Dîni Aşkla Yaşamak: TASAVVUF

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Medeniyetler, kendilerine mahsus yüksek tasavvurlarına göre; önce kendi insan tipini, vakıf insanları inşa ederler. Vakıf insan; istikamet üzere, kendinin ve mes’ûliyetlerinin şuurunda olan insandır. Bu mes’ûliyet; kendisiyle, çevresiyle ve Rabbiyle olan münasebetleri ihtivâ eder. Vakıf insan; tabiata rahmet nazarıyla bakan, başkalarının değerlendirmesini kaāle almaksızın, sadece Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için, kendini O’nun yolunda her türlü hizmete adayan insandır. Bu yüksek meziyetli insanlar; güttükleri mukaddes dâvâ çerçevesinde tesis ettikleri devlet-millet yapısıyla, içtimâî müesseseleriyle ve zihnî tekâmül ürünü ilmiyle, edebiyatıyla, sanatıyla, Hakk’ın temsilcisi olarak medeniyetin tarihe altın sayfalarla geçmesini gaye edinirler.

Medeniyetlerin buhranlara sürüklenmesi; sistemiyle, bütün müesseseleriyle, zihnî tekâmül ürünleriyle, insanlarıyla topyekûn bir çözülmeyi, kargaşayı, dünyevîleşmeyi, cehâleti doğurur. Anlaşma vasıtası olan kelimeler, mefhumlar istismarcıların elinde mânâlarını kaybeder; cemiyet âdeta bir sağırlar diyaloğu misali, derdini anlatamama, birbirini anlayamama hâli yaşar. İmam, halîfe, cihad, Mehdi, Mesih, demokrasi, hürriyet, hizmet, cemaat, barış… gibi din ve insan haklarına ait mefhumlar; bunlara en uzak durumdaki art niyetli ve hattâ terörle bağlantılı muhtelif grupların diline pelesenk olur. Bununla ilgili olarak, eğitim meselelerimiz için mesai sarf eden Prof. Dr. Seyit Mehmet ŞEN;

“Bir milletin medeniyeti çökerken, önce kavramları çöker.” diyor.

Türkiye için de; «İ‘lâ-yı kelimetullah» mefkûresinden sapıp, «nizâm-ı âlem» dâvâsını gütmekten geri kalınca, bu husustaki iddiasını da kaybedince, bahis mevzuu hastalıklı içtimâî yapı mukadder oluyor. Bir defa, ülkemiz dünyanın en az kitap okuyan ve en az bilgi üretilen ülkeleri arasında gösteriliyor. Şiddet, cemiyetin bütün kesimlerini kanser gibi sarmış; birkaç asır öncesine kadar yabancı seyyahların gıpta ile kaydettikleri huzur iklimine hasret kalınmıştır. Uzun yıllar; dînî hayat üzerinde kurulan ağır baskılar sonucunda, pek çok hakikatin müphemiyet perdeleri arkasında kalması ve meydana gelen istikamet sapmaları, insanımızın idrak ve muhakemesini bulandırmıştır.

Asırlarca şanlı medeniyetimizin esaslarından olan tasavvuf mevzuu da, bu zihnî kargaşa çerçevesinde mütalâa ediliyor. Hiç bilmediği için korku ile yaklaşanlar, kanunlara aykırı olabileceği vehmiyle suç isnâd edenler, dîni aşırılık veya sapma olarak görenler… gibi farklı kanaat sahibi kesimler var. En iyi niyetli kişiler bile;

“Asr-ı saâdette tasavvuf mu vardı? Allah Teâlâ ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’ın yolu varken, başka yola ne hâcet?” diyebiliyor.

Oysaki;

“Tasavvuf yolu; Allah Teâlâ ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’ in tebliğinden farklı bir yol değildir; o yolun ta kendisidir.”

Tasavvuf; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her hâli ve ânı, merhamet, sevgi, şefkat, hayâ, edep, duâ… gibi, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmaya vesile ulvî fazîletlerle müzeyyen olan, kâ‘bına varılamayan mübârek hayatlarıyla aynîleşme gayretidir.

Tasavvuf;

“Yâ Rabbî! Benim bedenimi öyle büyüt ki; cehennemini doldurayım da, başka kimseye orada yer kalmasın.” diye ağlayarak yalvaran; «üçüncüleri Allah olan, ikinin ikincisi», «ümmetin birincisi» Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın merhametidir.

Tasavvuf;

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!

diye mes’ûliyet hissi ile titreyen Hazreti Ömer -radıyallahu anh-’ın adâletidir.

Tasavvuf; «kendisinden meleklerin bile hayâ ettiği…» buyurulan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın hayâ ve diğergâmlığıdır.

