile birlikte geldi. Caminin bahçesindeki herkesin bakışları arasında geçti annesinin tabutu başına. İçlerinden kimse Mustafa’ya; «Hoş geldin!» demedi. Mustafa da kimseye; «Eyvallah!» etmedi. Soğuk ve donuk ifadelerle etrafına baktı ve öylece beklemeye koyuldu. Köy yeriydi. Ne olursa olsun kimse onu orada tek bırakamazdı. Nitekim öyle de oldu. Dayısı da olanlara an be an şahit oluyordu. Cenaze namazı kılındı. Mustafa, defin için annesini kabre koymak üzere mezarın içine girmeye hazırlanıyordu ki karısı oğluna fısıltı ile; “Aman oğlum! Ne olursa olsun, ben yaşlanınca sen beni böyle yalnız bırakma olur mu?” dedi.

Mustafa bunu duyuncaya kadar gözlerinde şimşekler çaktı. Geri döndü ve hanımının üzerine yürüdü:

–Demek öyle ha! Demek sen yaşlanınca oğlun seni yalnız bırakmasın ha!

Elini havaya kaldırdı, tam tokadı indirecekken etraftakiler hemen Mustafa’nın elini tuttular ve sakinleştirmeye çalıştılar. Mahmut Sami;

“–Ağabey olan olmuş! Şimdi sırası değil. Artık anacığını daha fazla bekletme!” dedi.

Mustafa gözyaşları içerisinde girdi mezarın içerisine ve büyük bir ihtiramla annesini ebedî istirahatgâhına uğurladı. O ana kadar buz gibi duran Mustafa artık tutamıyordu kendini. Gözyaşları sel olup aktı dense yeriydi. O kadar içli ve yürekten ağlıyordu ki… Defin için kabristana gelenlerin şahit oldukları, tam bir ibret dersi niteliğindeydi.

Köyün imamı defin işlemleri bitince Mustafa’yı yalnız bırakmak istemedi:

–Evlât gel bir eve gidelim, şöyle bir sakinleş. Annen için artık yapman gereken ardınca duâ etmen ve Kur’ân-ı Kerim okumandır. Yapabilirsen bir-iki hayırda bulunman, sadaka vermen, onun adına daha memnun ve râzı edici olacaktır…

–Baş üstüne hocam.

Eve vardıklarında Mustafa tâziyeleri kabul etmeye başladı. Fısıltı gazetesi ile yayılan, duyurudan daha mı tesirli oluyordu ne? Mezarlıkta olanlar köylü arasında hemen yankı bulmuştu. Herkes Mustafa’yı teselli etmek için kendince bir girişimde bulunmaya çalışıyordu. Karısı ise; hem kendini hem kocasını rezil etmenin ezikliği içerisinde, gelenlere komşuların hazırladığı yemeklerden ikram etmeye çalışarak, kendini affettirmek istiyordu. Mahmut Sami ve kardeşi Ayşe, bir an olsun yanlarından ayrılmadılar. Çünkü Mahmut Sami, Mustafa ile eşi arasında bir tatsızlık daha yaşanma ihtimaline binâen tedbirli davranmak istiyordu. Mustafa da bunu anlamıştı;

“–Mahmut Sami kardeş. Fazlasıyla koşturdunuz. Anneme bir komşu gibi değil, bir evlât gibi hizmet ettiniz. Allah senden de kardeşin Ayşe’den de râzı olsun.” dedi.

–Hakkını helâl et, ilk etapta biraz sabırsız konuştum. Kendimce… Ben de küçük yaşta öksüz kalınca ömrüm yetiştirme yurtlarında geçti. Maddî-mânevî çok soğuk ortamlarda büyüdüm. «İnsanın annesi yaşar da nasıl onu yalnızlığa terk eder?» diye kabullenemedim. Ama şahit olduklarım da benim daha önceden hiç edinmediğim bir tecrübe idi. Haddime değil belki; ama sen yine de sükûnet üzere ol. Bak çoluk çocuğun var. Bizim böyle annesi-babası ayrı arkadaşlarımız vardı. Hangi birimiz, hangimizi teselli edeceğimizi bilemezdik. O yüzden küçük bir kardeş ricası, yuvanı yorma. Bana mevzuyu uzatmayacağına söz verirsen giderim…

–Biz aslî kimliğimizi kaybedince işin büyüsü bozulmuştu zaten. Sonra sun‘î zevklerde aradık mutluluğu. Senin verdiğin refleks en tabiî ve en yerinde olanıydı. Haklıydın. Belki hanımımın tepkisine rağmen, annemi baş tâcı etme fazîletini gösterebilseydim; bugün çok daha farklı bir ortamda, daha farklı şeylerden bahsediyor olabilirdik. Annem şöyle doya doya sevemedi bile torunlarını. Ben bu acıyla nasıl yaşarım? Artık işin bundan sonrası daha farklı olacak o kesin. Takdir ne gösterir bilemem. Rezil olmuşum, umurumda bile değil. Ben asıl rezilliği hem anneme hem Rabbime karşı yaşadım. Böyle bir anneye, bunları yaşatmış olmak en acısı. İnan, insanın gözüne gaflet perdesi inince göremiyor. Uzakta olunca, herhangi bir haber de gelmeyince… Bugün ararım, yarın giderim, şöyle yaparım, böyle yaparım… derken bir de bakmışsın kapıyı çalanı kabul etmekten başka çaren kalmamış. Benim için duâ et olur mu? Senden son ricam bu…

–Elbette ağabey. Numaramı kaydet. Ne zaman ihtiyacın olursa, bir telefon kadar yakınında olacağım.

–Bir telefon kadar… Aslında bir telefon çok da yakın değilmiş be Mahmut Sami. Eğer olabiliyorsan, gıyâbımda duâ edebilecek kadar yakınımda ol. Belki de bu, en güzeli…