Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -19-
YAZAR : Mehmet MENCET
DENİZ
Musa Efendi Hazretleri’nin vefatının üzerinden bir hafta geçmişti. Peygamber Efendimiz’in «Hüzün Yılı» dediği gibi. Çok üzgün, mahzun ve öksüz gibiydim. Ankara’dan hareket etmeden önce;
“–Bir müfettiş arkadaşım var, onu arayayım.” dedim. Eşim de;
“–O müfettiş şimdi kim bilir Türkiye’nin neresindedir? Hele bir İstanbul’a gidelim, oradan ararsın.” dedi.
Benim yine de içim rahat etmedi, aradım. Meğer o da İstanbul’da hem de Sarıyer’de imiş. Biz de Kilyos’ta kalacağız. Yakın olduğu için;
“Görüşelim.” dedik, davet ettik eşi ve çocuklarıyla geldiler. Ertesi gün köşke gittik, Musa Efendimiz için hatimler, duâlar okundu. Köşk ıssız. Kediler, köpekler mahzun. Sanki İstanbul’un denizleri kurudu. Güneşin ziyâsı söndü. Hiçbir şeyle tesellî olamıyorum, şair Ali Kemal BELVİRANLI’nın Sâmi Efendi’nin irtihâli üzerine dediği gibi;
Dün yemyeşil baharken, solmuş neden bu bağlar?
Bilmem neden siyahlar giymiş dumanlı dağlar?
…
Arş’ı, cihanı sarstı, üstâdımın vefatı…
İki gün sonra;
“Çevreyi bir gezin, dolaşın.” dediler. Hiçbir şeyden zevk alamıyorum, her şey mânâsını yitirmiş gibi. «Değişiklik olsun, Rumeli Feneri, tarihî kale var.» dediler. Oğlum, eşim ve yeğenimle gittik; bir tepeye oturup denizi seyrediyoruz. Her yer cam kırıklarıyla dolu. Eşim dedi ki:
“Dikkat edelim, ne duyarsız insanlar var. Çıplak ayakla basılmaz buralara.” dedi. Gökyüzünde bulutlar simsiyah, denize aksetmiş, Karadeniz’in sert ve haşin dalgaları kıyıyı dövüp duruyor. Boşuna Karadeniz dememişler. Sessizce otururken zaten içim acıyla dolu, hava da kasvetli. Hiç yapmadığım şey; yavaşça aşağıya indim, pantolonumun paçalarını kıvırdım, ayaklarımı denize sokmak üzere indim. Eşim de beni takip ediyormuş;
“Dikkat et oralar kaygan olur…” demesiyle kendimi denizde buldum. Kaza gelince insanın gözü kör olurmuş. «Denize girmek yasak» levhasını da görmemişim. Antalya’da bile denize hiç girmemişken burada kendimi denizde buldum.
Çok fazla su yutmuş, boğulmaktan kıl payı kurtulmuşum, ölümle hayat çizgisi arasındaydım. Artık vakit geldi diye şahâdet getirdim ve teslim oldum, çırpınmanın faydası yok diyerek. Sadece aklıma ilk gelen İbrahim -aleyhisselâm- oldu.
«Rabbim onu ateşten kurtardı, dilerse su da boğmaz.» diye düşündüm. Bayılmışım.
Balıkçı çocuk; eşimin çığlığı ve oğlumun denize atlaması üzerine, o da atlayıp dalgalarla mücadele etmeye başlıyor. Sonunda;
“–Biz de boğulacağız; bu adamı bırakalım!” deyince, oğlum;
“–O benim babam, bırakamam!” diyor ve Hüdâyî Hazretleri’nin duâsını hatırlayarak Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ediyor. Balıkçı çocuk;
“Ben bunca yıldır denizdeyim, çok olayla karşılaştım. Sanki bir el bizi alıp, kayaların üzerine bıraktı. Nasıl kurtulduk anlayamadım.” diyor. Tişörtünü çıkarıp oğluma uzatıyor;
“Oradan bizi çek!” diyor.
Sonra anlattı:
“Hiç tişört giymezdim bu gün giydim.” diyor. Aylardır denizde olmasına rağmen gördüğü rüya üzerine; «Bugün bir şey mi olacak?» diye gelip yine denizin kenarında oturması, seyretmesi acaba tesadüf müydü?
Bana ilk olarak balıkçılar müdahale etmiş, ters çevirip yuttuğum suları boşaltmışlar. Sonra da arabanın arkasına yatırıp Sarıyer Devlet Hastahânesine götürmüşler. Ardımdan;
“Bu adam yolda ölür, buradan hiç kurtulan olmadı.” diyorlarmış. Bu arada eşim Sarıyer savcılığını ve müfettiş beyi arayıp durumu haber vermiş. Adliye ile hastahâne arası o kadar yakın ki hemen gelip ilgilenmişler. Birkaç saat sonra, gözümü açtığımda;
“Ha yaşıyormuşum.” dedim. Sigara kullanmamak da erken iyileşmeme yardımcı oldu.
Bana yardım için gelen eşimin de ayakkabısı denize düşmüş. Az kalsın o da boğuluyormuş. Bana yardım istemek için can havliyle tepeye tırmanıp o arada cam kırıklarının farkına bile varmamış. Bana daha çabuk ulaşabilmek için, tepeden -kestirme diye- üç metre aşağıya atlamış. Çiziklerle atlattı, âdeta kâbus gibiydi.
Daha sonra eşimi de Rumeli Feneri’nde oturan köylüler alıp evlerine getirmişler, ilgilenmişler. Ertesi gün de onların bir hastası aynı hastahâneye geldi, artık iyice ahbap olduk. Balıkçı Muhsin de bizim mânevî evlâdımız oldu, birkaç defa Antalya’ya gelip misafirimiz oldu. İstanbul’dan döndükten 15 gün sonra Keskin’e geldik. Antalya adliyesinden aradılar; «Sizi İstanbul’dan arayıp telefon ve adres istediler.» diye. Denize düştüğümde kimliğim ve ehliyetim de tabiî kayboldu. Ben de yeniden müracaat edecektim. Oradaki köylülerin akrabaları denizin plâj kısmına gitmişler, arada epey mesafe var. Denizin dalgalarıyla kıyıya gelen bir şey dikkatlerini çekmiş, bakmışlar, silmişler ki benim ehliyet. Üzerinde hâkim yazınca; «Bu olsa olsa geçen gün boğulmaktan kurtulan hâkimindir.» diye akrabalarına göstermişler. Onlar da; «Evet!» deyince, bizi araya araya bulmuşlar. Hattâ o günlerde PTT’de grev vardı, ama birçok zorluğa rağmen gönderdiler. Böyle güzel insanlarımız da var. Daha sonra onları ziyarete gittik
İki gün önce Hüdâyî Hazretleri’ni ziyaret etmiştim.
Hocamız; «Allah sana ikinci bir ömür nasip etti.» buyurdular. Bir başka abimiz de; «Sen küçük bir çocuğu çok sevindirmişsin, onun duâsını almışsın.» diyor.
Şimdi; «İstanbul’a gidiyorum.» diyen kim varsa, ufak da olsa bir hediye verip; «Bunu Hüdâyî Hazretleri’ne götür.» diyorum. Hiç duymayanlar, tanımayanlar oluyor; «Bu ne parası?» diyorlar. Ben de ona borcum olduğunu söylüyorum ve o vesileyle de o insanları oraya yönlendiriyorum.