Tasavvuf; ilâhî huzurda, vücuduna saplanan okun çıkarılmasını hissetmeyen Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-’nun ihsan makamındaki yaşayışıdır.

Tasavvuf; karşıya geçmek için Dicle Nehri’nin kıyısına gelince, iki yakanın birbirine kavuşması üzerine; «Nefsim, beni aldatamazsın! Ben Kerîm’i istiyorum, kerâmeti değil!» diyen Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin Allah Teâlâ aşkıdır.

Tasavvuf; altmış üç yaşından sonra, yer altındaki hücresinde inzivâya çekilen Ahmed Yesevî -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e aşkıdır.

Tasavvuf;

Âlem buğday ben saman,
Âlem yahşi ben yaman…

buyuran, Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin mahviyet ve hiçliğidir.

Tasavvuf;

Dağlar ile taşlar ile,
Çağırayım Mevlâm Sen’i…

diyen Yûnus Emre -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin, kâinâta rahmet nazarıyla bakışıdır.

Tasavvuf; «Şu bardağı, şuraya koymak bile Allah Teâlâ rızâsı için olmalı.» buyuran Mahmud Sâmi Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin sâlih kulluğudur.

Tasavvuf; hânesine giren hırsızın elinden tutup, onun hidâyetine vesile olan Musa Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin tevâzu, şefkat ve sevgisidir…

Şüphesiz tasavvuf mevzuundaki mevcut kafa karışıklığında; bilgisizliğin yanı sıra, bu vâkıayı temsil iddiasındaki bazı kişilerin zaafları ve art niyetleri de önemli rol oynamıştır. On beş-yirmi yıl kadar önce başlatılan ve «bin yıl süreceği» iddia edilen uğursuz bir vetîrede, «toplum mühendisliği» adıyla teşkil edilen beyin yıkama ameliyeleri için birtakım kuklaların kullanılması buna bir misaldir.

Ancak; “Güneş balçıkla sıvanmaz.” olsa olsa, birtakım gözler balçıkla sıvanabilir. Bunda da; güneşin bir eksikliği değil, bunu anlamamakta payı olanların kusuru bahis mevzuudur. İnsandan beklenen; hakikati arama aşkının, bütün zorlukların üstesinden gelebilmesidir.

Bazı batılı sosyologlar; eski Sovyetler Birliği’nde fevkalâde ağır baskılar altında yaşayan Türk ve müslüman halkın bu hususiyetlerini koruyabilmelerinin, ancak içtimâî yapıda kök salmış olan tasavvuf disipliniyle mümkün olduğunu belirtiyorlar. Hakikaten de, demirin tavında verilen su ile çelikleşmesi misali; tasavvufla kıvamını bulan îman, sahiplerini her türlü zorluğa karşı koruyan bir kalkan olmuş, bir direnme gücü kazandırmıştır. “Gerçek tasavvuf; bir terbiye mektebidir. Kulu Allah’tan uzaklaştıran bütün menfîliklerden sakınarak «takvâ»ya erme disiplinidir. Tasavvuf; benlik iddiasıyla bir «arz-ı endam» yani «gösteriş» içinde bulunmak değildir. Bilâkis, son nefes ve âhiret endişesi içinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve inâyetine ilticâ ederek bir «arz-ı hâl» hissiyâtıyla yaşamaktır. Dâima tevâzu, mahviyet ve hiçlik üzere olmaktır.”1

Tasavvufta esas olan; kerâmet göstermek değil, şerîata uymaktır. Bu hususla ilgili olarak, İmâm-ı Rabbânî -kuddise sirruhû- Hazretleri şöyle buyurur:

“Bâtınî hâllerimizin sıhhatini gösteren en iyi ölçü, zâhirimizin şer‘î ölçülere göre tanzim edilmesidir. İstikamet yolu işte budur.”2

Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- Hazretleri de;

“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnet’e uymuyorsa, bu (bir kerâmet değil) istidraçtır.” buyurur.

Huzur, bugün dünyamızın hasret kaldığı bir mefhumdur. Kur’ân-ı Kerim’de;

“… Bilesiniz ki; kalpler, ancak Allâh’ ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) buyurulur.

Tasavvuf mektebi, zikrullah ile;

“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (el-Hadîd, 4);

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16) beyanının şuuruyla, her an O -celle celâlühû- ile olma, huzura kavuşma tâlimidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek rûhâniyetinden, O’nun vârisi ve vekili mesâbesindeki «altın silsile» yoluyla beslenerek sâlih bir kullukla, Hakk’a vâsıl olma gayretidir. Tevhid akîdesini temessül ederek; Dîni aşkla yaşama, iki cihan saâdetini kazanma azmidir.

_________________________________

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Altınoluk Dergisi, Ekim, 2016, s. 368.
2 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 87-88, no. 87.