Birlik ve Beraberlik Zemini İçin; TEVHİD AKÎDESİNE SARILMAK
YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Altının «ayar»ıyla, pırlantanın «kırat»ıyla itibar görmesi misali; her şey, sahip olduğu keyfiyetle değer kazanır. Halk arasında, insanın vasfını belirtirken kullanılan «adam gibi adam» tabiri de, şahsın cemiyette kabul gören ölçüler bakımından sahip olduğu keyfiyeti ifade eder. Kezâ;
“O iş her kişinin değil, er kişinin kârıdır.” değerlendirmesi de bu şahsiyet kıvamına bir işarettir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; «kâmil mü’min olmak, bizden olmak, tam îmân etmiş olmak…» gibi vasıflandırmalarla tasvir buyurdukları kemâlât seviyeleri; «(onlar için) kalbinin titrediği, pek şefkatli ve merhametli olduğu» (et-Tevbe, 129) ümmetini zirvelere yöneltmek içindir.
Önceki semâvî dinler, birtakım siyasî ve nefsânî sâiklerle tahrif edilip asliyetlerinden uzaklaştırılmakla; insanlığa saâdet yolunu gösterme vasfını kaybetmiş ve mensupları da dünyayı kan ve ateşe boğarak, âdeta yaşanamaz hâle getirmişlerdir. Geçmişte, mezheblerine taassupla bağlılıkları sebebiyle asırlarca birbirlerini boğazlayan bu hizipler, zamanımızda dünyevîlik zemininde birleşip; hem dünyanın zenginliklerini iliklerine kadar sömürme, hem de haçlı rûhuyla biriken kinlerinin intikamını alma plânlarını uyguluyorlar. Bu cümleden olarak; İslâm coğrafyasını önlerinde bir engel olmaktan çıkarıp, bir oyun sahası hâline getirmek için, onları geçmişteki kendi tefrika hastalıklarına dûçâr edip, zebun düşürmeye gayret ediyorlar. İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif, bahis mevzuu bu oyuna karşı îman birliğiyle şöyle dikiliyordu:
Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gāye aynı, vicdan bir.
Değil mi ortada bir sîne çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa, emîn ol bu cephe sarsılmaz!
Dünya siyasetinde güç sömürgecilerin eline geçtiğinden beri; çeşitli mihraklarca din adına türetilen çeşitli akımlarla, İslâm âlemi buhranlara sürüklenmeye çalışılıyor. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vasiyeti olan iki kaynak sapasağlam, taptaze durduğu hâlde; İslâm âlemi tefrikanın kahredici pençesinde kıvranıyor. Kur’ân-ı Kerim’de;
“(Rasûlüm!) Şüphesiz ki, Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de, dîni Allâh’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et.” (ez-Zümer, 2) buyurulur. «Dîni Allâh’a has kılarak, ihlâs ile kulluk eden» Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, «en güzel örnek» olarak insanlığın ufkunu aydınlanırken; bu şaşkınlık, bu istikamet kargaşası niye! İdrak edilen rahmet aylarında bile durmayan en vahşî katliâmlarla, kimlere hizmet edildiği niçin görülemiyor!..
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“Beni ihtiyarlattı.” buyurduğu Hûd Sûresi’nde;
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberinde tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adâlet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hûd, 112) diye îkaz buyurulur. «Dosdoğru» kelimesiyle doğruluğun pekiştirildiği, kâmil bir keyfiyetin kazandırıldığı istikametteki muhtemel sapmalar, ümmeti bugün vâkî olduğu gibi buhranlara sürükler. «Ilımlı, radikal, reforma uğramış, modern, çeşitli sosyolojik görüşlerle harmanlanmış…» diye vasıflandırılan farklı İslâm anlayışları; «Allâh’a has kılınan din» olmaktan çıkarılmış, saâdete değil hüsranlara götüren akımlardır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu vâkıayı;
“…Bu ümmet de yetmiş üç fırkaya ayrılacak; biri hariç, hepsi cehenneme girer.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 1) diye ifade buyurur. Bu «biri hariç» diğerlerinin İslâm’ın güler yüzünü temsil etmek, kâinâta rahmet nazarıyla bakmak yerine; kendilerinden başkasını tekfir edip, sömürgeciler hesabına İslâm coğrafyasını kan deryâsına çevirerek, kendilerini cehenneme mahkûm ettikleri apaçık ortada.
Tevhid akîdesi, yani Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına inanmak ve hayatını buna göre tanzim etmek inancı; bütün peygamberlerin dünyaya hâkim kılmak uğruna kendilerini adadıkları ilâhî vazifedir. Mü’minler; her türlü içtimâî farklılığı bir tarafa bırakarak tevhid esasında birleşip kaynaşmakla mükelleftirler. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
“Mü’minler ancak kardeştirler…” (el-Hucurât, 10);
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleridir.” (et-Tevbe, 71)
Bu öyle bir bağlılıktır ki; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu keyfiyeti;
“Mü’minler birbirlerini sevmede, birbirlerine şefkat ve merhamet göstermede; tıpkı bir organı rahatsızlandığında, diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.” (Müslim, Birr, 66) diye ifade buyurur. Bu dayanışma, cemiyete; her çeşit fitne-fesat, buhran ve düşmanlıktan koruyacak bir dirilik ve güç kazandırır. Bu gerçeği, Mehmed Âkif;
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
diye dile getirir. Medine devrinden itibaren, şanlı medeniyetimizin her safhasında riâyet edildiği üzere; cemiyetteki müslüman olmayan fertler de, emsâli görülmeyen şekilde, eşit haklara sahip vatandaş olarak kabul görürler.
Tefekkür; en şerefli ve en güzel kıvamda yaratılan insanı, diğer varlıklardan ayıran; onun yolunu aydınlatan, istikametini düzelten hâssadır. Kelâm-ı kibarda bu mefhumun değeri;
“Bu cihan âkiller için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ ve tefekkür), ahmaklar için ise yemek ile şehvettir.” diye belirtilir. Onun için Kur’ân-ı Kerim’de, sık sık;
“Düşünmez misiniz; akletmez misiniz?” diye îkaz buyurulur. Bunlardan birisi de;
“Onlar Kur’ân’ı tefekkür etmiyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24) buyuran sarsıcı ifadedir. Îmânın umumî çerçevesi olan «taklîdî îman»dan, ilim ve tahkîke dayanan «tahkîkî îmân»a doğru derinleşebilmek, kâmil îmâna ulaşabilmek ancak tefekkürle mümkün olur.
Dünyayı, hususiyle de İslâm coğrafyasını kendi emelleri doğrultusunda parça parça bölüp hükmeden sömürgeci devletler, kendi içlerinde bütünleşmenin gücünden faydalanırken; İslâm âlemi, onların kışkırtıp körüklediği tefrika hastalığı ile can çekişiyor. Bu dûçâr olunan âkıbetin; Kur’ân-ı Kerim’de buyurulan;
“Allah ve Rasûlü’ne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Enfâl, 46) îkazından ders alınmamasının bir sonucu olduğu ortada. Şanlı mâzîde, bu gücün sevkiyle dünyaya hükmedip barış ve huzuru hâkim kılma dâvâsını güden bir medeniyetin vârisleri için, bu durum fevkalâde vahim bir zillettir. Bu cümleden olarak, önümüzdeki mesele; «kesb-i kemâl etmiş» fertlerle, ilâhî değerler manzûmesinden kaynaklanan böyle bir müktesebâta sahip milletimizin birlik ve beraberlik zemini için, ilâhî bir lütuf olan tevhid akîdesine yeniden sarılmak, hayata geçirmektir. Mazlumlar coğrafyasının ümidi ve huzura hasret dünyanın beklediği de bu diriliştir.